Mehmet Özay 29.11.2017
Myanmar
hükümetinin Arakan politikası bu ülkeyi uluslararası gündemde tutmaya devam
ediyor. 25 Ağustos’ta başlayan şiddet Güneydoğu Asya bölgesinde son onyılların
en büyük göç hadisesine neden oldu. Bu göç, iki silahlı ordunun veya grubun
çatışması değil, aksine etnik soykırıma konu olan bir halkın göçü olmasıyla
dikkat çekiyor. Bu süreçte, sayıları yarım milyonu aşkın Arakanlı Müslüman
vatan topraklarında maruz kaldıkları şiddet ve soykırım tehdidiyle bir kez daha
komşu ülke Bangladeş sınırlarını geçerek canlarını kurtarma çabasındaydılar.
Bugünlerde
Katolik Hıristiyanlığın ruhani lideri Papa Francis, Myanmar ve Bangladeş’e yapmakta
olduğu ziyaretler önemli. Bu ziyaret, bölgede yaşanan şiddet ortamının artık
seküler küresel yapıların yanı sıra, büyük dinlerin temsilcileri ve hatta
liderleri tarafından da gündeme alındığının göstergesi. Bu noktada Papa’nın
Myanmar ziyareti bu süreci denk geliyor.
Gündemin popüler
tarafını hiç kuşku yok ki, Papa’nın bu ziyareti oluşturuyor. Ancak bu
ziyaretten sadece birkaç gün önce, yani geçen Perşembe günü, Myanmar ve Bangladeşli
yetkililer biraraya gelerek, 25 Ağustos’dan bu yana Myanmar’daki etnik
soykırımdan Bangladeş’e kaçan Arakanlıların ülkeye geri dönmelerini sağlayacak
bir ‘ön anlaşma’ imzalandı. Böylesi bir anlaşmanın ortaya konulmasında ilk
etapta olumlu bir intiba edinilebilir.
Myanmar
dışişleri ve devlet başkanlığından sorumlu bakanı Suu Kyi, yaptığı açıklamada
anlaşma çerçevesinde yapılacak verifikasyonla yerlerinden yurtlarından edilmiş
bu insanların geri dönüşünün mümkün olabileceğinin sinyali verdi. Bu anlaşma,
Arakanlı Müslümanların 1970’lerin sonlarında maruz kaldıkları benzeri bir
zorunlu göçün ardından, kısa bir süre sonra vatan topraklarına geri dönebilmelerini
akla getiriyor. Ancak bugün gündeme getirilen ‘ön anlaşma’, Arakanlıların
‘özgür’ bir şekilde daha önce yaşam sürdükleri yerleşim yerlerine dönmeleri ve
burada hayata yeniden başlamalarına imkân tanımayacak. Arakanlılar, şayet
dönmeleri halinde, ancak kurulacak yeni kamplara yerleştirilecekler. Bu
topluluğun, 25 Ağustos öncesinde yaşadıkları toprakları, mal-mülkleri ne olacak
sorusuna ise çoktan cevap bulunmuş ve bunun maddi alt yapısı da hazırlanmış
gözüküyor. Bu süreçte, ordu ve sivil yönetimler aracılığıyla Arakanlı
Müslümanların halen ellerinde kalan mülkleri ve tarlalarına da el konularak
hiçbir hak iddia edemeyecekleri bir konuma sürükleniyorlar.
Aradan geçen süreye
ve uluslararası kamuoyundan gelen tepkilere rağmen, Myanmar hükümetinin Arakan
eyaletinde çatışma ortamını tersine çevirecek olumlu politikalar ortaya koyduğu
ve bölgede barış ve huzuru sağlamaya yönelik adımlar attığını söylemek mümkün
değil. Aksine, yöneltilen suçlamaları savunmacı bir tarzda geri çevirme uğraşı içerisinde
olması, söz konusu bu ‘ön anlaşmanın’ ne kadar gerekli olduğu ve mevcut soruna
ne türden bir çözüm getirebileceği konusunun sorgulanmasına neden oluyor.
Öyle ki, bu
anlaşmanın ‘ön anlaşma’ niteliği taşıması ve anlaşmaya şart olarak konan ‘verifikasyon’
sürecinin neye tekabül ettiği konusu bir imkân olarak gözüktüğü gibi, belki de
bundan daha fazla muğlaklığı da içinde barındırıyor. Ön anlaşma olması,
tarafların henüz konunun detaylarını görüşmedikleri ve ilerleyen süreçte
yeniden biraraya geleceklerini ortaya koyuyor. Bu noktada, Myanmar yönetiminin
iki ay içerisinde geri dönüş sürecinin başlatılacağı yönündeki açıklamasını
ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, bu girişimin nasıl bir takvimde
uygulanabileceğini kestirmek de bir o kadar zor.
Myanmar’da sivil
hükümetin bu ‘çabasına’ karşılık ordu mensuplarının açıklamaları aslında ülkede
kimin sözünün geçtiğini de şekilde ortaya koyuyor. Bir üst düzey ordu
mensubunun açıklamasında, ‘ön anlaşma’nın gerçekleşebilmesi için ‘anlaşmada’
yer almayan bir şarta işaret ediyor ve bu eyaletteki Budist Arakan halkının
Müslümanları kabul edip etmeyeceklerini bir ölçü olarak gündeme getiriyor.
Bugüne kadar
sadece Arakanlı Müslümanlara karşı değil, ülkenin diğer irili ufaklı etnik
azınlıklarına yönelik devlet şiddeti uygulayan bir ülkenin, Arakan eyaletinde
görüldüğü üzere Budist halkı toplumsal barışın tesisi konusunda harekete
geçirmek ve teşvik etmek yerine, aksine bir tür manipülasyon aracı olarak
kullanmaktan çekinmediğini bir kez daha kanıtlıyor.
Öte yandan,
Myanmar tarafının şart koştuğuna kuşku olmayan ‘verifikasyon’ süreci de bir
başka muğlaklığı içinde taşıyor. Myanmar hükümetinin vatandaş olarak tanımadığı
Arakanlı Müslümanlar hatırlanacağı üzere, 2014 yılında yapılan nüfus sayımında
da önlerine konulan seçeneklerde etnik Arakanlı Müslüman seçeneği
bulunmadığından, belki çok az bir bölümü hariç, ülke vatandaşı statüsünü
kazanamadığı gibi ‘vatansızlık’ durumları devam ediyordu.
Bu anlaşma çerçevesinde,
Bangladeş yönetiminin aksine, Myanmar hükümeti üçüncü tarafların, yani başka
ülke veya küresel kuruluşların bu sürece müdahale etmesini istemiyor. Myanmar,
genel anlamda sorunun çözümünde hiçbir ülke ve uluslararası birliğini katkısını
veya müdahalesini reddetme konusunda da kararlılığını sürdürüyor.
Bangladeş
yönetiminin ise, daha pragmatik davranarak bu konuda ağır bir maddi yükün
altına girmek istemediğinden böylesi bir şartı masaya getirmiş olmalı. Ancak
her halükârda Bangladeş ve Myanmar’ın yarım milyonu aşkın kitlenin
verifikasyonu, bir yerden bir başka noktaya taşınması, Arakan eyalet
sınırlarında oluşturulacağı belirtilen kampların nasıl kurulacağı gibi son
derece komplike bir süreci nasıl yönetebileceği konusunda da kuşkular
uyandırıyor.
İki ülke
yetkililerinin anlaşması halinde bile, gelişmelerin nesnesi konumundaki
Arakanlı Müslümanların şiddet ortamı anlamına gelen Arakan eyaletinde
oluşturulacak kamplarda mı yoksa Bangladeşte ki kamplardaki yaşamımı
seçecekleri de dikkate alınması gereken bir hususu.
Burada cevabı
beklenen bir başka soru, tüm şüphelere rağmen, bu projenin başarıyla
gerçekleştirilmesi halinde benzer bir sürecin örneğin, başta Malezya ve Tayland
olmak üzere, Hindistan, Arap Yarımadası, Avustralya gibi ülkelerde temel haklardan
yoksun bir yaşam süren Arakanlılar için de gündeme gelip gelmeyeceğidir.