29 Temmuz 2017 Cumartesi

Çin’de Tiananmen mirası öldü / The Tiananmen ‘heritage’ passed away

Mehmet Özay                                                                                                 28.07.2017

Çin’de aktivist ve nobel ödülü sahibi 61 yaşındaki Liu Xiaobo, ay ortasında on bir yıllık hapis cezasını çekmekte olduğu ülkenin kuzey doğusundaki bir cezaevinde hayatını kaybetti. Liu’nun kaybı, Tiananmen mirasının da bir anlamda kaybolması anlamı taşıyor. Liu adı, ülke içerisinde sadece elitist bir çıkış değil, Tiananmen ruhunun ortaya koyduğu üzere, ülke genelinde siyasal ve toplumsal düzene yeni bir soluk getirecek bir çabanın da adıydı. Bu nedenle Liu’nun kaybının, hiç kuşku yok ki, ülkenin dört bir köşesinde benzer siyasal ve toplumsal açılımları paylaşan kişiler, gruplar ve hatta etnik yapılar tarafından da paylaşıldığını söylemek mümkün. Nihayetinde başkan Şi Cinping özgürlüklere gem vururken bunda din ve etnik yapı farkı yapmadığı ortada.

Liu’nun son dönemde ülkedeki temel insan hakları ve siyasal özgürlüklere dokunan çıkışı Çin yönetimi üzerinde önemli bir etki ve endişe oluşturmuş olmalı ki, cenazesinin gömülmesine bile izin verilmedi. Aksine, ailesinin arzusu hilafına cenazesi bir krametoryumda yakılarak külleri denize döküldü. Çin yönetiminin Liu’nun mezarına dahi tahammül göstermemesi, onunla aynı idealleri paylaşanların somut anlamda onun mezarına ziyaretini engellemek ve bu tür ziyaretlerin neden olacağı toplumsal ilhamın önüne geçmekti.

Liu’nun varlığıyla sembolleşen Tiananmen olgusunun yeni nesillerle buluşmasına olanak tanıyacak tüm araçları ortadan kaldırma eğilimini güçlü bir şekilde ortaya koyan Çin yönetimi, Liu’ya bir mezarı bile çok görerek, aslında Tiananmen ruhunun ortadan kaldırılması çabasına bir yenisi daha eklemiş oldu. Çin yönetiminin Liu’nun ölümünü iki gün gecikmeyle kamuoyuyla paylaşması bile, ekonomik liberalizmin liderliğine soyunan Çin’in bir ölünün öncelikle kendisine, yakınlarına ve ardından geniş kamuoyuna saygısının ne denli  sorunlu olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.

Çin’de yönetimin demokratikleşmesi adına çalışmaları ve faaliyetleriyle tanınan ve eski bir öğretim üyesi olan Liu, Tiananmen gösterilerinin bastırılması sırasında hayatta kalmayı başarsa da, 1999 yılında komünist rejimi değiştirme suçlamasıyla aldığı on bir yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Geçen Mayıs ayında gecikmiş akciğer kanseri tanısına rağmen, Çin yönetiminin sağladığı tedavi koşulları eleştirilirken bazı Batılı ülkelerin tedavi konusundaki yardım yaklaşımlarını da geri çevirerek insani platformda kapıları taker taker kapattı.

Yılın hemen başlarında Davos’ta gerçekleştirilen küresel ekonomi toplantılarında dünyaya liderlik mesajı veren başkan Şi Cinping, ekonomik kalkınmışlığa referansla bir tür göz boyama eylemine soyunurken, Liu gibi bireylere reva görülen uygulamalara imza atmaktan da geri durmamasıyla bir çelişki abidesi olarak ortaya çıkıyor. Liu’ya Nobel barış ödülünü sunan kurum vefatı sonrasında bunun sorumluluğunun Çin devletine ait olduğu yolundaki açıklamasıysa kayda değer bir gelişmeydi. Bununla birlikte, devlet başkanı Şi Cinping ve devletin bu türden uygulamalarının kurbanının Liu ile sınırlı olmaması Çin’deki gelişmelerden endişe edilmesinin süreklilik kazanmasına neden oluyor.

Bu ayın başlarında, G-20 toplantılarında gelişmiş ve demokratik ulusların temsilcilerinin konuyu açıkça gündeme getir/e/memeleri ise, geniş anlamıyla haklar ve özgürlükler konusunda Çin yönetiminin baskıcı politikalarını uluslararası çevrelere kadar genişletmekte olduğunun bir kanıtı olarak algılanabilir. Bu noktada, kimi araştırmacılar, devlet başkanı Şi Cinping’in uluslararası ortamlarda sergilediği güler yüzlü imajına rağmen, mevcut başkanlar arasında insan hakları konusunda en ağır uygulamalara imza atan lider olarak anıyorlar.

Liu, demokrasi talebi ve yanlısı çabalarıyla 2010 yılında Nobel barış ödülüne layık görülmesine rağmen, Oslo’daki törene katılamamıştı. Ancak şahsına saygı anlamında bir sandalyenin boş bırakılması bile Çin yönetimini tepkiye sevketmeye yetmişti. Çin yönetimi, Nobel komitesinin bu kararını, komünist partiye karşı girişim kabul ederek bunun  faturasını Norveç hükümetine kesmiş ve ekonomik işbirliğinde neredeyse ilişkileri askıya almıştı. Liu ödül için Oslo’da bulunamasa da, onun adına okunan konuşma metninde Çin’in bir gün özgürlükler noktasında arzu edilen yere geleceği bir ülke olacağı yönündeki inancını gündeme taşımıştı.

Liu’nun son yıllarında reva görülen uygulama ve nihayetinde hayatını bir esir olarak hücrede kaybetmesi, bugün Çin gençliğinin Tiananmen olgusuyla karşı karşıya getirilmekten sakınılmasının bir sonucudur. Bununla birlikte, söz konusu bu durum, benzer durumdaki diğer aktivist ve hak yanlısı kişi ve grupların neye maruz kaldıkları kadar, ülkenin sorunlu alanları olarak dikkat çekilen Tibet ve Uygur gibi özerk bölgelerde neler yaşandığına da güçlü bir gönderme yapan bir gelişmedir. Öte yandan, Liu’nun ölümü, son dönemde küresel basının gündemine sıklıkla gelen Hong Kong’da özerk yönetim taleplerinin neden ve niçin çok daha güçlü bir şekilde dillendirilmesinin veya Tayvan’da geniş kamuoyunun Çin ana kıtasıyla yeniden birleşme konusunda niçin çekimser bir tavır takınmasının nedenini oluşturuyor.

Liu’nun ardından demokrasi ve özgürlük yanlılarının sadece Batılı liderlerden bir cümle de olsa demeç beklentilerinde olması da günümüzde küresel toplumun değerler noktasında içaçıcı bir durumda olmadığının bir diğer göstergesi.



26 Temmuz 2017 Çarşamba

Çin Hindistan sınırında ‘statüko’ gerilimi / Tension of ‘status quo’ in the border of China and India

Mehmet Özay                                                                                                                         26.07.2017

Çin’in komşularıyla olan anlaşmazlığı denizlerden sonra şimdi karada da nüksetti. Himalayalarda Çin, Hindistan ve Bhutan’ın çevrelediği stratejik dar bir boğazda başlayan gerginlik, özellikle Pekin yönetiminin tehditleriyle devam ediyor. Son gelişmeye sebep,  Çin ordusunun, bölgenin kendi halinde ülkesi Bhutan’ın da taraf olduğu sınır bölgesinde, Haziran ayı başlarında yol inşa çalışmasına başlaması oldu.

Hindistan yönetimiyse, Çin’in Doklam platosundaki varlığının bir uzantısı olarak söz konusu bölgedeki inşa faaliyetini, Hindistan ile Bhutan’ı birbirine bağlayan Siliguri koridorunu kesmeye matuf bir girişim olarak değerlendiriyor. Ve Hindistan tarafı, bu seferki anlaşmazlığın öncekilerden farkına dikkat çekerek, Çin’in bölgede ‘kabullenilmiş’ statükonun aleyhine girişimde bulunduğu iddiasını gündeme taşıyor.

Himalayalarda ulusal güvenlik ve tehdit
Üzerinde anlaşma tesis edilemeyen bu geniş sınır boyunun küçük ortağı Bhutan ise, kritik bir konumda bulunuyor. Bhutan yönetimi, Çin’le herhangi bir siyasi ilişkisi bulunmazken, söz hakkı ve güvenlik konusunu Hindistan’a devretmiş durumda. Öyle ki, Haziran başında Çin ordusunun Bhutan’la sınır anlaşmazlığına konu olan bölgede başlattığı yol inşaası karşısında, Hindistan yönetimi ulusal güvenliğinin tehdit edildiği gerekçesiyle, bir grup askerini Çin tarafına geçirerek bu gelişmeyi engellemek istiyor. Buna karşılık, Pekin yönetimi Hindistan askerlerinin Çin sınırına girmesini ‘istilâ’ olarak adlandırırken, tehdit içerikli açıklamalar birbiri ardına geldi.

Çin dışişleri ve savunma bakanlıkları, Hindistan’ı sınırı ihlâl ettiği gerekçesiyle uyarırken, Hindistan birliklerinin bir an önce sınırın öte yakasına geçmesi konusunda çağrıda bulundu. Çin ordusundan yapılan açıklama sıradan bir çağrı olmanın ötesinde, derhal birliklerin çekilmemesi halinde, Çin’in teritoryal egemenlik sahasını kullanmak için her yola başvurulacağı yönündeki  tehditvari üslub dikkat çekti.

Çin ordusu sarsıl/a/maz!
Savunma bakanlığı sözcüsü Wu Qian bu üslubu daha da güçlendirme adına, “Çin ordusunu sarsmak, bir dağı sarsmaktan daha zordur” diyerek, Hindistan tarafına niyetin gayet net ifade etti. Çin tarafından güç kullanımına matuf bağlamı yüksek bu uyarısının ardında, salt Hindistan’la modern dönemde yaşanan sınır anlaşmazlığı yatmıyor. Bu yaklaşımı, 1 Ağustos’da doksanıncı yılını kutlayacak olan Çin ordusu adına törenler öncesinde bir tür gövde gösterisi olarak yorumlamak da mümkün. Ancak, bölgedeki Çin birliklerinin gerçek mermilerle gerçekleştirdiği tatbikat, Pekin yönetiminin bu ifadelerinden geri atmayacağının bir kanıtı hükmünde. Öyle ki, bu yaklaşımın, açıkçası bir savaş söylemi içerdiğine şüphe yok.

Yeni jeo-politik algılar
Ancak Hindistan ordusunun da şu ana kadar geri adım atmaya yanaşmaması, sadece gerginliğin devamı anlamı taşıyor. Tabii bu gelişme bağlamında tehditkâr tavrın Hindistan’dan kaynaklandığı izlenimi uyanabilir. Bu noktada, dev sınır bölgesinde herhangi bir beliryeliciliğin olmaması, sınır anlaşmazlığının her an için ne denli ciddi sorunlara yol açabileceğinin alt yapısını oluşturuyor. Bu temel sorun, tıpkı bugün olduğu üzere, iki ülkeyi zaman zaman karşı karşıya getirirken, 2013 yılında iki ülke arasında imzalanan taraflar arasında ‘güven artırmayı amaçlayan’ anlaşmanın da, son birkaç yıldaki gelişmeler çerçevesinde arzu edilen amaca hizmet edip etmediğini sorgulatıyor.
Geniş sınır boyu, Himalayalar gibi zorlu coğrafi koşullar ve bunlara ilâve olarak yeni gelişen jeo-stratejik eğilimler ve ulusal güvenlik algısındaki farklılaşmalar, iki ülkenin sınır anlaşmazlığında giderek keskin söylemlerin gündeme taşınmasına yol açıyor. Bu durum, bugüne kadar sürdürülebilir olduğu gözlemlenen statükonun devamının ne kadar reel temeller üzerine dayandığı konusunu şüpheli hale getiriyor.

Bugün Çin-Hindistan sınır anlaşmazlığına konu olan bölge, 1962 yılında yaşanan ve Hindistan’ın geri çekilmek zorunda kaldığı veya yenilgi olarak da addedilebilecek şekilde sonuçlanmıştı. Yukarıda dikkat çekilen Çin dışişleri ve savunma bakanlıklarından yapılan açıklamalar ve Çin medyası işte bu 1962 çatışmasına atıfta bulunarak, Hindistan için sonucun çok daha ağır olacağı konusunda ihtar ediyor. Ancak bugün farklı jeo-politik ve stratejik kaygıların hakim olduğunu ve Himalayalar’daki sınır anlaşmazlığının farklı sonuçlar doğurabileceğini hesap etmek gerekir.

Sınır anlaşmazlığı, dönemsel farklılaşmalar
Haziran ayının başlarında gündeme gelen sınır ihlali, aslında 2. Dünya Savaşı sonrasında Çin ve Hindistan’ın üç bin beş yüz kilometre uzunluğundaki sınır üzerindeki anlaşmazlıklarında yeni bir gelişmeye işaret ediyor. 1962 ve 1967 yıllarındaki sıcak karşılaşmalar yerini mevcut sorunların çözümünün geleceğe ertelenmesiyle, yani bir şekilde statükonun korunması kararıyla bugünlere gelindi.

Ancak bu son gelişme öyle gösteriyor ki, Pekin yönetimi, Güney Çin Deniz’inden sonra şimdi de Himalayalar’da inşa faaliyetine girişerek, bölgede statükonun değişmesi yönünde adım atıyor. En azından Hindistan yönetimi inşa faaliyetini bu şekilde yorumlayarak müdahale ihtiyacı hissediyor.

Tabii, bu gelişmeyi sadece Çin ve Hindistan arasında tarihsel bir karşılaşma olarak yorumlamak mümkün değil. Bu ay içerisinde Hindistan’ın ABD ve Japonya ile Hint Okyanusu sularında gerçekleştirdiği deniz tatbikatı Çin’in küresel açılımı karşısında kritik su yollarında ‘güvenli seyir’ ve ‘uluslararası kabulleri’ sağlamaya matuf bir yönü içeriyor. Hindistan yönetimini bugün Himalayaların bir köşesinde bir bakıma önleyici tedbir almaya iten de, Çin’in Güney Çin Denizi’nde sergilediği ve şu ana kadar da geri adım atma niyetinde olmadığı sivil ve askeri yapılanma gayretleri.

Söz konusu bu kriz, hiç kuşku yok ki, bu hafta Çin’de yapılacak BRISC çerçevesinde yapılacak güvenlik birimleri toplantısında ele alınabileceği belirtilse de, bunun için Çin’in ön adım atmasını beklediği Hindistan’ın harekete geçmesi gerekiyor.


24 Temmuz 2017 Pazartesi

Doğu Timor’da Seçimler Tamam Sıra İstikrarda / Elections done, now time for stability in East Timor

Mehmet Özay                                                                                                                        24.07.2017

Asya-Pasifik bölgesinin genç ülkelerinden Doğu Timor’da hafta sonunda parlamento seçimi vardı. Bir milyon üç yüz bin civarındaki nüfusun 760 bini, 21 partinin katıldığı seçimde 65 milletvekilinin belirlenmek amacıyla sandık başındaydı.

Bağımsızlık hareketinin iki önemli gücü Fretilin %30, Doğu Timor Yeniden Yapılanma Ulusal Kongresi (CNRT) ise yüzde 28 oy alarak koalisyon hükümeti kurulacağı sinyalini verdiler. Özgürleşme Partisi ve Demokratik Parti aldıkları yüzde onar oyla mecliste temsil edilecek. Seçimin süprizi ise, gençlik kitlesine hitap eden Khunto partisinin parlamentoya ilk milletvekilini göndermesi oldu.

Bu seçim, Mart ayında yapılan ve eski özgürlük hareketi liderlerinden Francisco Guterres’in kazandığı devlet başkanlığı seçiminin ardından yeni hükümetin kurulması bakımından önem taşıyor. Devlet başkanı sembolik bir değer taşırken, başbakan ve hükümet ülke yönetiminde söz sahibi. Bu son iki seçim, Birleşmiş Milletler barış gücünün 2012 yılında üldeden çekilmesinden sonra, tüm endişelere rağmen Doğu Timorluların serbest seçimler gibi demokratik uygulamada olgunluk noktasında kayda değer bir gelişmeydi. Ancak, bu seçimlerle birlikte yeni yönetimin gelecek beş yıl içerisinde, genç ülkede toplumsal barışı sağlamaya yönelik nasıl bir istikrarlı yönetim sergileyeceği de merak konusu.

Doğu Timor, 1999 yılında Endonezya’da dönemin devlet başkanı Abdurrahman Wahid’in referandum kararının ardından ada 2002 yılında bağımsızlığını elde etti. Aradan geçen on beş yıla rağmen, ülkede istikrar bir türlü sağlanamadı. Bunun bir nedeni, geçiş dönemlerinde eski savaşçılar ile siyasal ve toplumsal yaşam arasında sağlıklı ilişkinin kurulamamasından kaynaklanıyor. Eski savaşçıların ekonomik ve sosyal güvencelerden yoksun oluşu, halen ellerinde bulundurdukları silah gücüne dayalı öz güven toplumda anarşik olgunun devamını körükleyen bir unsur oluyor.

Seçimler sonrasında siyasi gücü ele geçiren gruplar uluslararası destekle ayakta duran iktidar kaynaklarını kendi yakın çevreleriyle paylaşma yönündeki eğilimleri de toplumsal güvenin zedelenmesinde ve çatışmacı rekabeti körüklüyor. Çıkar çatışmalarının bir yanında ise, uzun çatışma dönemleri gibi, örneğin Endonezya işgali sırasında 1975-1999 yılları arasında yerli gruplar arasından oluşturulan ‘milis’ güçlerin barış dönemine sarkan ve bu dönem ilişkilerinde belirleyici olmaya matuf çeşitli teşebbüslerinden de azade değil.

Bu anlamda, adı geçen süreçte uluslararası yolsuzluk indeksinde Doğu Timor’un 179 ülke arasında 123. sırada olması, genç ülkede ekonomik ve sosyal adalet fotoğrafının hiç de saygın bir yerde olmadığını ortaya koyuyor. Büyük ümitler bağlanarak elde edilen bağımsızlık sonrasında ülkenin neredeyse yarısına yakınını yoksulluk içerisinde yer almasında yolsuzluk gibi önemli bir sosyal problemin payı büyük.

Eski başkan Xanana Gusmao, bu genç ülkede toplumsal refahın adaletin sağlanmasında yegâne unsur olduğunu söylüyor. Ancak, bunun hangi şart ve koşullarda gerçekleştirileceğiyse yukarıda dile getirilen konulardan bağımsız değil. Bu bağlamda, Gusmao’nun “Doğu Timor adalet dağıtımında yeterli kapasiyete sahip değil.” ifadesi de, zaten bugüne kadar niçin hak ve adaletin sağlanamadığının teyidi anlamına geliyor.

Bugüne kadar petrol ve doğal gaz gelirlerinin ülkede temel alt yapı hizmetlerinin eksikliğini gidermeye yetmemiş olması, dış yatırımları bölgeye çekmeye de mani bir durum oluşturuyor. Bununla birlikte, gözler Avustralya ile anlaşmazlığa konu olan Timor denizindeki zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarında. Bölgede 40 ila 50 milyar dolarlık bir rezevrin gündemde olması, yanı başındaki Avustralya’nın da iştahını kabartıyor. İki ülke arasındaki görüşmelerde bugüne kadar herhangi bir çözüme ulaşılamamış olması, Portekiz ve Endonezya’dan sonra Doğu Timorluların Avustralya gibi Anglo-Sakson dünyasının bölgedeki temsilcisi bir ülkeyle ekonomik kaynaklar üzerinde savaş vermesi anlamı taşıyor.

Bu noktada, Avustralya’nın sicilinin pek de iyi olduğu söylenemez. Avustralya, sadece son dönemdeki ajanlık faaliyetiyle Doğu Timor yönetiminde ve de halkında güven kaybına neden olmadı. 1970’li yıllarda Endonezya işgali döneminde, uluslararası genel kabulün dışında bu işgali tanıdı ve Endonezya hükümetiyle Doğu Timor denizindeki petrol ve doğal gaz paylaşımı anlaşmasına imza atarak pragmatist bir siyaset izlediğini açıkça ortaya koydu. Ayrıca, Doğu Timor’un bağımsızlık ilânından sadece birkaç ay önce, Avustralya Birleşmiş Milletler nezdinde deniz sınırlarını konu alan uluslararası anlaşmalardan çekildiğini ilân ederek, Doğu Timor’un bugün de devam eden deniz sınır anlaşmazlığını gündeme getirmesinin önünü aldı. Yani Avustralya bir anlamda, Doğu Timorluların kanı üzerine petrol gelirine konma gibi bir siyaseti gündeme getirmekten çekinmemiş bir ülke konumunda.

Doğu Timor’un bağımsızlık sonrasında bugüne kadar üstesinden bir türlü gelemediği ekonomik düzenini kurma çabasında yeni hükümetle birlikte, bazı alternatiflerin gündeme gelmesi beklenebilir. Bunlar arasında öncelik, yukarıda dikkat çekilen Avustralya’yla yaşanan sınır anlaşmalığında tarafların ‘güven tesisi’ konusundaki yapıcı yaklaşımları sonrasında Doğu Timor hükümetinin önümüzdeki aylarda yeni ve kalıcı bir anlaşmaya imza atması gündemde. Bir diğer konu ise Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) faktörü.

2009 yılında Tayland hükümetinin ASEAN’a üyeliğini desteklediği ve BM barış gücünün 2012’de görev süresinin dolmasının ardından yapılan başvuru bu yıl içerisinde sonuçlandırılmayı bekliyor. O dönem Tayland’ın Doğu Timor’un ASEAN üyeliğine verdiği desteğin, temelde Ada’nın petrol ve doğal gaz kaynaklarının işletim hakkı ve işbirliğiyle bir çıkar ilişkisi var.

Doğu Timor yönetimin bölge ülkeleriyle siyasi ve sosyal entegrasyonunu sağlamak amacıyla ASEAN üye olmak istediği biliniyor. Bu konudaki girişimlerinin nihayet bu yıl sonbaharda yapılması beklenen ASEAN zirvesinde üyeliğinin kabul edilmesi olasılığı bulunuyor. Ekonomik sorunların yanı sıra, Avustralya’yla olan deniz sınır anlaşmazlığının kaynaklık ettiği siyasi sorun ve Endonezya ile olan geçmişte yaşananlardan mütevellik hâlâ giderilemeyen güven sorununun aşılmasında ASEAN anlamlı ve tek seçenek gibi gözüküyor. ASEAN’in bu küçük ada ülkesine bazı katkıları olacağına şüphe yok.


18 Temmuz 2017 Salı

Malabar Tatbikatı ve Asya-Pasifik’te Yeni Güvenlik Perspektifi / Malabar Exercise&New Security Perspective in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                        19.07.2017

Geçen bir hafta boyunda ABD-Japonya ve Hindistan hava ve deniz kuvvetlerine bağlı birliklerin katılımıyla ‘Malabar 2017 deniz tatbikatı’ adı verilen ve Hint Okyanusu’nda gerçekleştirilen tatbikat, Asya-Pasifik’de yeni düzen arayışlarında söz konusu bu denizin önemini bir kez daha ortaya koyuyor.

1990’lı yıllardan itibaren giderek önem kazanmaya başlayan ABD-Hindistan askeri işbirliğinin bugün geldiği nokta, bu iki ülkenin dışında Asya-Pasifik’in en önemli ülkelerinden ve Amerikan’ın vazgeçemeyeceği müttefiki Japonya’nın katılımıyla yeni bir evreye giriyor. Gözler, ABD ve müttefiklerinin Kore Yarımadası’nda her an ortaya çıkabilecek sıcak bir gelişmeye çevrilmişken, bu tatbikat güvenlik meselesinin sadece Kore yarımadasından hareketle Doğu Asya ile sınırlı olmadığını gösteriyor.

Asya-Pasifik’te tehdit algısı
Kuzey Kore’yle en yakın ilişkilere sahip ülke konumundaki Çin’in hem bu süreçte hem de doğrudan kendisinin özne olduğu doğu ve güney Çin denizlerindeki teritoryal genişleme politikası nedeniyle ABD ve bölgedeki müttefiklerinin yeni politikalar geliştirmesine yol açıyor. Bu sürecin ekonomik ayağını, hatırlanacağı üzere Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) ile Obama yönetimi attı. Her ne kadar, Donald Trump yönetiminin ilk günü bu anlaşmayı rafa kaldırdı.

ABD’de Trump yönetiminin TPPA konusunda ‘basiretsizlik’ olarak adlandırılan bu politikası sonrasında gözler büyük ölçüde güvenlik politikalarında. Trump yönetiminin, Japonya ve Güney Kore’yle askeri işbirliklerinde ABD aleyhine gelişen mali sorumluluktan şikayet etmesiyle, Asya-Pasifik bölgesinde Amerikan varlığını geri mi çekiliyor sorularının gündeme gelmesine neden oldu. Bu noktada, uluslararası ilişkilerin süprizlere gebe veya bir başka ifadeyle niyetlenilmemiş sonuçlar doğurabileceğine bir kez daha tanık olundu. Bu anlamda Kuzey Kore’nin genç liderinin füze ihtirası, ABD’nin çok daha geniş çerçeveli bir deniz güvenlik politikasını hayata geçirmekte olduğunun ipuçlarını veriyor.

ABD Asya-Pasifik’te ittifakı alanını genişletiyor
Bu gelişme, ABD yönetiminin küresel ekonomik ilişkilerde içe kapanmacı yönelimine rağmen, güvenlik politikalarında kendini Asya-Pasifik bölgesinden ayır/a/mayacağını bir kez daha kanıtlıyor. ABD’yi, Asya-Pasifik bölgesinin doğu-batı ekseninin iki ucunda yer alan Hindistan ve Japonya ile yan yana getiren bu askeri işbirliğinin, bölgede yeni ve önemli bir başlangıç olduğuna kuşku yok. Tatbikata ABD adına dünyanın en büyük uçak gemisi ile Japonya’ya ait nükleer deniz altının katılması katılması, tarafların bu sularda faaliyetlerini ne denli ciddi boyutta olduğunu da ortaya koyuyor.

Bu noktada, 2. dünya savaşı sonrası şartlarda ordu yapılaşması kısıtlandırılan Japonya ile Asya kıtasında sahip olduğu potansiyel gücü somutlaştırma yönünde kararlı adımlar atmaya niyetlendiği gözlemlenen Hindistan’ın ABD ile böylesine stratejik bir askeri işbirliğinde biraraya gelmeleri kuşkusuz ki, sadece bölge dengeleri açısından değil, dünya dengeleri açısından da oldukça önemli. Bu bağlamda, üç ülke deniz kuvvetlerinin biraraya getiren tatbikatla ilgili yapılan açıklamada, “askeri bağların derinleştirilmesi”nin amaçlandığıyla ortaya konuyordu. 

Temelleri 1990’lı yılların başlarında, ülkenin ekonomik dönüşümününün babası olarak da tanınan dönemin Hindistan başbakanı Narasimha Rao’nun  Hindistan-ABD işbirliğine dayanan bu süreç iki yıl önce, yani 2017’de Japonya’nın da askeri işbirliğine katılmasıyla yeni bir formatif yapı oluşuyor. Bu işbirliğinin, bugün somut bir şekilde tatbikatla ortaya konmasıyla da, kendi içinde istikrarlı bir gelişme gösterdiği söylenebilir. Bu üçlü ittifakın en yakın destekçilerinin Avustralya ve Singapur olduğunu da ekleyelim. Unutulmamalı ki, günümüz uluslararası ilişkiler yapılaşmasında, örneğin Singapur gibi, artık görece küçük kabul edilen ülkelerin bile yeri geldiğinde küresel güvenlik ve askeri politikalarında kayda değer jeo-stratejik rol oynayabileceği ortaya çıkmaktadır.

Bölgesel güç oluşumları
Bu işbirliği kimilerinin ileri süreceği gibi, salt ABD çıkarlarıyla ilintili değil. Aksine, en az ABD kadar, Japonya ve Hindistan’ın da bu işbirliğinden kendi paylarına büyük yarar ve çıkarlar gördüklerine kuşku yok.

Çin’in dünyanın doğu yarısında tarihsel, jeo-stratejik ve jeo-ekonomik öneme sahip denizlerdeki varlığını meşrulaştırmaya yönelik ‘deniz ipek yolu’ projesinin salt küresel ticareti yapılandırmaktan ibaret olmadığı, bir ayağının da güçlü bir şekilde güvenlik alanıyla ilintili olduğuna işaret etmek gerekir. Öyle ki, Çin’in bu deniz yollarıyla ilgili politikalarını, yakın döneme kadar büyük eksikliğini duyduğu deniz yolları üzerindeki ülkelerle işbirliğini öncellemeyi hedefleyen ‘mavi-sular stratejisi’yle gündemine almıştı.

Bu çerçevede, Çin’in doğu ve güney Çin denizindeki sivil ve askeri yapılanmaları ve bölge ülkeleriyle askeri işbirlikleri bir yana, doğrudan Hint Okyanusu’na açılan Myanmar, Bangladeş, Pakistan ve Sri Lanka ile demiryolları, petrol boru hatları gibi daha çok ekonomik yatırımlar şeklinde gündeme gelen işbirliğinin, yeni liman inşaatları ve mevcutlarının konsolidasyonu gibi askeri yönünün öne çıktığı söylenebilecek işbirlikleri, bu okyanusta sularının da yavaş yavaş ısınmakta olduğunun habercisi. Geçen hafta, Malabar deniz tatbikatının sürdüğü sırada Çin’in Cibuti ile yaptığı ve 2026 yılına kadar onbin kişilik askeri varlığıyla burada bir askeri üssü faaliyete geçireği haberi bu yöndeki gelişmeler ışık tutar nitelikte.

Bu bağlamda, Çin gibi doğu ve güney Çin denizlerinden başlayarak, bir yandan Asya-Pasifik bölgesinin doğusunda yani, Endonezya ve Avustralya’yı kuşatan denizlerde, öte yandan Doğu Afrika sahillerine kadar nüfuzuna olanak tanıyacak deniz yolları üzerinde kendini ortaya koyan yeni politikaları, her halükârda Japonya ve Hindistan’ın güvenlik politikalarını yeniden gözden geçirmeleri anlamı taşıyor.

Hindistan pasifist yaklaşımları terk ediyor
Bu gelişmeler üzerine Japonya yönetimi bir süredir, ordunun ulusal sınırlar dışında operasyon kabiliyetini sınırlandıran anayasanın meşhur 9. maddesini değiştirme çabası içerisinde. Kaldı ki, yukarıda dikkat çekilen türden tatbikatlara katılım da, Japonya’nın bu konuda ne denli kararlı olduğunun bir göstergesi. Öte yandan, soğuk savaş yıllarında bağlantısızlar bloğunun en önemli üyesi konumundaki Hindistan’da ulusal ve uluslararası güvenlik konularında artık “Ghandivist”-pasifist yaklaşımları terk etme yönünde kayda değer açılımlara 1990’lı yıllarda başladığı ve bunu tedrici olarak geliştirmekte olduğu biliniyor.

Kimi araştırmacıların dile getirdiği üzere, soğuk savaş sonrasında Hindistan ekonomide liberalleşme yönünde adımlar atarken, bunun güvenlik politikalarına bakan yüzünde de ABD ile dirsek temasını kol kola girme şeklinde tezahür ettiriyor.


17 Temmuz 2017 Pazartesi

15 Temmuz sonrası Malay dünyasıyla ilişkiler / Turkey’s Relations with the Malay World After the 15 July Coup Attempt

Mehmet Özay                                                                                                                         18.07.2017

15 Temmuz darbe teşebbüsünün birinci yılı biterken, beraberinde önemli bir sorgulamanın da geldiği gözlemleniyor. Türk devletinin hem darbe teşebbüsü hem de sonrasındaki süreçler hakkında, özellikle Avrupa Birliği ve ABD’yi ikna çabalarının bugüne kadar ne kadar sonuç verip vermediği ortada. Sürecin daha en başlarında kimi otoriteler, ‘ABD’nin somut iddialarımızı kabul edeceğini ve terör başını iade edeceğini zannetmiyorum’ şeklindeki açıklamaları doğrulanmış gözüküyor. Terör başının iadesinin dışında, Türkiye devleti ve milletinin yaşadıkları konusunda objektif kriterler ölçüsünde değerlendirmenin de Batılı devletler ve kurumlardan sadır olmadığı, bir şüphe ortamının halen ‘inadına’ devam ettirildiğini söylemek mümkün.

Konuya, şayet darbe teşebbüsü Türkiye’deki bir siyasi harekete karşı değil, Türk devletinin varlığına ve Türkiye’deki İslam anlayışını değiştirmeye matuf bir girişimdi diye bakılırsa, bu noktada Batıdan olumlu tepkiler geleceği beklentisinin de bizatihi kendi içinde sorunlu olduğunu söylemek gerekir. Türkiye hiç kuşku yok ki, özellikle Milletler Meclisi ve Nato üyeliğinden bu yana, Batılı demokratik liberal değerler sistemi içerisinde aktif olarak yer alıyor. Bunu salt bir söylem bazında değil, bizatihi çok çeşitli işbirlikleriyle de pratiğe geçirerek kanıtlıyor. Türkiye’nin bu yönde bir politika takip etmesinin de yanlış olmadığı yönünde yaygın bir kanaat hakim. Nedeni ise, Batı ülkelerinde ortaya çıkmış adına demokratik düzen denilen yapının var olan en sağlıklı siyaset ve yaşam biçimi olduğu yönündeki kabuldür. Batılı ülke ve kurumların olumsuz ve aksi pratikleri bir yana, bu düzen içerisinde yer almak bir değerler manzumesi olarak bu dünya görüşü içerisinde yer almayı gerektiriyor.

Darbe teşebbüsü sonrasındaki gelişmelerle bağlantılı şayet pek çok düğüm noktası varsa bunlardan biri de işte burasıdır. Türkiye, tarihsel olarak aidiyet noktasında gerek coğrafyasının büyük bölümü itibarıyla, gerekse sosyo-kültürel ve dini olarak varlığını yaslandığı mekân Asya’dır. Bu noktada, günümüzün gelişmekte olan ve hatta gelişmiş ülkelerinde can alıcı jeo-stratejik ve politik kararlar alınırken yaygın bir şekilde tarihe referanslar yapıldığı düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada kendini çok daha yakın hissetmekle kalmayacağı, bunun ötesinde pratikte de en çok işbirliği ve desteğinin oluşacağı ve bunu dile getireceği coğrafyanın Asya coğrafyası olmasından daha doğal bir şey yok.

Bu nedenle, darbe teşebbüsü sonrasında ve bugüne kadar devam eden süreçte Türkiye’nin en önemli destek alması gereken ülke ve toplumlar da bu coğrafyadan çıkmalı/ydı. Darbe teşebbüsünün birinci yılında, bazı platformlarda adına İslam ülkeleri de denilen devletler ile halkının kahir ekseriyetinin Müslümanlardan oluştuğu devletlerin ülkemizde yaşananları ne şekilde algıladığı, önümüzdeki kısa ve orta vadede Türkiye ile bu anlamda ne türden işbirliklerine kapı aralamaya istekli oldukları sorusu ortada durmaktadır. Bu noktada özellikle,  tarihsel olarak İslam coğrafyasının parçası olan Güneydoğu Asya’da Müslüman Malay dünyası dikkat çekicidir. Türkiye, aradan geçen bir yıllık süreçte bu geniş coğrafyadan hak ettiği desteği alabilmiş midir sorusuna dikkat çekilmelidir.

Türkiye’nin 2000’li yılların başlarından itibaren giderek bölgesel ve ardından küresel bir aktör olma çabasında veya tarihsel anlamda yakın ve uzak hinderlandında ilişkileri yeniden yapılandırma sürecinde ‘devlet’ temsiliyeti ile bugün adına ‘terör yapısı’ denilen unsurun temsiliyetinin iç içe geçtiğine bizzat tanık olundu.

Haddi zatında, devlet kendine bir yön çizerken, yanında veya önünde böyle bir yapının ‘hazırlanmış’ olduğundan hareketle, belki de en azından pragmatik bir seçenekle bu yapıyla işbirliğini öncelleme tercihinde bulundu. Devleti temsil makamındaki kurumların ise, bu süreçte protokol çerçeveleri dışında ilgili bölgelere yönelik özel bir çalışma ve projeksiyon sunmaları da öyle anlaşılıyor ki, ya hiç mümkün olmadı veya olmuşsa bile dikkat çekecek boyutlara gel/e/memiş veya getiril/e/memiştir. Bir diğer husus ise, devleti temsil makamındaki kişi ve kurumların ilgili bölgelerde, bugün adı terörle birlikte anılan yapının çok çeşitli faaliyetlerinde ‘misafir’ konumunda kalmaları veya sadece ‘meşruiyet sağlayıcı’ bir araç haline indirgenmeleri söz konusuydu.

Bu bağlamda, ‘Türk devletini bizatihi temsil ettiklerini’ alenen ifade eden ve ilgili devletlerin sivil toplumlarından devletlerin en üst kurum ve kişilerine kadar karşılarındaki muhataplarını inandıran bu terör yapısının kasıtlı ve bilinçli olarak ürettiği süreçler gözden kaçırılmamalıdır. Öyle ki, bir zamanlar ‘melek’ olan bu yapının, bugün niçin bir canavara dönüşmüş olduğu kadar, bu süreçte ilgili ülkelerde hangi toplumsal softwareleri kullandığı da üzerinde önemle durulmayı gerektiriyor.

Özellikle Malay dünyasında eğitim-medya-sivil toplum üçlüsü böylesi bir donanımın alt yapısını oluşturuyor. Burada -di’li geçmiş zaman kipi kullanmıyoruz, çünkü bu yapının varlığı farklı boyutlarda devam ediyor. İlgili ülkelerde terör yapısının lider tabakasının ve alt kadrolarının yapılaşması dışında, eğitim-medya-sivil toplum üçlüsüyle ilgili toplumlara derinlemesine nüfuz eden ve tıpkı Türkiye’dekine benzer ‘adanmış’ veya daha doğru bir deyişle ‘basireti kapanmış’ yerli kadrolar oluşturduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin uluslararası arenada bu terör yapısıyla verdiği mücadelede, özellikle dini ve tarihsel ilişkilere konu olan ülkelere ve toplumlara hitaben ‘sizin başınıza da bela olacaklar’ söyleminin bir yeri vardır. Ancak bu söylemle her şeyin halledildiğinin düşünülmesi ve mücadelenin protokol süreçlerine havale edilmesi, bir tökezleme anlamı taşıyacağına kuşku yoktur.

Örneğin Tayland, Singapur, Malezya, Endonezya ve Filipinler gibi ülkelerde dünün melek yüzlü yapısı içerisinde değişik derecelerde rol almış ve önemli bir insan kaynağını oluşturan öğrenci kitlesinin bizatihi kendisi, bugün toplumsal konumları ile kayda değer bir temsiliyet arz etmektedirler. Kaldı ki, bu öğrenci kitlesinin en azından bir bölümü, zamanında ilgili ülke üniversitelerinde lisans bitirme tezleri ile yüksek lisans ve doktora tezlerinde bu terör yapısının doğrudan ve açık propagandası niteliğindeki ’akademik’ çalışmalarıyla hem kendileri hem de geniş toplum kesimlerinde bu yapının meşruiyet zeminini oluşturmuşlardır. Eğitimle ulaştıkları toplumsal mobilite sayesinde devlet, özel sektör ve sivil yaşamın çeşitli alanlarında var olan bu kitlenin çeşitli nüfuz düzeylerinde ulaşabildikleri toplumsal kesimler vardır.

Türkiye, sadece terör yapısının adı geçen ülkelerdeki varlığıyla mücadelesi anlamında değil, bundan öte küresel bir vizyon ve İslam toplumlarıyla işbirliği noktasında yeni ve sağlam adımlar atmak durumundadır. Bunun yolu da, dün nerelerde hata yapıldığını anlamak kadar ve bu hataların üstesinden gelmede mikro ve makro tasarımların acilen ortaya konulması gerekiyor. Bu süreçte, protokol yaklaşımlarının ötesinde ilgili ülke ve toplumların softwareleri üzerine yoğunlaşmanın stratejik bir anlam ifade ettiğine kuşku yok. 


13 Temmuz 2017 Perşembe

Malezya Siyaseti Seçime Isınıyor / Malaysian politics is heating up

Mehmet Özay                                                                                                                        13.07.2017

Malezya’da 14. genel seçim atmosferine girilmesiyle birlikte iktidar ve muhalefet arasında mücadele giderek kızışıyor. Altmış yıldır iktidarda olan ve omurgasını Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu’un (UMNO) oluşturduğu Ulusal Cephe koalisyonu bir kez daha yarışı önde bitirme hesapları yapıyor. Öte yandan, 2013 yılı seçimlerinde popüler oyların çoğunu alan, ancak mevcut seçim sisteminin engellerine takılan Umut Cephesi adıyla da bilinen muhalefet bloğuysa son bir hamleyle iktidarı nasıl elde edilebileceği üzerinde yoğunlaşıyor.

Her ne kadar iktidarın adı ‘ulusal cephe’ olsa da, ortada açık seçik bir UMNO iktidarı var. UMNO ile altmış yıldır ittifak yapan Malezya Çin Birliği (MCA) ve Malezya Hint Kongresi (MIC) adlı partiler, ülkede genel politikalar noktasında bir değişikliği öngörebilecek bir pazarlığa sahip değiller. Zaten böyle bir olasılığın pratiğe geçirilmesi demek ülkenin bağımsızlık normlarının kırılması ve hatta parçalanması anlamı taşır. Söz konusu bu iki partinin hükümet içindeki varlığı, kendi etnik yapılarının mevcut olanaklarını bir adım daha öteye taşımak veya mevcut kazanımlardan hiç değilse fire vermemek üzerine kurulu.

İktidar ‘cephesinin’ etnik partilere bürülü ‘ittifakı’nın bir diğer ayağını ise, Sabah ve Saravak’daki görece daha küçük grupları temsil eden diğer yerli etnik partiler oluşturuyor. Son iki seçimde önceki adıyla Halk Cephesi koalisyonu özellikle 2008 ve 2013 yıllarında Malay Yarımadası denilen 9 eyaletten müteşekkil seçim bölgelerindeki kazanımlarıyla iktidarı ufukta görmeye başladı.

Bugün Sabah ve Saravak’ın ulusal siyasette daha ön plâna çıkmasında işte bu faktör önemli rol oynuyor. Malay Yarımadası bağlamında düşünüldüğünde seçimi kaybetmiş sayılabilecek iktidar koalisyonunun bir süredir yegâne can simidi Sabah ve Saravak eyaletleri. Bu iki eyalette siyasi elit, bu güçlerini fark etmeleri nedeniyle federal hükümetten daha çok yatırım payı alma sürecini de bir koz olarak gündeme taşıyor. Muhalefetin, yani bugünkü adıyla Umut Koalisyonu’nun Sabah ve Saravak’da bir türlü ses getirebilecek varlık gösteremeyişinin nedenleri arasında şehirleşme ve eğitim oranının görece düşüklüğü, yerel etnik yapıların ‘kır siyasetine’ dayanması gibi faktörler bölge halkının bağımsız ve bireysel karar alma mekanizmalarının önüne geçiyor. Bu durum, bir tür oto kontrol mekanizması oluşturması kadar, bu iki eyaletteki yerel siyasi partiler de, kendi bağlılarını çeşitli çıkar ilişkileriyle nüfuz edilemez bir yapıya büründürüyor.

Tam da burada muhalefet iktidarı nasıl alır sorusu gündeme geliyor. Ayrı bir yazı konusu olan muhalefet içerisinde yaşanan farklılaşmaları bir kenara koyarak konuşmak gerekirse, muhalefetin sonbaharda yapılması beklenen seçimlerde yine Malay Yarımadası’ndaki seçmenlere ümidi bağlamış gözüküyor. Şehirli seçmen kadar, en önemli ‘cepheyi’ taşradaki ahali oluşturuyor. Enteresandır bu noktada da tıpkı Sabah ve Saravak’dakine benzer bir durumun Malay Yarımadası’nda da ortaya çıktığını, yani taşra siyasetinin başat konumda olduğunu görüyoruz. Üretim süreçlerinde daha çok tarım ve dev plantasyonlar bağlamında yapılaşma gösteren kır toplumunu ‘kontrol’ ve ‘nüfuz’ konusunda UMNO’nun açık ara ağırlığı var. Muhalefetin bu kitleye vaad edebileceği politikalar nelerdir diye sorulduğunda öyle ele avuca sığacak unsurların olduğunu söylemek güç. 

Demokrasi, insan hakları, eğitimde eşitlik, kadın ve toplumsal yaşam, özgür medya vb. günümüz kalkınmakta olan ülkelerdeki popüler konuların Malay Yarımadası kırsalındaki halk için ne kadar anlamlı olduğu sorgulanmaya açık. Kaldı ki, UMNO üst kurulunda belirlenen ve ardından hükümet politikaları olarak gündeme gelen eğitim ve ekonomik yardım, iş ve istihdam, fonlar vb. araçlarla kır toplumu bu siyasi zemine bağlanmış durumda. Bu durumda, muhalefetin bu kitleden bireysel karar mekanizması, toplumsal hareketlere katılm ve yeni aidiyetler oluşturma gibi taleplerle gelmesi sonuç almaya kafi değil. 

Bununla birlikte, yukarıda zikredilen ‘derin’ yapısal duruma karşın seçime yaklaştıkça bazı süpriz gelişmeler oluyor. Şu anki mevcut durumda iktidarın yerini kaybetmeyebileceği ve Necib bin Rezzak liderliğinde iktidarın devam edebileceği konusundaki eğilimler ağır bassa da, süpriz olarak dile getirdiğim unsurlardan biri hasıl oldu. Eski başbakanlardan Dr. Mahathir Muhammed’in geçenlerde İngiltere’de The Guardian’a verdiği mülâkat birilerinin hesaplarını alt üst etmeye matuf bir yön içeriyor. Düne kadar, hapisteki Enver İbrahim’in başbakanlığını kabule yanaşmayan Dr. Mahathir öyle gözüküyor ki, muhalefet cenahında bütüncül bir siyasi birliği sağlamanın yegâne forlümünün Enver İbrahim adında ‘İttifak’ etmekten geçtiğini fark etmiş durumda.

Dr. Mahathir, Enver İbrahim’in 2015 yılında beş yıllık hapis cezasına çarptırılmasının bir siyasi proje olduğunu söyleyerek, sistemin derinlerine nüfuz etmeyi amaçlıyor. Enver İbrahim gibi popüler bir isim karşısında Necib bin Rezzak’ın siyasi bir varlık gösteremeyeceği ve mahkumiyetin siyasi bir karar olduğunu ifade eden de Dr. Mahathir. Dr. Mahathir’in bu çıkışının salt hapisteki muhalefet liderinin adının ‘başbakan’ adayı olarak zikredilmesinden ibaret olmadığını da söylemek gerekir. Dr. Mahathir’in bu yaklaşıma evrilmekte olduğunu, açıkçası  geçen yıl bir vesileyle mahkeme koridorlarında on sekiz yıl aradan sonra Enver İbrahim’le buluşup ‘sohbet ettiğinde’ dikkat çekmiştik. Ancak ‘kurt politikacı’ Dr. Mahathir bugüne kadar bu konuda açık seçik görüş belirtmekten kaçınıyordu...

Bunun ardından ikinci bir süpriz gerçekleşti... İktidar kanadında “nasıl olsa Enver İbrahim hapiste, muhalefet cephesinin de iç sorunlarla boğuşmaktan iktidara yürüyebilecek bir hazırlık ortaya koyamıyor” yönünde bir yaklaşım hakim(di). Bu durum hiç kuşku yok ki, iktidar çevrelerinin bir tür rehavete düşmelerine yol açma ihtimali taşıyor(du). Ancak son dönemde merkezi Londra’da bulunan bir sivil toplum kuruluşunun 1 Malezya Kalkınma Fonu’yla (1MDB) ilgili giderek artan yayınları iktidarı harekete geçirdi. Yani başındaki Singapur’dan başlayarak, çeşitli ülkelere kadar sıçrayan mali skandal hükmünde kabul edilebilecek bu gelişme, Malezya yargı organlarının konuyu kapatmasına rağmen, seçim öncesinin en önemli gündemlerinden birini oluşturuyor.

Bununla birlikte, uluslararası medya konuyu bir şekilde gündemde tutarak Malezya halkını ‘aydınlatmayı’ sürdürüyor. Muhalefet ise, bu süreçte, yukarıda dikkat çektiğim Malay Yarımadası ile Sabah ve Saravak’daki taşra seçmeninde iktidara yönelik desteğin bir ölçüde de olsa değişmesi beklentisi içinde. Her ne kadar, Enformasyon Bakanlığı söz konusu yayınlara ulaşımı engellense de, konu sosyal medya üzerinden gündemde yer alıyor. Uluslararası medyanın gündeme getirdiği bu konunun Malezya halkının gündemine girdiğine dair güçlü kanıtlar olmalı ki, başbakan dahil iktidar temsilcileri konuyla ilgili birbiri ardına açıklama yapma gereği hissediyorlar.

Tüm bunlar olurken, birkaç gün önce muhalefet kanadının en önemli partisi konumundaki Demokratik Eylem Partisi’ne (DAP) yönelik seçim kurulunun aldığı karar gündeme bomba gibi düştü. Bu ise, bu günlerin üçüncü süpriziydi... Seçim kurulu DAP’ın üst düzey yönetim kurulunu belirleyen seçimlerin yenilenmesini istiyor. Bu talep partide seçim usulsüzlüğüne bağlanırken, parti içi seçimin yenilenmemesi halinde DAP’ın yakında yapılacak genel seçimlere giremeyeceği bizzat içişleri bakanınca açıklandı. DAP, sadece Penang Eyaleti’ni yöneten muhalefet partisi değil, aynı zamanda şehirli Çinli seçmeni de peşinden sürükleyen dinamik bir siyasi hareket. Dr. Mahathir’in Enver İbrahim’le ilgili açıklamaları, 1MDB ile ilgili gelişmeler iktidarı köşeye sıkıştırmayı amaçlarken, iktidar gücünü DAP üzerinde göstermeye hazırlanıyor.   


8 Temmuz 2017 Cumartesi

Açe’de İrwandi Yusuf dönemi / Era of Irwandi Yusuf in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                        08.07.2017

Türkiye’de birkaç gündün Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’yu ağırlıyoruz. Önem verildiği gözlemlenen bazı anlaşmalara imzalar atıldı. Jokowi’nin ülkesinde ise Şubat ayında yapılan yerel seçimlerin sonuçları uzun bir aradan sonra nihayet netleşmeye ve yerel yöneticiler birer birer atanmaya başlandı. Henüz Cakarta’nin yeni valisi göreve başlamasa da, Açe Eyaleti’nde yeni vali Çarşamba günü eyalet parlamentosunda yapılan törenle görevine başladı. İrwandi Yusuf.... 2007-2012 yılları arasında da görev yapan tecrübeli lider, ikinci kez valilik makamında. Yani 2017-2022 yıllarında Açe’de İrwandi Yusuf’u yakından izleyeceğiz. Bu yazıda, kendisinden mülâkat talep ettiğim ancak hazırlıklar dolayısıyla geri çevirmek zorunda kalan İrvandi Yusuf’un görüşlerini aktarmak istiyordum. Bir başka sefere kaldı... Bu arada başkan Jokowi’nin Açe’de birkaç yıl görev yaptığını ve “Açe ikinci evim” dediğini de not edelim.

Bu vesileyle, Açe’de bu yeni dönem neler vaad ediyor sorusu üzerinden Endonezya’ya göz atmakta fayda var. Bu yaklaşıma, “Açe Endonezya’yı mı temsil ediyor?” türünden bir soruyla karşılık verilebilir. Tam da aslında yazının konusuyla da ilintili bir soru. Buna verilebilecek uzun cevabı bir akademik çalışma konusu olarak ele almak mümkün. Ancak burada sadece şu kadarını söylemekle yetinelim. 1945 yılında gelen bağımsızlıkta -ki Hollanda ve BM bu kararı 1949 yılında tanıdı- İngilizlerin desteğindeki Hollandalıların Takımadalar’da bir daha istila girişiminde bulunmadıkları yer Açe’dir. 1945-1949 yılları arasında ‘ülkenin’ bağımsızlık normuna sahip, sivil ve askeri temsiliyeti üzerinde taşıyan Açe oldu. Bu nedenledir ki, kurucu babalardan Sukarno’nun 1948 yılında Açe’yi ziyareti sırasında Açe’nin Endonezya ulusu için bir ‘model’ teşkil ettiğini söylemesi bir darb-ı mesel haline geldi.

Gelelim İrwandi’ye... İrwandiyi diğer politikacılardan ayıran yanı, öncelikle mücadeleci yönü. Artık tarih olduğunu düşünebileceğimiz Açe Özgürlük Hareketi’nin sivil kanadında yer alan, o dönem hem kampüste hem de hareket içerisindeki varlığıyla liderlik yönünü geliştiren İrwandi, 26 Aralık 2004 tarihinde yani tsunami günü Banda Açe’nin okyanusa açılan bölgelerinden Kedah’daki hapishanesindeydi. Irwandi’nin, 2007 yılındaki mülâkatımızda paylaştığı üzere, dalgaların bastığı hapishane binasından kurtuluşu bile önemli bir mücadele örneği olarak anlatılmayı hak ediyor.

Açe’nin sorunlarını yakinen bilen İrwandi Yusuf’un ilk dönemde görece elde ettiği ‘başarıları’ tek başına ele almak mümkün. Ancak unutulmamalı ki, tsunami sonrasında oluşturulan yeniden inşa ve yapılandırmadan sorumlu teknik kurum 2009 yılına kadar iş başındaydı. Buna, uluslararası sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini de eklemek gerekir. Ve Açe’ye gerek merkezi hükümet gerekse uluslararası çevrelerden gelen maddi katkının alt yapı hizmetlerinin gelişmesindeki rolü önemliydi.

Bugün ise işler biraz değişti. Artık uluslararası yapılar Açe’de faaliyet göstermiyor. Yol, hava ve deniz limanları, sulama kanalları gibi bazı alt yapı çalışmalarının tamamlandığı söylenebilir. Ancak bunların sürekli hizmet sağlayabilmesi için gereken ara mekanizmalardan maalesef  yoksun. Başkent Banda Açe başta olmak üzere ana şehirlerin su ve elektrik, kamusal alanların temizliği, trafik gibi temel sorunlardan bölge için son derece önemli hava ve özellikle de deniz limanlarının atıllığı göze batıyor. Bürokraside ki atıllık ve yolsuzluk ise tek başına devasa bir sorun...

Endonezya’nın diğer bölgeleri gibi Açe eyaleti de bir tarım toplumu özelliği sergiliyor. Geniş tarım arazileri, hayvancılık faaliyetlerine konu olabilecek plato ve ovaları, devasa ormanlık alanlarının yanı sıra, üç yanının denizlerle çevrili olması kayda değer bir denizcilik faaliyetini akla getiriyor. Petrol ve diğer çeşitli madenlerini saymıyorum... Tüm bu özellikler, sadece Açe’yi kendine yeter ve halkını görece müreffeh bir ekonomik düzeye taşıması için kafi. Ancak sorun da burada başlıyor. Helsinki Barış Anlaşması’nda (2005) Açe’ye özerk yönetim hakkı tanınması ve bu hak içerisinde ulusal ve uluslararası çevrelerle ticari, ekonomik, yatırım vb. ilişkilerde imtiyazlara sahip olmasına rağmen, Açe’nin halen niçin ülkenin en geri kalmış bölgesi olduğu sorusu ortada duruyor. Bu sorunun cevabı, “merkezi hükümet çevrelerinde Açe’ye yönelik halen belli bir önyargının olduğu ve bunun eyaletin kalkınmasının önünü kesmeye matuf bir veche içerdiği” şeklinde verilebilir. Ancak bugün için Açelilerin hiçbir mazereti olmadığı da ortada.

Yukarıda değindiğim üzere ülkenin büyük bir bölümünün kırsal toplum özelliği sergilemesi benzer olumsuzlukların veya gelişmemişliğin ulusal bazda kronik bir nitelik taşıdığı sonucuna götürebilir. Belli başlı şehirler ki, onlar da kahir ekseriyetiyle sömürge döneminde küresel ticaretin aktarma organları olmuş yapılar ve bugün benzerleri gibi ‘metropol’ niteliği taşıyor. Önemli bir bölümü de merkezi iktidar aygıtını oluşturan çevrelerin kalkınmada her daim öncelik tanıdıkları Cava Adası’nda yer alıyor. Ancak bu sorunu çözmek bir yana büyük şehirlere göç olgusuyla birlikte daha farklı sosyo-ekonomik ve kültürel sorunları da beraberinde getiriyor. Bu bağlamda başkent Cakarta’nın durumu ortada. Yeni bir fenomen olarak gündeme getirilen başkentteki resmi kurumları taşınması konusu karşısında yönetim, sorunun mekân değişikliğinden ibaret olmadığını fark etmeli öncelikle.

Tam da burada girişte dikkat çektiğim Açe’nin “model” olma özelliğinin henüz daha vakit varken bir kez daha canlı ve dinamik bir şekilde ortaya konabileceği yönündedir. Açe, tsunami sonrasında açık bir laboratuvar olma özelliği taşıyordu. Ancak bu laboratuvarda çalışması beklenen kişiler, kurumlar maalesef bu imkânı hakkıyla kullanamadılar. Bugün bu özellik devam ediyor mu diye sorulursa, her şeye rağmen, yine ‘evet’ cevabı verebilirim.

İrvandi çözüme nereden başlamalı acaba? Bu noktada ilk tespit şu olsa gerek... Tsunami yardımlarının kayda değer bir öğrenim fonu oluşturduğu ve bugüne kadar beş bini aşkın Açeli sosyal bilimlerden mühendisliklere kadar farklı alanlarda yabancı ülkelerde lisans ve yüksek lisans eğitimi almaları nedeniyle önemli bir kalifiye kadro oluşturdu. Bu insan gücü devlet dairelerinde yeniden yapılandırılmanın önem bir bölümünü oluşturuyor. Çünkü sorunun odaklarından biri yozlaşmış bürokrasi teşkil ediyor. ‘Mükemmelliyetçi’ olmasalar bile, belli bir ideali paylaşan bu genç kitlenin Açe’ye yapabileceği katkı küçünsenmemeli. Ardından mevcut yatırımları destekleyecek ara mekanizmalar, her alana yönelik teknisyen/ara kadro istihdamı, teknolojik donanım, üretimde süreklilik ve ulusal/uluslararası piyasalara nüfuz.

Dün Ankara’da iki ülke işbirliği çerçevesinde imzaya konu olan alanların Endonezya gibi ülkelerde geniş toplum kesimleri veya küçük ve orta üretici kesimleri kapsayacı olmaktan uzak olduğunu söylemek gerekiyor. Bu anlamda ‘dev’ şirketler yerine, küçük ve orta ölçekli işletmeleri sahada çok daha etkin ve verimli işbirlikleriyle görmek mümkün. Bunu en iyi bilen kişilerden biri, kendisi de zamanında küçük işletmeci olan başkan Jokowi’nin kendisi... Jokowi’nin bir süredir dile getirdiği ‘denizci ulus niteliği kazanma çabası’, üyesi olunan ASEAN’da ekonomik işbirliği gibi faktörler, Endonezya’nın batısında Hint Okyanusu’na açılan, Malaka Boğazı’nın girişinde jeo-stratejik ve ekonomik bir yer işgal eden, bir yandan da Malay Yarımadası üzerinde ana karaya bağlanması Açe Eyaleti’nin laboratuvar olma özelliğini haylice pekiştiriyor.

Tüm önyargıları bir tarafa bırakıp, Açe’nin yeni valisi İrwandi Yusuf’un liderliğini de bir kazanç bilerek Açe’nin önünü, dolayısıyla Endonezya’nın önünü açacak kapsamlı işbirliklerinin hayata geçirilmesine ihtiyaç var. Unutulmamalı ki, Endonezya Asya-Pasifik bölgesinin önemli bir ülkesi ve Açe eyaleti de Endonezya’nın tarih boyunca ‘model’ aldığı bir bölge.


5 Temmuz 2017 Çarşamba

ABD Kore Yarımadası’nda Açmazda / The US in stalemate on the Korean Peninsula

Mehmet Özay                                                                                                                         05.07.2017

Kuzey Kore’nin 4 Temmuz günü kıtalararası füze denemesi bir kez daha gözlerin dikkatle Kore Yarımadası’na çevrilmesine neden oldu. Bu ‘dikkate’ sebep ise, artık Kuzey Kore’nin kıtalararası füze denemesinde önemli bir aşamaya gelmesinden kaynaklanıyor. Batılı askeri stratejisyenlerin ve politikacıların bir tür bekle-gör politikasıyla, Kuzey Kore’nin füze ve nükleer denemelerinde nereye kadar ilerleyebileceği konusu bir sınıra dayanmış gözüküyor.

Öyle ki, bugüne kadar ABD’nin tehditleri, Birleşmiş Milletler’in yaptırımları ve ardından Çin’in ‘arabulucu’ sıfatıyla Kuzey Kore’nin icraatlarını durdurma girişimi  sonuç vermedi. Bugün gelinen noktada artık, Kuzey Kore kıtalararası füze denemelerinde ‘çıtayı’ yakalamış durumda. Her ne kadar, söz konusu füzelerin ‘nükleer başlıkla’ ne kadar başarılı olabileceği konusunda şüpheler var ise de, bugüne kadarki şüpheleri gerçeğe tevadül etmede başarılı olmuş bir Kuzey Kore’nin var olduğu unutulmamalı. 

4 Temmuz kutlaması
Devlet başkanı Kim Yong-un, 4 Temmuz’daki füze denemesini bir kutlama mesajı olarak sunmaktan da geri durmadı. Yong-un, bu füze denemesindeki başarısıyla, ABD’nin 4 Temmuz bağımsızlık gününü ‘kutladıklarını’ söylerken, ABD’ye bir kez daha meydan okuduğunu olduğunu alaycı bir dille ortaya koyuyordu. Kuzey Kore’den gelen bu son deneme ve açıklama, ABD devlet başkanı Donald Trump, daha devlet başkanlığı koltuğuna oturmadan önce konuyla ilgili olarak, “Kuzey Kore kıtalararası füze denemelerinde başarılı olamayacak” yönündeki sözlerinin artık bir anlamı bulunmadığına işaret ediyor.

Bu ‘kutlama  mesajı’, Kim Yong-un’un ABD’nin devlet aklıyla alay ettiği anlamı taşıyor. ABD’nin kuruluş yıldönümünde “alın size hediye” diyen Kim Yong-un, bu yaklaşımıyla sadece ABD’yi hedef almıyor. 2011 yılında babasının ölümünden bu yana ülkenin başında bulunan Yong-un ABD’yi kendisine yegâne tehdit bilerek, hedefini sürekli geliştiriyor. Bununla hiç kuşku yok ki, olası bir savaş durumunda ABD’yi nasıl vurabileceğinin hesaplarını yapıyor. Bu hesapları da bugüne kadar gerçekleştirilen füze denemeleri ile ortaya ‘başarıyla’ koyduğu da uzmanlarca teyit ediliyor.

ABD’nin ulusal güvenliği tehdit altında
Batılı uzmanlar Kuzey Kore’nin füze teknolojisinde geldiği noktadan hareketle, “henüz güneydeki Eyaletler değilse bile, Alaska’nın hedefe girdiği” görüşünü dile getiriyorlar. Bu açıklamalar dikkate alınacak olursa, Kuzey Kore ABD sınırlarına çoktan dayanmış durumda. Bu durum, salt bir askeri tehdit değil, ABD’nin egemenlik alanının doğrudan ihlâli anlamı taşımasıyla yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor. Bu son gelişme ve başkan Trump’ın son altı aydır verdiği mesajlar ABD yönetiminde bir gerginlik halinden ve bir karar aşamasında olduğundan bahsedilebilir.

Bu yöndeki bir gelişmeyi Obama dönemi dışişleri bakanı Hillary Clinton’un füze demesi sonrası yaptığı açıklamada bulmak mümkün. Clinton, o dönem izlenen ‘stratejik sabır’ politikasının artık geçerliliğini yitirdiğini ilân etti. Bu çıkış, spontan bir çıkış olmanın ya da Obama dönemi Kuzey Kore politikalarına yönelik bir tür eleştirel yaklaşımın ötesinde, Kuzey Kore’nin uluslararası kamuoyu önündeki aymazlığının dayanılmaz bir hâl almasının kanıtıdır. Clinton’un bu çıkışının Trump yönetiminin Kore Yarımadası’yla ilgili alacağı herhangi bir kararda elini güçlendireceği ve bunun ABD kamuoyunda bir tür ortak bir görüşün gelişmekte olduğunun kanıtı olarak da değerlendirilebilir.
Bu aşamaya kadar, ABD’nin elinden geleni yapmadığını da söylemek mümkün değil. Aksine, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması ve bölgede barışın tesisi konusu, en azından, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana sürekli gündemde. Ancak Kuzey Kore devlet başkanı Kim Yong-un’u masaya çekebileceğini düşünen Trump’ın bu yaklaşımında şu ana kadar başarılı olduğu bir yana, yanıldığını söylemek bile mümkün. Kuzey Kore’nin aradan geçen altı aylık sürede, her önemli toplantı veya ziyaret öncesinde benzer bir füze denemesiyle, sadece ABD’ye değil bölge ülkelerinden başlayarak dünya kamuoyuna meydan okumaya devam ediyor.

Kuzey Kore’nin neden olduğu stratejik tehlike, sadece ABD’yle sınırlı olmadığı da ortada. Kuzey Kore’nin nükleer silah teknolojisini geliştirmesinde görünür hedeflerin Güney Kore ve Japonya olması, bu iki ülkenin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana, ABD’nin bölgedeki müttefiklerinden ikisini oluşturması teşkil ediyor. Ancak Kuzey Kore asıl tehdidi ABD olarak görmesi nedeniyle füze denemelerinde çıtayı ABD sınırlarına ulaşmak olarak belirliyor. Şu ana kadarki gelişmelere bakılacak olursak, çıtayı aşamasa da en azından çıtaya ulaşabildiğini gösteriyor.

Çin anahtar ülke konumunda
Trump yönetimi masaya çekemediği Kuzey Kore’ye ders vermede kararlı olduğunu göstermek için bir süre önce ABD’nin Pasifik deniz kuvvetlerine bağlı gemileri Kore Yarımadası’na çevirse de, tek başına sıcak bir gelişmeye ‘şimdilik’ kapı aralayamayacağını görerek Çin’i devreye soktu. ABD’nin Kuzey Kore Yarımadası’nda tek başına bir askeri teşebbüsde bulunabileceği düşüncesi ihtimal dahilinde gözükmüyor. Zaten bu nedenle, Trump sorunun kökten çözümü için Çin devlet başkanı Şi Cinping’in desteğini istedi.

Çin bugün Kuzey Kore’nin yegâne önemli müttefiki konumunda. 2013 yılından bu yana Çin ve Kuzey Kore ilişkilerinde bir tür gerginlikten bahsedilebilmesi bu gerçeği değiştirebilmiş değil. Kaldı ki, aşağıda değinileceği üzere Çin, son dönem BM yaptırımlarına destek vermesine rağmen, Kuzey Kore yönetiminin nükleer programında sürekli bir ilerleme kaydetmesinin dünya kamuoyu nezdinde anlaşılabilir bir yanı bulunmuyor. Çin’in BM’deki yaptırımlar sürecinde ABD ile ilk ortak teşebbüsü de bir ay önce, yani 3 Haziran 2017 tarihinde gerçekleşti.

Bu yaptırım da bile, Çin tarafı petrol ithali ve Kuzey Kore havayollarına yönelik ambargoya taraf olmayarak işi sürüncemede tutmaya çalıştığını kanıtladı. Çin’in ‘ağır’ ambargo şartlarını kabul edebileceğini belirttiği yegâne şart Kuzey Kore’nin uzun menzilli füze programı denemesini sürdürmeyi veya bir diğer nükleer test yapmasıydı. Geçen günkü deneme sonrasında ABD yönetiminin Çin’in bu duruşuna nasıl bir karşılık vereceği ise kuşkusuz ki merakla bekleniyor.

Küresel bir yaptırım organı kabul edilen BM’de Kuzey Kore ile birbiri ardına alınan kararlara rağmen, bunların hiçbirinin şu ana kadar Kuzey Kore yönetiminin füze denemelerini durdurmasına yetmedi. Kaldı ki, üst üste alınan ve bir sonuç elde edilememeyen bu durumun, bizzat BM’de yılgınlığa yol açtığı bile söylenebilir. Öyle değil mi, küresel kamuoyunu temsil etme makamındaki kurumun bir ülke karşısında bu denli acziyetini anlatabilecek başka bir şey bulunamaz herhalde. Sorunun çözümü ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki varlığıyla doğrudan ilintiliyken, Çin Kuzey Kore yarımadasındaki avantajlı konumundan ferâgat ederek, bölgede ABD’ye teslim olduğu izlenimi vermek istemiyor.