29 Kasım 2017 Çarşamba

Bangladeş ve Myanmar’dan ‘ön anlaşma’ veya çaresizlik / Preliminary Agreement between Bangladesh and Myanmar or Despair

Mehmet Özay                                                                                                                        29.11.2017 

Myanmar hükümetinin Arakan politikası bu ülkeyi uluslararası gündemde tutmaya devam ediyor. 25 Ağustos’ta başlayan şiddet Güneydoğu Asya bölgesinde son onyılların en büyük göç hadisesine neden oldu. Bu göç, iki silahlı ordunun veya grubun çatışması değil, aksine etnik soykırıma konu olan bir halkın göçü olmasıyla dikkat çekiyor. Bu süreçte, sayıları yarım milyonu aşkın Arakanlı Müslüman vatan topraklarında maruz kaldıkları şiddet ve soykırım tehdidiyle bir kez daha komşu ülke Bangladeş sınırlarını geçerek canlarını kurtarma çabasındaydılar.

Bugünlerde Katolik Hıristiyanlığın ruhani lideri Papa Francis, Myanmar ve Bangladeş’e yapmakta olduğu ziyaretler önemli. Bu ziyaret, bölgede yaşanan şiddet ortamının artık seküler küresel yapıların yanı sıra, büyük dinlerin temsilcileri ve hatta liderleri tarafından da gündeme alındığının göstergesi. Bu noktada Papa’nın Myanmar ziyareti bu süreci denk geliyor.

Gündemin popüler tarafını hiç kuşku yok ki, Papa’nın bu ziyareti oluşturuyor. Ancak bu ziyaretten sadece birkaç gün önce, yani geçen Perşembe günü, Myanmar ve Bangladeşli yetkililer biraraya gelerek, 25 Ağustos’dan bu yana Myanmar’daki etnik soykırımdan Bangladeş’e kaçan Arakanlıların ülkeye geri dönmelerini sağlayacak bir ‘ön anlaşma’ imzalandı. Böylesi bir anlaşmanın ortaya konulmasında ilk etapta olumlu bir intiba edinilebilir.

Myanmar dışişleri ve devlet başkanlığından sorumlu bakanı Suu Kyi, yaptığı açıklamada anlaşma çerçevesinde yapılacak verifikasyonla yerlerinden yurtlarından edilmiş bu insanların geri dönüşünün mümkün olabileceğinin sinyali verdi. Bu anlaşma, Arakanlı Müslümanların 1970’lerin sonlarında maruz kaldıkları benzeri bir zorunlu göçün ardından, kısa bir süre sonra vatan topraklarına geri dönebilmelerini akla getiriyor. Ancak bugün gündeme getirilen ‘ön anlaşma’, Arakanlıların ‘özgür’ bir şekilde daha önce yaşam sürdükleri yerleşim yerlerine dönmeleri ve burada hayata yeniden başlamalarına imkân tanımayacak. Arakanlılar, şayet dönmeleri halinde, ancak kurulacak yeni kamplara yerleştirilecekler. Bu topluluğun, 25 Ağustos öncesinde yaşadıkları toprakları, mal-mülkleri ne olacak sorusuna ise çoktan cevap bulunmuş ve bunun maddi alt yapısı da hazırlanmış gözüküyor. Bu süreçte, ordu ve sivil yönetimler aracılığıyla Arakanlı Müslümanların halen ellerinde kalan mülkleri ve tarlalarına da el konularak hiçbir hak iddia edemeyecekleri bir konuma sürükleniyorlar.

Aradan geçen süreye ve uluslararası kamuoyundan gelen tepkilere rağmen, Myanmar hükümetinin Arakan eyaletinde çatışma ortamını tersine çevirecek olumlu politikalar ortaya koyduğu ve bölgede barış ve huzuru sağlamaya yönelik adımlar attığını söylemek mümkün değil. Aksine, yöneltilen suçlamaları savunmacı bir tarzda geri çevirme uğraşı içerisinde olması, söz konusu bu ‘ön anlaşmanın’ ne kadar gerekli olduğu ve mevcut soruna ne türden bir çözüm getirebileceği konusunun sorgulanmasına neden oluyor.

Öyle ki, bu anlaşmanın ‘ön anlaşma’ niteliği taşıması ve anlaşmaya şart olarak konan ‘verifikasyon’ sürecinin neye tekabül ettiği konusu bir imkân olarak gözüktüğü gibi, belki de bundan daha fazla muğlaklığı da içinde barındırıyor. Ön anlaşma olması, tarafların henüz konunun detaylarını görüşmedikleri ve ilerleyen süreçte yeniden biraraya geleceklerini ortaya koyuyor. Bu noktada, Myanmar yönetiminin iki ay içerisinde geri dönüş sürecinin başlatılacağı yönündeki açıklamasını ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, bu girişimin nasıl bir takvimde uygulanabileceğini kestirmek de bir o kadar zor.

Myanmar’da sivil hükümetin bu ‘çabasına’ karşılık ordu mensuplarının açıklamaları aslında ülkede kimin sözünün geçtiğini de şekilde ortaya koyuyor. Bir üst düzey ordu mensubunun açıklamasında, ‘ön anlaşma’nın gerçekleşebilmesi için ‘anlaşmada’ yer almayan bir şarta işaret ediyor ve bu eyaletteki Budist Arakan halkının Müslümanları kabul edip etmeyeceklerini bir ölçü olarak gündeme getiriyor.

Bugüne kadar sadece Arakanlı Müslümanlara karşı değil, ülkenin diğer irili ufaklı etnik azınlıklarına yönelik devlet şiddeti uygulayan bir ülkenin, Arakan eyaletinde görüldüğü üzere Budist halkı toplumsal barışın tesisi konusunda harekete geçirmek ve teşvik etmek yerine, aksine bir tür manipülasyon aracı olarak kullanmaktan çekinmediğini bir kez daha kanıtlıyor.

Öte yandan, Myanmar tarafının şart koştuğuna kuşku olmayan ‘verifikasyon’ süreci de bir başka muğlaklığı içinde taşıyor. Myanmar hükümetinin vatandaş olarak tanımadığı Arakanlı Müslümanlar hatırlanacağı üzere, 2014 yılında yapılan nüfus sayımında da önlerine konulan seçeneklerde etnik Arakanlı Müslüman seçeneği bulunmadığından, belki çok az bir bölümü hariç, ülke vatandaşı statüsünü kazanamadığı gibi ‘vatansızlık’ durumları devam ediyordu.

Bu anlaşma çerçevesinde, Bangladeş yönetiminin aksine, Myanmar hükümeti üçüncü tarafların, yani başka ülke veya küresel kuruluşların bu sürece müdahale etmesini istemiyor. Myanmar, genel anlamda sorunun çözümünde hiçbir ülke ve uluslararası birliğini katkısını veya müdahalesini reddetme konusunda da kararlılığını sürdürüyor.

Bangladeş yönetiminin ise, daha pragmatik davranarak bu konuda ağır bir maddi yükün altına girmek istemediğinden böylesi bir şartı masaya getirmiş olmalı. Ancak her halükârda Bangladeş ve Myanmar’ın yarım milyonu aşkın kitlenin verifikasyonu, bir yerden bir başka noktaya taşınması, Arakan eyalet sınırlarında oluşturulacağı belirtilen kampların nasıl kurulacağı gibi son derece komplike bir süreci nasıl yönetebileceği konusunda da kuşkular uyandırıyor.

İki ülke yetkililerinin anlaşması halinde bile, gelişmelerin nesnesi konumundaki Arakanlı Müslümanların şiddet ortamı anlamına gelen Arakan eyaletinde oluşturulacak kamplarda mı yoksa Bangladeşte ki kamplardaki yaşamımı seçecekleri de dikkate alınması gereken bir hususu.

Burada cevabı beklenen bir başka soru, tüm şüphelere rağmen, bu projenin başarıyla gerçekleştirilmesi halinde benzer bir sürecin örneğin, başta Malezya ve Tayland olmak üzere, Hindistan, Arap Yarımadası, Avustralya gibi ülkelerde temel haklardan yoksun bir yaşam süren Arakanlılar için de gündeme gelip gelmeyeceğidir.


27 Kasım 2017 Pazartesi

Malezya’da Seçim Kararsızlığı / Uncertainty about elections in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                         27.11.2017

Malezya’da genel seçimler muamması başbakan yardımcısı ve içişleri bakanı Ahmed Zahid Hamidi’nin üst üste yaptığı açıklamalarla sürüyor. Oysa, seçim konusu bu yılın bahar aylarından bu yana Malezya gündeminde belirleyici olmaya başlamıştı. Ülke gündemini ağırlıklı olarak belirleyen ve altmış yıldır iktidarın değişmeyen yüzü Ulusal Birleşik Malay Organizasyonu (UMNO) bir seçimi daha göğüslemek amacıyla kamuoyu oluşturuyordu. Bu hazırlıklar, seçimlerin musonlar öncesinde, yani Eylül veya Ekim ayı içerisinde yapılacağını gösteriyordu.

Daha önceki gözlemlerden de yola çıkarak söylemek gerekirse, UMNO için seçimleri kazanmanın en iyi yolu, ulusal, dini gün ve tatilleri her türlü imkân ve olasılıkta propaganda mekanizmasını harekete geçirmek şeklinde tezahür ediyor. Seçim sonuçlarını etkileyen yan etkenlerden biri hiç şüphe yok ki, ülkedeki iklim koşulları ve tatil dönemleri. Bu anlamda, seçimden en iyi sonucu almanın şartları coğrafi ve tatil dönemleri gündeme getirilirken, özellikle muson yağmurları ve Çin yeni yıl kutlamaları öncesinde gerçekleştirileceği vurgulanıyordu.

Seçim ne zaman?
Ancak bakan Ahmet Zahidi 13 Kasım’daki açıklamasında, seçimlerin 180 gün, yani altı ay içerisinde yapılacağını söylemesi bunun yakın bir tarihte değil, aksine 2018 bahar veya yaz başına tekabül ettiği yolunda yorumlara neden olmuştu. Altı aylık süre, 2013 yılında yapılan seçimlerden sonra, omurgasını UMNO’nun oluşturduğu ulusal ittifak hükümetinin 24 Haziran 2018’de görev süresinin bitmesiyle de bağlantılı. Ancak aynı bakan, 26 Kasım’da yani dün yaptığı açıklamada ise, seçimin 16 Şubat’a denk gelen Çin yeni yılı sonrasında yapılacağını söyledi.

Ülkenin seçim atmosferi sadece siyasi partilerin seçimlere hazırlanması anlamı taşımıyor. Bunun ötesinde, bağımsızlıktan bu yana iktidarı elinde tutan UMNO için bu sürecin nasıl devam ettirilebileceği konusunda ‘gelenekselleşmiş’ ve bir o kadar da seçmenler tarafından alışılmış yol ve yöntemlerin uygulamaya geçirilmesi söz konusu.

Siyasette yenilik talebi
Ancak son iki seçim, yani 2008 ve 2013 seçimleri UMNO’nun ulusal mecliste üçte ikilik çoğunluğu yitirmesine neden olmasının ötesinde, giderek daha çok kır merkezli siyasete sıkıştırıldığını ortaya koyuyor. Ülkedeki resmi kurumlar ve üniversitelerin pek çok projelerini ‘inovatif’ kelimesiyle sunma modası ve eğilimlerine karşılık merkez siyasette ‘inovatif’ kelimesinin içeriğine tekabül edecek bir yenilenme ortaya konulamıyor. Bu nedenledir ki, UMNO sadece ulusal mecliste çoğunluğu kaybetmekle kalmadı, 2013’de popüler oyların çoğunun muhalefete gitmesine de mani olamadı.

Öte yandan, ülkenin doğusunda Borneo Adası’ndaki Sabah ve Sarawak Eyalet yönetimlerinin daha çok yatırım ve ekonomik gelirden pay alma talepleri sürüyor. Bu süreç, gelen kamuoyunun veya yerel yönetimlerin talepleri ile sınırlı olmayan aksine, UMNO’nun iktidarı kazanımını belirleyecek öneme haiz. Özellikle, bu iki eyaleti kendine oy deposu bellemiş olan UMNO, muhalefetin bu bölgelerde serbest çalışmasını önleyecek mekanizmaları hayata geçirmekten de geri durmuyor. Malay Yarımadası’nda ise siyasi gücündeki erimeyi Malezya İslam Partisi (PAS) ile yakınlaşarak özellikle Selangor, Cohor, Negeri Sembilan, Kedah gibi eyaletlerde ‘umut koalisyonu’ adıyla birleşen muhalefete karşı koyma hedefini güdüyor. Adı konulmamış bu ittifak oluşumunda hedef parçalanmış ‘Müslüman’ Malay oylarını en azından belli bölgelerde birleştirmek.

Tsunami tekrarlanmasın!
İçişleri bakanı Ahmed Zahid Hamid’in seçim tarihiyle ilgili yaptığı iki açıklamada seçtiği mekânlar sembolik anlam taşıyor. İlkinde iktidar ortaklarından ve bir dönem gayet ciddi bir oy potansiyeli olan etnik Çin partilerinden Gerakan’ın (Özgürlük) yıllık toplantısında, ikincisin de ise, bir Çin mabedinin açılış töreninde seçim konusunu gündeme taşıyordu. Bakanın bu iki mekânı yani, Çinlilerin bulunduğu ortamı seçmesi bir tesadüf değildi. 2013 seçimlerinin hemen akabinde başbakan Necib bin Rezzak’ın ‘Çin tsunamisi’ söylemi aradan geçen sürede Çinli seçmen olmadan UMNO ve ortaklarının iktidarı elde etmesinin güçlüğü ortaya çıkıyordu.

Ancak bakanın söyleminde yukarıda dikkat çektiğim ‘inovatif’ yaklaşımın olmadığını kanıtlarcasına, seçmeni hedef alan ve geçen seçimdeki ‘mağlubiyeti’ onlara çıkan söylemi tekrarlıyordu. Üstü kapalı bir tehdit içeren bu söylemi yani “Şayet seçmenler daha önce hata yaptılarsa, bağışlıyorum. Ancak bu hatayı bir dahaki sefere tekrarlamayın” anlamına gelen açıklamasını Çinli seçmenler önünde dile getirmesi büyük bir handikap olsa gerek.  

1MDB seçimi belirleyecek (mi?)
Açıkçası, seçim tarihleri üzerinde böylesine büyük değişikliklere işaret eden görüşlerin ortaya çıkması seçime karar verecek olan UMNO içerisindeki görüş ayrılıklarına işaret ediyor. Bu yıl içerisinde başbakan Necib bin Rezzak başta olmak üzere partinin önemli isimleri, son üç yıla damgasını vuran 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) ile ilgili ulusal ve uluslararası çevrelerden gelen iddiaları tersine çevirmekle meşguldüler. Bir yandan Singapur’da süren ve bazı hapis cezalarıyla sonuçlanan davalar, öte yandan ABD’de süren davalar, açıkça zikredilmese bile başbakan’a işaret eden ifadeler muhalefetin konuyu gündemde tutmasında başat bir rol oynuyordu.

Bu süreci başından bu yana Sarawak Report adlı kuruluşun 1MDB ile ilgili belgeleri gündeme taşıması, iktidar çevrelerince bir dış müdahale olarak lanse ettiriliyor(du). Öyle ki, Sarawak Report’un internet sitesi erişime kapatılmasa da, dolaylı yollardan Malezya kamuoyuna bu görüşlerin ulaşımı devam ediyor. Potansiyel olarak bu gelişmeye bir dış müdahale gündemi olarak bakmak mümkünse de, 1MDB ile ilgili gözlem ve incelemelerin daha kurulduğu 2009 yılından itibaren muhalefet milletvekillerince yapıldığı da ortada. Kaldı ki, 1MDB konusunda uluslararası finans kurumları devreye sokularak gerçekleştirildiği ifade edilen para transferlerinin sorunlu yüzü sadece Sarawak Report’un gündeme taşıdıklarıyla sınırlı değil. Bunun pratikteki veçhesinde beş ülkede ilgili kurumlarca sürdürülen soruşturmalar bulunuyor.

İmaj ve Seçim
Başbakan Necib bin Rezzak’ın 1MDB konusunda Malezya kamuoyu önünde kendini haklı çıkartma çabası bağlamında, en azından iki uluslararası gelişmeyi ortaya koymak mümkün. Bunlardan biri Suudi Arabistan kralı Selman’ın Şubat ayında Kuala Lumpur’a yaptığı resmi ziyaret ve imzalanan milyarlarca dolarlık anlaşmalar oldu. İkincisi ise, başbakanın Eylül ayında BM toplantıları çerçevesinde ABD’de başkan Trump’la görüşmesiydi. Başbakan, 1MDB konusunda taraf olduğu düşünülen bu iki ülke lideriyle yaptığı görüşmeyi, kendisinin uluslararası tanınırlığının bir teyidi olarak yorumlayarak Malezya kamuoyu önüne çıkıyordu. Hiç kuşku yok ki, başbakanın bu konu üzerinde özenle durması, sadece kendi meşruiyeti için değil, daha büyük ölçekte UMNO’nun siyasi varlığının veya iktidar gücünün devam edip etmemesiyle bağlantısı olduğu aşikâr.

Başbakan, yukarıda zikredilen iki önemli görüşme ve öncesinde 2016 yılı Kasım başında Çin’e yaptığı ve 45 milyar dolarlık yatırım anlaşmalarını iç politikada 1MDB eksenli olarak gündeme taşıyordu. Ve Başbakan, bu görüşmeler ve anlaşmaları, gerek parti içerisinde gerekse geniş kamuoyunda 1MDB konusunda kendisinin bir müdahalesinin olmadığına kanıt olarak sunuyordu. Bu süreçte, başbakan kamuoyundan olumlu tepkiler almış olmalı ki, 14. Genel seçimlerin Eylül ve Ekim’de yapılacağını ima eden açıklamalarıyla seçim atmosferini daha da hareketlendiriyor ve kamuoyunda elde ettiğini düşündüğü bu olumlu imajla bir ‘zafere’ daha imza atmak istiyordu. Kendisiyle Ekim ayında görüştüğüm Malezyalı bir akademisyenin, her an seçim ilânı verilebilir demesi ülke gündeminin seçime endeksli olduğunun bir başka göstergesiydi.

Oysa, bugün gelinen noktada seçimlerin bu yıl içinde yapılmayacağı kesinleşmiş durumda. Bütün bir yılı seçime endeksli geçiren UMNO’nun öyle anlaşılıyor ki seçim hazırlıkları bitmiş değil. Yukarıda dikkat çekildiği üzere, son yıllara damgasını vuran 1MDB sorununun hallinde uluslararası destek de alınmış olmasına  rağmen, acaba ne türden bir hazırlıksızlık olabilir?


19 Kasım 2017 Pazar

Bir Üniversite’nin Dönüşümü / A Transformation of a University

Mehmet Özay                                                                                                                         20.11.2017

2. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan ve ‘üçüncü dünya’ tabiriyle genelleştirilen ülkeler arasında halklarının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülkeler de vardır. Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada ortaya çıkan yeni ulus devletler kendi iç sorunlarıyla mücadelede kadar, tarihsel olarak ortak değerleri paylaştıkları ülkelerle mevcut sorunları halletme yolunda da adım atmaya başladılar. Bu yönde önemli adımlardan biri hiç kuşku yok ki, eğitim alanında kendini gösterdi.

Bu konuda ilgili ülkeler yaptıkları ikili anlaşmalarda şu veya bu kaygıyla eğitim ve bilimsel işbirliklerine kapı aralayacak anlaşmalara imza attılar. Türkiye de, aynı veya benzer tarihi geçmişle bağdaşabilen ülkelerle bu türden anlaşmaları örneğin, bazı arşiv kütüphanelerimizdeki belgelerden hareketle 1950’li yıllardan itibaren ortaya koymaya başladı. Bu yöndeki işbirliklerinin ilerleyen dönemde, özellikle de 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’larda hız kazandığına tanık olundu.

Özallı yılların dünyaya açılan Türkiye’sinde batı ile olduğu gibi, geleneksel ve tarihsel ilişkilerin olduğu söylenebilecek ülkelerin de bu süreçte gündeme geldi. O dönemin uluslararası eğitim ve kurumsallaşmaları bağlamında, İslam Konferansı Teşkilatı -ki bir süredir İslam İşbirliği Teşkilatı’yla anılıyor- ve donor ülkelerin girişimleriyle uluslararası İslam üniversiteleri adıyla kurumsallaşma süreçlerine dair tartışmalar gündeme taşındı.

Bu sürecin bir sonucu olarak uluslararası bir üniversite kurulmasına sıra geldiğinde, Türkiye’nin o dönemki üst düzey karar mercilerince bu fırsatın ‘kaçırtılması’, üzerine Malezya’nın kurt politikacısı 92 yaşındaki Dr. Mahathir Muhammed -Allah uzun ömür versin-, bu projeye evet demesi başkent Kuala Lumpur’da Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (IIUM) adıyla yüksek öğretim kurumunun hayata geçirilmesini sağladı. Şehrin o dönem yeni yeni gelişme gösteren bir bölgesi olan Petaling Jaya’da kampüsde eğitim öğretim faaliyetine başlandı.

Ardından, başkentin kuzeyinde şehir yerleşiminin bittiği noktada tropik ormanlara sınır bir alanda Malezya’nın diğer üniversite yerleşkelerine benzer, ancak mimari özellikleriyle farklılık arz eden geniş kampüste hizmete devam edildi. Bu üniversite, 80’li ve 90’lı yıllarda İslam coğrafyasının değişik köşelerinde yaşanan siyasi ve toplumsal çalkantıların da etkisiyle uluslararası öğrenci ve öğretim görevlileri için bir cazibe merkezi haline geldi.

Bangladeş’ten Sudan’a, Cezayir’den Maldivlere, Bosna’dan Pasifikler’e kadar geniş bir coğrafyadan öğrenci kitlesi, ülkelerindeki kargaşalıkların ötesinde ve dışında Malezya’nın ev sahipliğinde üniversite yaşamının sakin ortamına adapte oldular. Arapça ve İngilizce eğitim veren bununla birlikte çok farklı coğrafya ve ülkelerden öğretim görevlileri ve öğrencilerin varlığıyla uluslararasıcılık işlevini üstlenen bir kampüsten söz ediyoruz.

Bu sürecin oluşturulmasında ‘Bilginin İslamileştirilmesi’ gibi görece daha erken dönemdeki tartışmaların ve Malezya’da ‘İslami hareketlerin’ mevcut siyasi ortam tarafından kabulü ve benimsenmesinin de rolü olduğuna şüphe yok. Tabii, IIUM’i tek başına değerlendirmek mümkün olmadığını, bu üniversiteye değer katan unsurların başında Prof. Dr. Seyyid Naqib el-Attas gibi bir geleneksel ilim adamının varlığı ve oluşturduğu ve gelişimine katkı sağladığı kurumsallaşmanın yani İslam Düşünce ve Medeniyeti Enstitüsü’ne (Islamic Thought and Civilizaion –ISTAC) hak ettiği yeri vermek gerekir. Öyle ki, ISTAC adı belki de kimi ülkelerde ve bölgelerde IIUM’den öne çıktığı bile söylenebilir.

Ancak bu kurum, kuruluşunda rol alan aktörlerin Malezya siyasetindeki konumlarına paralel bir sürece konu oldu. 1996 yılında baş gösteren Güneydoğu Asya ekonomi krizinin Malezya siyasetine yansıması ve akabinde iktidar partisinden gelen ihraç kararı sadece ilgili siyasileri değil, bunların toplumsal karşılığı olan kesimleri ve hatta bu üniversite içerisindeki ‘bağlamlarını’ da etkileyecek bir düzeye ulaştı. Bunda en önemli darbeyi kanımca ilmi birikimi ve duruşuyla klasik bir ‘alim’ hüviyetine sahip olduğu söylenebilecek el-Attas aldı. Ardından belki de göz bebeği gibi baktığı ve büyüttüğü ISTAC… Bu süreçte, kadrolar dağıtılırken, kimisi yurt dışına, kimisi başka üniversitelerde göze batmayacak yerler edindiler.

Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, geleneksel Malezya siyasetinin intikamcı doğasının en manidar bir şekilde ortaya çıktığı bir süreci gözler önüne serer. Ve bu kuruluş, gelişme/büyüme ve dağılma süreci salt bir üniversitenin değil, adına ‘uluslararası’ denilen bir yapının tüm birimlerine, tüm fertlerine sirayet edecek bir kırılmayı da beraberinde getirdi. Özerkleşme sürecini başarıyla gerçekleştirememiş üniversite kurumunun, Malezya gibi ‘Malay siyasetinin ve siyasetçilerinin’ her şeyi hiyerarşik bir düzlemde yapılaştırdığı bir siyaset ve toplumsal arenada üniversitede de elbette ki zaman içerisindeki gelişmelerden ‘hem olumlu/hem olumsuz’ payını aldı.

Bugün Naqib el-Attas gibi -Allah uzun ömür versin- elle tutulası, dünyaya bedel bir değeri kenara çekilmiş veya itilmişliği yaşıyor. Üniversite ise günümüz ‘Malay siyasetinin’ iktidar olma/iktidar kalma süreçlerine paralel olarak Malay milliyetçiliğinin kalelerinden biri yapılma aşamasını tecrübe ediyor. Bunu kampüs girişindeki sembolün nasıl ve neyle değiştirildiği üzerinden görmek bile kafi. Dünyayı temsil eden kürenin yerini ülkenin etnik Malay partisinin amblemlerinden biri olan ‘kris’le değiştirilmesinde ve bu krisin etrafını ‘İslami referanslarla ele alınabilecek bile olsa, yine bu partinin amblemlerinden ‘jawi’ yazıları süslüyor.

Dünün kuruluş yıllarının aktörlerinin yanında yetişen ‘idealist’ öğrencileri, profesörlüklerinin ardından, geçmişin üzerine sünger çekerken, yapılanlara göz yumar, duymazdan gelirken ne kadar hak edip etmediklerini sorgulama gereği bile duymaksızın kendi gelecekleri için makamların ve statülerin kapılarını aralıyorlar. İslam dünyasının 80’li 90’lı yıllarının siyasi toplumsal buhranlarının artık başka formlarda yaşanır olduğu günümüzde ise, bu coğrafyanın çocukları artık bu üniversitenin kapısından girmek için kuyruklar oluşturmadıkları gibi, onları almak için de pek can atan gözükmüyor.

Onların yerine, Malezya’nın diğer etnik grupları karşısında ‘pozitif ayrımcılığa’ tabi Malay öğrencileri -belki de en azından bir bölümü- böyle bir üniversitede öğrenim görmeyi ne kadar hak ettikleri soruları göz ardı edilerek üniversite kimliğinin yeniden şekillendirilmesinde birer araç olarak rollerini icra etmek üzere alınıyorlar. Yirmili, otuzlu yaşlarında üniversitenin, ilim yuvasının ortamında yetişen ve burada yirmibeş otuz yıl saçlarını ağartan ve hizmet veren kıymetli hocalara hak etmedikleri şekilde kapı gösteriliyor.

Bu üniversitenin, ‘ilmi-bilimsel’ faaliyetler noktasında nerede durduğu ise herhalde izaha yer bırakmayacak açıklıkta olsa gerek. ‘İslami bankacılık’ bölümüyle ve buradan mezun olan öğrencilerin pazar payının büyüklüğüyle meşhur olduğunu gururla o toplantıda bu toplantıda ilân eden üniversite yetkilileri başta bu ülkeye ve sonra bölge ülkeleri ve İslam coğrafyasına mal olacak kapsamlı ve dikkat çekici araştırma faaliyetleri, yayınlar vb. akademik süreçler konusunda ağızlarını aç/a/mıyorlar.

Malezya gibi Güneydoğu Asya’da farklı kültür ve medeniyetlerin kesiştiği ve hatta ülkenin turizm bakanlığınca seçilen sloganında da olduğu gibi ‘Malezya gerçek Asya’ (‘Malaysia truly Asia’) sözünün karşılığı olabilecek ve abartmadan söylemek gerekirse sosyal bilimlerin her alanında çok çeşitli çalışmalara el atabilecek bir yapılanma ortalıkta gözükmüyor. Sayıları ve istatistikleri istediğinde çokça ve severek kullanan bu ülke yetkilileri, diğer üniversitelerle kıyaslandığında bile bu ‘uluslararası’ üniversitenin ilmi ve akademik değerinden epeyce fire verdiğini açık yüreklilikle ortaya koyup, bunu tersine çevirme adına bir çaba içine gir/e/miyorlar.

Naqib el-Attas başta olmak üzere bu üniversiteye yaşamını adamış kıymetli hocaları bulmak, biraraya getirmek, böylesi bir alt yapısı oluşturmak her zaman mümkün olacak bir şey değil(di). Ancak aradan geçen otuz beş yılın sonunda Malezya oluşturduğu bu imkânı kendi elleriyle sonlandırmayı başarmış gözüküyor.

Model ülke olmak, böyle bir şey olmasa gerek!


ASEAN’da Filipinler’le bir yıl / A year with the Philippines in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                        20.11.2017

12-15 Kasım günlerinde Filipinler’in başkenti Manila’da yapılan 31. ASEAN zirvesi, birlik içerisinde geçen bir yılın hesabının verilmesinin yanı sıra, devir teslim anlamı da taşıyordu. Bu yıl dönem başkanlığını yürüten Filipinler görevi, önümüzdeki yıl üstlenecek olan Singapur’a devretti. Bu devir süreci bağlamında bu yıl Filipinler’in birlik için neler yaptığına ve nasıl bir model olduğuna kısaca bakmakta fayda var.

Filipinler’in ASEAN dönem başkanlığında neler yapabileceği geçen yıldan bu yana başkan Rodrigo Duterte’nin uygulamakta olduğu uyuşturucuyla mücadelede seçtiği politikanın yankılarıyla yakından bağlantılıydı. Duterte’nin ulusal bir sorun olan uyuşturucunun kökünü kazımak amacıyla başlattığı mücadelede seçtiği yöntem, bu politikanın bölgesel ve uluslararası bir nitelik taşımasına yol açtığı hatırlanacaktır.

ASEAN üye ülkeleri şaşırılmayacak bir tepkisizlikle sokak ortası infazları izlerken, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’den gelen tepkilere Duterte’nin maço çıkışları, bu küresel yapılarla ilişkileri gerginleştirmeye yetti. Geçen yıl, ABD eski başkanı Obama’ya, Papa’ya yönelik küfürlü söylemi ABD ile ilişkilerin tek yanlı kopması süreci kadar, belki de en önemli yönelimini Filipinleri Çin’e yaklaştırmasında bulmuştu. 

Yukarıda zikredilen bazı nedenlerden ötürü, bu yıl ASEAN’a başkanlık yapan Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin neler yapacağı merak konusuydu ve bu anlamda süprizlere gebeydi. Öyle ki, gerek üye ülkeler gerekse ASEAN’la ilişkileri olan küresel bloklar ve ülkeler için de tahammül edilmesi gereken ve bekle-gör politikasının uygulanacağı bir zaman dilimi olarak kabul ediliyordu.

Ancak geçen bir yıllık süre zarfında, Duterte’den kaynaklanan öyle büyük sarsıntılar olmamakla birlikte, çeşitli açılardan arzu edilen gelişmelerin de olduğunu söylemek güç. Örneğin, ASEAN ekonomi birliği, insan trafiği ve kaçakçılığı, çocuk işçiler sorunu, Arakan Müslümanların mağduriyetleri, Bangsamoro ve Patani barış süreçleri gibi ilk etapta akla gelebilecek konularda olumlu adımlar atılabilmesi bir yana, bu konuların gündemde yapıcı ve inandırıcı bir şekilde ele alındığına tanık olunamadı.

Bununla birlikte, Filipinler’in güneyinde Sulu Takımadaları ile Malezya’nın kuzeyinde Sabah bölgesi arasında yaşanan adam kaçırma ve korsanlık faaliyetlerine eklemlenen Ortadoğu merkezli terör yapılanmaları, giderek bölgede güvenlik politikalarının ciddiyetine dikkat çekmeye yetti. Singapur başta olmak üzere, Malezya ve Endonezya’nın ortaya çıkabilecek herhangi bir terör hadisesine karşı hazırlık çağrıları sonrasında Malezya-Endonezya ve Filipinler savunma bakanlıklarının ortak çalışma kararı gündeme geldi. Ancak bu süreç, Mindanao Adası’nın en önemli şehri Marawi’nin silahlı bir grup tarafından istila edilmesi, bölgenin terör karşısındaki hazırlıksızlığının bir ifadesi olarak kabul ediliyor. Bu bağlamda, küresel terör oluşumlarının bölge üzerine bir gölge gibi çökmesi ve bunun en güçlü bir şekilde Filipinler’de yankı bulması, belki de yılın en dikkat çeken gelişmesiydi.

Bu süreç, hiç kuşku yok ki, 2014’den bu yana ASEAN’ın gündemindeki uluslararası terör ve güvenlik sorununa rağmen, Filipinler yönetiminin bununla baş etmede yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. Öte yandan, bu güvenlik süreçlerinden bağımsız ele alınamayacak olan Bangsamoro Barış Süreci konusunda da herhangi bir adım atılamaması, Duterte yönetiminin ASEAN geneline yansıyabilecek olumlu havanın ortaya çıkmasına da mani oldu.

Oysa Filipinler’in ASEAN dönem başkanlığında farklı beklentiler gündeme taşınabilirdi. Bu çerçevede, geçen yıl sonunda kabul edilen ASEAN Ekonomi Birliği’nin geliştirilmesi konusunda görüşlerin ortaya konması, tartışmalara konu edilmesi başta gelen bir husustu.

Konunun sadece ‘ticaret, yatırım’ alanlarıyla kısıtlandırılmasının aşılmasına el verecek şekilde, farklı açılımlara kapı aralaması bekleniyordu. Örneğin Malezya başbakanı Necib bin Rezzak’ın daha önceki toplantılarda dile getirdiği “peoplo-to-people”, yani ASEAN üye ülkeleri halklarının mobilizasyonuna, sosyo-kültürel kaynaşmalarına dair gelişmeler Kuala Lumpur’da düzenlenen ASEAN oyunları dışında kapsamlı etkinliklere konu olmadı.

Birlik ülkeleri halklarının birbirlerini, kültürlerini, dini ve toplumsal yapılarını tanımadıkları konusu bir sorun olarak zaman zaman dile getiriliyor. Öyle ki, bu sorunun girişte dikkat çekilen çatışma bölgeleri ve buralardaki sorunlara yönelik bölgenin sorun üretememesi de, birincil derecede halkların birbirleriyle olan bağlarının sınırlılığına ve sorunun çözümünün politikacılara havale edilmesine neden oluyor.

Peki Duterte’nin uyuşturucu mücadelesi nasıl sonuçlandı?

Duterte’nin ülkenin kronik sorunu uyuşturucuyla mücadele seçtiği yöntem, ilk etapta bir çözüm olarak ortaya konulsa da, ardında daha büyük problemlerin üstünü örtmekle geleceğe dair umutsuzluğu artırmaktan öte bir anlam taşımıyor. Ülkede kurumsal yolsuzluğa konu olan polis gücünün Duterte’nin bu politikasında araçsallaştırılması, bu kurumda olan biteni açıkçası göz ardı etme anlamı taşıyor. 2016 yılı boyunca ASEAN dönem başkanlığı yürüten Filipinler bu anlamda diğer üye ülkelere olumlu bir örnek teşkil ettiğini söylemek mümkün değil.
Kalkınmacı ekonomilere konu olan ASEAN, bununla tezat teşkil edecek şekilde toplumsal sorunlar açısından da benzerlikler gösteren bir bölge. Bu bağlamda, Filipinler örneğinde, yasalar ve kurumsal işlerlikte yaşanan sorunların benzerleri komşu ülkelerde de mevcut. Örneğin, Endonezya’da, Duterte’nin uyuşturucuyla mücadelede uygulamayı yeğlediği yönteme yönelik olarak, “Biz de benzer bir yöntemi uygulayabilir miyiz?” sorularına şaşırmamak gerekir.
Ancak bu sürecin bir başarıdan ziyade sorunların çözümünde palyatif önerilerle gündemi oluşturmanın ötesinde bir sonuca ulaşmak mümkün değil. Yine tıpkı Filipinler’dekine benzer şekilde, Endonezya’da devlet başkanı Joko Widodo, adı yolsuzluklarla anılan polis gücünün başına gerekli reformları yapması için emniyetteki hiyerarşiyi göz ardı ederek geçen yıl Tito Karnavian’ı getirmişti. Polis gücünde reform sürecinin ne tür başarılara konu olduğu bir yana, Filipinler örneğinin uygulanabilirliğinin tartışılması bile ciddi bir sorun.
Filipinler’in ASEAN dönem başkanlığı geride kalırken, toplumdaki ekonomik adaletsizlik, uyuşturucu gibi her bir köşeye siyaret etmiş bir sorun, uluslararası terörün bölgedeki uzantıları ve tabii ki Bangsamoro barış sürecini olumlu ve arzu edilir şekilde nihayete erdirme gibi önemli sorumluluğu hâlâ devam ediyor.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Asya-Pasifik’de Yeni Ticari Perspektifler / New Trade Perspectives in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         15.11.2017

Bir haftayı aşkın bir süredir Asya-Pasifik bölgesindeki iki temel toplantı dizisi, yani Güneydoğu Asya ülkeleri birliği (ASEAN) ve Asya-Pasific Ekonomik İşbirliği (APEC) toplantıları dünya gündemini belirledi. 10 üyeli ASEAN toplantısının 31. Zirvesi dönem başkanı Filipinler’in başkenti Manila’da gerçekleştirilirken, 21 üyeli APEC toplantılarına Vietnam ev sahipliği yaptı.

Bununla birlikte, toplantılar çerçevesinde ABD Başkanı Donald Trump’ın Japonya ve Güney Kore ile başlayan Çin’le ve Vietnam’la devam eden ardından Manila’da nihayete veren ve Asya Gezisi adıyla anılan ziyaretlerinin öne çıktığını söylemek mümkün. Ancak ABD başkanı olması sıfatıyla Trump’ın Asya Gezisi sanıldığının aksine heyecan kaynağı olmadığı gibi, ikili ve bölgesel ilişkiler açısından da ABD adına faydalı geçtiğini söylemek güç.

Aksine, ABD başkanının gündeme taşıdığı ve kapsamlı ve etkin bir politika üretmeye matuf çıkışlarına rastlandığını söylemek güç. Öte yandan, Çin’de siyasi konumunu güçlendirmiş başkan Şi Cinping’in görüşmelerde kendinden biraz daha emin olduğu gözlemlendi. Buna ilâve olarak, bir süredir tehditvari çıkışlarıyla ABD’nin ve bölgedeki müttefiklerinin tepkisini çeken Kuzey Kore’nin bu yönelimini devam ettireceği işaretleri verdi.

ABD başkanı Trump’ın gezisi boyunca, Kuzey Kore’yi siyasi ablukaya alma çabası dışındaki yönelimine bakıldığında ‘önce Amerika’ politikası ile ‘Çin’le giderek daha da yakınlaşma’ politikası arasında gidip gelen bir yaklaşım sergiledi. Trump bununla, bir anlamda bizzat akıl babası olduğu politikası ile gerçekte mevcut durum karşısında bir denge arayışındaydı.

Ancak Trump, bu denge arayışına rağmen, her bir ülkede verdiği farklı mesajlar ve özellikle de rakip konumdaki ülkelere yönelik çelişkili söylemiyle gündeme geldi.  Kaldı ki, Trump’ın Çin ile bölgedeki beş ülke arasında Güney Çin Denizi’nde teritoryal egemenlik konusunda yaşanan anlaşmazlıkların çözümü için yardımcı olabileceği önerisiyse, kendi ülkesinde ciddi anlamda kriz yaşayan bir liderin, hiç de popülaritesinin olmadığı bir bölgede kurulabilecek bir hayalden öte bir anlam taşımıyor.

Tüm bunlara rağmen, bu gezi boyunca, Trump’ın yenilikçi denilebilecek bir söylemi vardı ki, o da ‘Hint-Pafisik’ çıkışıydı. Bu kullanımın iki amacı olduğu görülüyor. İlki, selefi Barack Obama yönetimince ısrarla üzerinde durulan Asya Yüzyılı projesinin hedefi olan Asya-Pasifik’ten, daha geniş bir coğrafi alana yayılışı ortaya koyması ve bu anlamda Obama dönemi politikalarına alternatif arayışlarında yeni bir safha olarak değerlendirmek mümkün. Ayrıca, ‘Asya-Pasifik’ kavramına alternatif üretilen bu yaklaşımın bir diğer nedeniyse, Asya-Pasifik’de egemen bir ekonomik, siyasi ve de görünür bir şekilde askeri güce ulaşan Çin’e karşı ABD’nin yeni bir konumlanışına işaret ediyor.

İster bu coğrafyanın yeniden belirlenmesinde ve tanımlanmasındaki sürecin adını Çin yönetimi ‘deniz ipek yolu’ olarak koysun, isterse ABD yönetimi Hint-Pasifik adlandırmasıyla konuyu gündeme getirsin Doğu Afrika’dan başlayan ve Doğu Asya’ya kadar uzanan ve bağlantılı güzergâhlarıyla devasa bir denizin dinamik boyutunu ortaya koyuyor. Ve her halükârda, bu çıkış, dünya kamuoyuna bir kez daha Hint Okyanusu’nun merkezini oluşturduğu bir coğrafyanın, yaşanmakta olan siyasi ve ekonomik çıkar ilişkilerinde göz ardı edilemeyecek bir yere ve öneme sahip olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Trump’ın Kuzey Kore’yi hedef alan ve Çin’le yakınlaşmayı öncelleyen söylemlerinin ötesinde, ASEAN ve APEC’e üye bölge ülkeleri farklı bir yönelim sergileme eğilimindeydiler. Bu durum, özellikle küresel ekonominin motoru denilmeyi hak eden ASEAN için geçerlidir. Çin’in küresel ekonomide edindiği yere rağmen, Güney Çin Denizi’nde halen durulmamış askeri ve sivil girişimlerinin doğurduğu güvenlik sorunuyla, ABD’nin özellikle bölgeyi yakından ilgilendiren Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (TPPA) çekilmesi ve ardından içe kapanmacı politikaları karşısında yeni arayış ve talepler yine ASEAN tarafından gündeme getiriliyor.

Bu noktada, ABD’siz bir TPPA’nın hayata geçirilebilmesi konusunda arayışlar devam ettiriliyor. Öte yandan, 2011 yılında ASEAN dönem başkanı Endonezya tarafından uluslararası kamuoyuyla paylaşılan, ancak bugüne kadar somut karşılığı ortaya konulamamış Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (RCEP) üzerinde durulmaya başlandığı görülüyor. ASEAN ile Japonya, Çin, Güney Kore, Hindistan, Yeni Zelanda ve Avustralya’yı içine alan RCEP bir anlamda TPPA’nın genişletilmiş bir versiyonu olarak ortada duruyor. Ancak listede ABD’nin olmaması kadar, birbiriyle hasmane ilişkilere sahip ülkelerin birarada olması, nasıl bir ortak paydada buluşulabileceği gibi önemli bir sorunun devam ettiğine işaret ediyor.

Geçen hafta yapılan liderler arası ilk ciddi görüşmelerin erken bir sonuca ulaşılabilmesi için yeterli olmadığını dikkate almakla birlikte, son beş yılda değişik düzeylerde yapılan toplantıların böylesi bir ortak payda hasıl etmediği de ortada. Bir yanda, TPPA, öte yanda RCEP’in gündeme gelmesi, ticari ilişkilerde ciddi bir çatışmanın yaşandığının gizli açık bir ifadesidir. Tabii, gerek TPPA’nın yeniden canlandırılma çabası, gerekse RCEP’in 2012 yılından bu yana geçtiğimiz hafta ilk defa kapsamlı bir toplantıya konu olması, bölge ülkelerinin ekonomik gelişmişlik düzeylerinden feragat vermeyecekleri ve ABD’siz de olsa küresel kapitalizmin gereklerini yerine getirebileceklerine olan inanç ve eylemlerini ortaya koyuyor.

Beş yıl gibi uzun süren sıkı görüşmelerin ve pazarlıkların ardından kabul noktasına gelen TPPA’da itici gücü ABD’nin oluşturduğu hatırlandığı, bugün ABD’nin aktif olarak bu tür kapsamlı ticari işbirliklerinde yer almak yerine, içe kapanmanın bir göstergesi olarak tek tek ülkelerle ticari ilişkilerini düzenleme politikasına evrilmesi ilgili ülkeler arasında liderlik sorununu da gündeme getiriyor. 


9 Kasım 2017 Perşembe

Trump’ın Çin ziyaretindeki başarısı (!) / Trump’s success in China visit

Mehmet Özay                                                                                                                         10.11.2017

ABD Başkanı Donald Trump’ın bugünlerde devam etmekte olduğu Asya gezisinde, son iki günde de tanık olunduğu üzere Çin önemli bir yer tutuyor. ABD-Çin ilişkilerinin Kore Yarımadası krizine kilitlendiği yönünde iddialar yer bulabilirse de, en az bunun kadar hayati olan başka unsurlardan da bahsetmek mümkün. Bu noktada, en çarpıcı gelişme, Trump’ın başkan seçilme süreci ve hemen akabinde Çin’i hedef alan söylemlerinin yerini neredeyse tam tersi görüşlere bırakması oluşturuyor. Trump, ‘büyük Amerika’ yaratma söyleminde önemli yer tutan önceki açıklamalarının hilafına, bu gezisinde Çin’in ne döviz kurunda manipülasyon yaptığı, ne de iki ülke ticaretinde dengesizlikten sorumlu olduğunu dile getiren bir söyleme yer verdi. İki ülke arasında Ekim ayı ticaret rakamları ABD’nin aleyhine açığın yüzde 12 düzeyinde artışı da, Trump yönetiminin bu konuda elinin kolunun hâlâ bağlı olduğunu gösteriyor.

Çin’e Kuzey Kore ödevi
İki ülke devlet başkanlarının görüşmelerinde Kuzey Kore konusu öncelikler arasındaydı. Sadece ABD ve bu ülkenin Asya-Pasifik’deki müttefikleri için bir tehlike olmakla kalmayan aksine küresel bir sorun olarak ortaya çıkan Kuzey Kore konusunda, Trump’ın savaşın eşiğine gelindiğini düşündürtecek açıklamalarının ardından bu sorunun çözümünü, “Hadi dostum, sen büyüksün. Halledersin bu işi” diyerek sırtını sıvazladığı Şi Cinping’e kalmış gözüküyor. Ancak, Şi Cinping’in bu görev tesliminden taltif edilmiş bir halde ve memnuniyet duyarak yarından tezi yok Kim Yong-un’un üstüne çökeceği düşünülemez. Bu durum, hiç kuşkusuz, Trump’ın bir yılı aşkın süredir gündemi belirleyen söylemlerinden acaba geriye ne kaldı sorusunu sordutmaya yetecek bir hususa işaret ediyor.

BM yaptırımlarına Çin katkısı
Belki de bundan daha önemlisi, bugün sadece ABD için değil, başta bölge ülkeleri olmak üzere küresel bir krizin temel kaynağı haline gelmiş Kuzey Kore’nin bu güce ulaşmasındaki sorumluluğu Çin’le ilişkilendirmedi. Bu noktada, son dönemde Birleşmiş Milletler’de Kuzey Kore’yi hedef alan yeni yaptırımlara Çin’in destek vermesini olumlu bir gelişme olarak görmek mümkünse de, pratiğe yansıyan yönleri ortaya çıkmadan aceleci olmamak gerekir. Hele hele, Çin’in yaptırımlar konusundaki açılımını, sanki başkan Şi Cinping’in Kuzey Kore tehdidine karşı acil bir eylem plânını hayata geçirecekmiş gibi değerlendirmek te yanlış.

Kaldı ki, Çin ve Kuzey Kore sınırında gerçekleştirilen ticari faaliyetin, BM yaptırımları çerçevesinde ele alınmadığı da böylece anlaşılmış oldu. Çin, yanı başındaki bu tehdidin üzerine giderek, ortalığı bulandırma veya başına olmadık dert açma niyetinde olmayacaktır. Aksine Çin makamlarınca bir süredir dillendirildiği üzere Kore meselesinin yeniden masa başına taşınması sürecine yönelik girişimler beklenebilirse de, bunun kısa vadede çözüme kavuşmak yerine, Çin’in belki de çokça da hoşuna giden statükonun devamı anlamı taşıyacaktır.

Mega projeler ya da sihir dünyası
Her iki liderin ziyaretin seçilerek küresel medyaya sunulmuş bölümlerinde gülücükler saçarak ortaya koydukları memnuniyet, içilen Çin çayının tadı ve mekânın çekiciliği bir yana, ikili anlaşmaların ‘mega’ olarak adlandırılan bir boyuta taşınmış olmasına atfedilebilir. Hemen bunun ardından, çeyrek trilyon dolarlık anlaşmaya ve Çin ticaret bakanı Zhong Shan’ın ağzının suyu akarcasına “mucize bu” diye yaptığı açıklamasına rağmen, bu anlaşmaların bağlayıcı olmadığı, yani taraflardan birinin -ki, bu noktada ihtimaller Çin’e işaret ediyor-, anlaşmanın gereklerini yerine getirmemesi de gayet doğal bir süreç olarak değerlendirilecektir.

Bu ‘mega’ anlaşmaların bir süredir bölgedeki çeşitli ülkeler arasında, örneğin Malezya-Çin, Malezya-Hindistan, Malezya-Suudi Arabistan, Çin-Endonezya, Endonezya-Suudi Arabistan gibi örneklerde, gündeme geldiğine şahit olmuş ve bunları önceki yazılarımızda dile getirmiştik. Böylesi bir popülariteye ulaşmış mega türden anlaşmalar, daha çok ilgili ülkelerin iç politika malzemesi olmaya yarayacak türden gelişmeler.

Yoksa, yirmi yıl elli yıl gibi uzun süreçlere yayılacağı ileri sürülen bu anlaşmalardan gerçekte nasıl bir gelişmenin ve etkileşimin hasıl olabileceği ya da hakikaten anlaşmalara imza atan ülkelerin yöneticilerinin, bugün olmasa bile yarın ki temsilcilerinin bunları ne kadar dikkate alacakları bir muamma olmaktan öte anlam taşımıyor. Günün meşhur tabiriyle söylemek gerekirse, anlaşmaya taraf olanlar bir “algı oluşturarak”, ya imzaya taraf ilgili lider kendi geleceğini veya hükümeti bir sonraki seçimde gücünü iç politikada gerçekleştirebilme hedefini güdüyor. Bu türden anlaşmalara imza atmanın ilgili liderlerce, ‘bakın ben de büyük liderim’ söylemlerine kolayca kapı aralaması ya da bu kapıyı çoktan açmaya endekslenmiş bir medya gücünü harekete geçirebileceğini düşünmek te mümkün.

Trump’ın Çin ziyaretine, “neyi ne kadara, kaç tane satarız” hesabıyla çıktığı anlaşılıyor. Öte yandan, Çin’in ‘tabii alırız’ tarzında cevaplarla misafirine geleneksel Çin konukseverliğini göstermesinin yeni bir algı süreci oluşturulmasına işaret ediyor. Trump bu yaklaşımıyla iç politikada işlerin hiç de iyiye gitmediği aksine karamsarlık boyutunun devam ettiği bir ortamda, Amerikan toplumunun gönlünü çelmeye çalışırken, Çin’de komünizm ideolojisi gölgesinde geleneksel Çin misafirperverliğinden taviz vermediğini kanıtlıyor. Tabii iki liderin gülücüklerinin ve mega anlaşmaların Trump’u işinin giderek zorlaştığı Amerikan iç politikasında elini güçlendireceğine dair söylemler olsa da, Amerikan halkının bir üçüncü dünya toplumu özelliği taşımadığını hatırlatmak gerekir.

Çocuk siyaseti
Gezinin gizli kahramanlarının ise ortamı yumuşatmada manipülatör veya katalizör görevi üstlendirildikleri anlaşılan çocuklar oldu. Trump’ın tek torununa karşılık, ‘sanatın birincil basamaklarını tırmanmakta olan Çinli çocukların dansları hiç de azımsanmayacak bir etki ve dünyanın iki ‘devi’ arasındaki ilişkileri popularitenin zirvesine çıkarma gibi bir işleve sahipti. Bu durum, bir devlet büyüğünün herhangi bir ülkeyi ziyaretinde, ellerinde bayraklarla yol boyunca dizilmiş öğrenciler gösteriminde de aşıldığını ortaya koyuyor.

Öyle ki, bu sefer işini video mesajı göndererek halleden ve öte yanda Yasak Şehir’de sanatın ilgili alanında incelmiş küçük bedenlerin artistik duruşları ile iki liderin önünde ve onları aşarak uluslararası medyanın gözüne zorlama girdirilmeleri vardı. Çocukların küresel siyasetin öncüsü kabul edilen liderlere eşlik ettiği ve hatta onların önüne geçmesi akademik çalışmalar için iyi bir malzeme konusu olmaya da aday.

İdeolojik değerler ve küresel ittifaka yeni ayar
Trump, Pekin gezisi sürecinde yukarıda zikredilen gelişmeler bir yana, nasıl oluyor da kapitalizmin beşiği Amerikayı temsil eden başkanın, komünist rejimle idare edildiği ifade edilen ve daha birkaç hafta önce gücüne güç katan ve bunu rejimin kurucusu Mao Zedong ile kıyaslanacak şekilde ortaya koyan Şi Cinping’le benzerliklerinin farklılıklarından çok olabildiği üzerinde durulmuyor. Çin’de rejimin sözcüsü bir gazete, Trump ve Cinping’in yeni bir dönemin başlangıcına imza attıklarını dile getirse de, atılan imzaların Çin’in bağlı olduğunu iddia ettiği rejimin hangi değerlerine karşılık geldiğini ortaya koymuyor. Ve bunun ne rejimin liderlerine ne de rejime tabi olduğu intibaı veren geniş halk kitlelerinden bir ses sadır olmuyor. Ortada ideolojik bir kayma var denebilirse de, daha ziyade, bir anlam sorunu olduğuna kuşku yok.

Trump’ın gezi öncesi ve boyunca muhatabı Şi Cinping’e yönelik iltifatlarından hareketle onun liderliğini tarihi bir bağlamıyla onaylayan komünist partisi kongresinde oluşan ‘aura’nın etkisinde kaldığını söylemek bile mümkün. Öte yandan, Çin yönetiminin Hong Kong, Tibet, Doğu Türkistan gibi alanlar başta olmak üzere insan hakları konusundaki ihlâlleri ve bu ihlâllerde ‘kararlılığını’ devam ettireceğini şu veya bu şekilde her fırsatta dile getirmesi ya da Güney Çin Denizi anlaşmazlığı gibi ABD’nin müttefiklerinin de bulunduğu bir sorun yumağı karşısında herhangi bir görüş dillendirmemesi bir başka çelişkiye işaret ediyor. Trump, tüm bu konularda -en azından bu ziyaret çerçevesinde- sessiz kalmayı tercih etmesi, ABD’nin sahip olduğu söylenen bizatihi kendi değerleriyle çeliştiği gibi, Asya-Pasifik bölgesinde orta sınıflaşma eğilimi sergileyen toplumlarından gelen talepleri de göz ardı ediyor.


6 Kasım 2017 Pazartesi

Trump Asya’da / Trump in Asia

Mehmet Özay                                                                                                                         04.11.2017

ABD Başkanı Donald Trump, Asya ülkelerini kapsayan resmi ziyaretlerine başlıyor. Başkan Trump’ın beş ülkeyi kapsayan ve on iki gün sürecek ziyareti,  son çeyrek asırda ABD başkanlarının gerçekleştirdiği en uzun süreli ziyaret olma özelliği olmasıyla öne çıkartılıyor. Tabii burada, yine bir yanlış anlaşılmayı önceden haber vermekte fayda var.

Bir önceki başkan Barack Obama döneminden başlayarak ABD yönetiminin Asya Kıtası’ndan kastının bütün bir Asya olmadığı, aksine kalkınmacı ekonomilere ev sahipliği yapan Doğu ve Güneydoğu Asya olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Bu iki bölge, örneğin Ortadoğu’da ve Körfez Bölgesi’ndeki demokrasi, liberal değerler ve toplumsal değişim gibi Batı’nın vazgeçmediği ve hatta belli ülkeler üzerinde dayatmacı politikalarına konu olan ilke ve söylemleriyle herhangi bir ilişkisi ve bağı olmayan, aksine siyasal yapılaşmasını petrol gelirine endeksli oluşan sermaye üzerinden gerçekleştiren toplumsal açılımları ise kısıtlayan sözde geleneksel ve dini değerlerini yaşattığı iddiasındaki devletlerden farklılık taşımaktadır.

Trump 21. Yüzyıl Asya Çağını hatırlıyor (mu?)
Bu ziyaret takvimi, kadim kıta Asya’nın çeşitli bölgelerindeki ülkeleri kapsarken, daha çok küresel olarak 21. Yüzyıl Asya Çağı olgusuyla dikkat çektiğini söyleyebilir. Bir önceki başkan Barack Obama ve yardımcısı Hillary Clinton’un yüksek sesle gündeme taşımakla kalmayıp, 21. Yüzyıl Asya Çağı olgusunu yapılandırma konusundaki politik çabalarıyla da bu sürece açıkça destek verdiklerini hatırlamak gerekiyor.

Obama, ABD dış politikasına yeni bir rota çizerken Ortadoğu süreçlerine verilen ağırlığı durdurup yerine Doğu ve Güneydoğu Asya üzerinde yeniden yapılanmaya giderken bunu hiç kuşku yok ki, ekonomik boyutuyla Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’yla (TPPA) küresel ekonomik düzene yeni bir soluk getirme çabasında gündeme taşımıştı.

Trump’un bu ziyaretle, Obama dönemi küresel politika yapılaştırmasının en bariz örneği olarak ortaya çıkan Asya Çağı söylemini pekiştirici olup olmayacağı merak konusu. Trump yönetiminin bugüne kadar çizdiği performansa bakılırsa, bir takım etkileşimine rastlandığını söylemek zor. Aksine, Trump özelinde, ortada tek ve hırslı bir oyuncu olma arzusuyla öne çıkan bir başkan profili gözlemleniyor.

Bu ziyaret neyi amaçlıyor?
Trump’ın ziyaret çerçevesinde gündeminde Çin, Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Vietnam bulunuyor. Tek başına ele alınmayı hak eden Çin’e karşılık, yirminci yüzyıl boyunca güçlü ittifak kurduğu Japonya ve Güney Kore ile bu sefer Kuzey Kore’nin nükleer tehdidi öne çıkacak. Bu tehditin pekiştirdiği bir yönelimle Japonya’nın kendi savunma gücünü oluşturma ve askeri hareket kabiliyetini geliştirme yönündeki kararlılığı ABD ile yeni askeri anlaşma zeminine taşınabilir. Trump, seyahatinden kısa bir süre önce basına yaptığı açıklamada “Japonya’nın savaşçı bir ulus olduğuna işaret ederek, bununla Çin’e bir mesaj yollaması da önemli bir gelişmenin arefesinde olunduğuna işaret ediyor. Aslında bu mesaj, Japonların bu özelliğini 1890’lı ve 1930’lu yıllardaki askeri girişimlerden iyi bilen Çinlilerin psikolojisini etkilemeye matuf bir yönü olduğu aşikâr. Çin’in bugüne kadarki agresif ekonomik kalkınmasının nedenlerinden biri de, Doğu Asya’da geçmişte yaşananlardır. Kuzey Kore konusu, aynı zamanda Asya Ekonomi Zirvesi’ne katılacak olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le yapılacak görüşmenin de ilk maddesini oluşturuyor.

Ziyaretin ilgi çeken bir diğer boyutu Filipinlere olacak… Maço politikacı sıfatını hak eden ve ABD ile geleneksel ittifak ilişkilerini bozma yönünde söylemiyle dikkat çeken Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte ile yapılacak görüşmelerde Filipinleri yeniden ABD ittifak bloğuna kazandırmanın yolları aranacaktır. Trump’ın Duterte’yi ‘Marawi zaferinden’ dolayı tebriği iki ülkeyi yeniden daha kapsamlı işbirliğine sevk edecek bir sürecin başlangıcı olabilir.

Ziyaretin diğer ayağını oluşturan Vietnam ise belki de en rahat ve verimli ilişkilere konu olacağı düşünülebilir. Yine Obama dönemi politikalarında başarı hanesine yazılan Vietnamla ilişkilerin geliştirilmesi bugün Çin’in giderek ayağını yere sağlam basan bir yönetime sahip olması karşısında hiç kuşku yok ki, Trump yönetiminin de vazgeçemeyeceği bir sürece işaret ediyor.

ABD bölgede yapıcı olabilir mi?
Bu noktada, mevcut ABD yönetiminin, neredeyse her açıdan dinamik olan bir bölgeyi yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, ne şekilde ele alabildiği ve yakın gelecek için ne türden politikalar geliştirebileceği, mevcut ve potansiyel tehdit alanlarına yapıcı ve süreklilik arz eden bir yaklaşım sergileyip sergileyemeyeceği de sorulması gereken sorular arasında bulunuyor.

Aslında yılın bu dönemine kadar geçen politikalara göz atıldığında ABD’nin Kuzey Kore politikası dahil olmak üzere kararlı ve sürdürülebilir bir politika sergilediğini söylemek zor. Bu ziyaret öncesindeki açıklamalara da bakıldığında, Trump’un temel hedeflerinin başında Kuzey Kore karşısında, başta Çin olmak üzere bölge ülkelerinin desteğini sağlamaya matuf bir yönü bulunuyor.

Kuzey Kore konusunda bugüne kadar ABD’nin elini kolunu bağlayan belki de yegâne önemli unsur Çin’in ayak direyen yaklaşımıydı. Ekim ayının sonunda başkan Şi Cinping’in partide elde ettiği güçlü liderlik, bugün Çin’in sadece iç politikada değil, bölgesinde ve de küresel olarak daha da çok söz sahibi olduğu anlamına geliyor. Bu durumda, Çin yönetimi, Kuzey Kore’ye yönelik herhangi bir askeri girişimi bugüne kadar tasvip etmediği gibi, bundan sonra da Kuzey Kore’den doğrudan bir tehdit hasıl olmadıkça bu yönde bir adım atmaya niyeti olmayacaktır.

Bu noktada, devlet başkanı Şi Cinping güçlü bir lider statüsüyle devletin zirvesinde yer edinmesi, ABD yönetimi için farklı bağlamlarda bir istikrar sürecine işaret ederken, yine diğer bağlamlar noktasında yeni ve güçlü bir mücadelenin gelmekte olduğunu da ortaya koyuyor. Trump’ın ziyaretini bu minvalde iyi okumak gerekiyor. Yani ortada, sadece bir Kuzey Kore sorunundan ziyade küresel liderlik alanına has bir yaklaşımın da ortaya konması veya en azından bu sürece evrilecek bir politik zeminin hasıl olması konusunda görüşmeler olacaktır.

Trump’ın 2016 seçimleri sonrasında bölgeye gönderdiği Savunma bakanı James Mattis ve Dışişleri bakanı Rex W. Tillerson’un ziyaretlerinde de kanıtlandığı üzere Trump yönetiminin, seçimler öncesindeki bölgeyi kendi kaderiyle başbaşa bırakabileceği yönündeki söylemin gerçekleşmediği çoktan anlaşılmış durumda. Bu bağlamda, Trump daha o dönem bu türden söylemleri dile getirirken, kimi uzmanların dile getirdiği, ‘Trump altı ayda dış politikayı öğrenir’ iddiasının da böylece doğruluk kazandığını söylemek mümkün.