Mehmet
Özay 28.07.2017
Çin’de aktivist ve
nobel ödülü sahibi 61 yaşındaki Liu Xiaobo, ay ortasında on bir yıllık hapis
cezasını çekmekte olduğu ülkenin kuzey doğusundaki bir cezaevinde hayatını
kaybetti. Liu’nun kaybı, Tiananmen mirasının da bir anlamda kaybolması anlamı taşıyor.
Liu adı, ülke içerisinde sadece elitist bir çıkış değil, Tiananmen ruhunun
ortaya koyduğu üzere, ülke genelinde siyasal ve toplumsal düzene yeni bir soluk
getirecek bir çabanın da adıydı. Bu nedenle Liu’nun kaybının, hiç kuşku yok ki,
ülkenin dört bir köşesinde benzer siyasal ve toplumsal açılımları paylaşan
kişiler, gruplar ve hatta etnik yapılar tarafından da paylaşıldığını söylemek
mümkün. Nihayetinde başkan Şi Cinping özgürlüklere gem vururken bunda din ve
etnik yapı farkı yapmadığı ortada.
Liu’nun son dönemde
ülkedeki temel insan hakları ve siyasal özgürlüklere dokunan çıkışı Çin
yönetimi üzerinde önemli bir etki ve endişe oluşturmuş olmalı ki, cenazesinin
gömülmesine bile izin verilmedi. Aksine, ailesinin arzusu hilafına cenazesi bir
krametoryumda yakılarak külleri denize döküldü. Çin yönetiminin Liu’nun
mezarına dahi tahammül göstermemesi, onunla aynı idealleri paylaşanların somut
anlamda onun mezarına ziyaretini engellemek ve bu tür ziyaretlerin neden
olacağı toplumsal ilhamın önüne geçmekti.
Liu’nun varlığıyla sembolleşen
Tiananmen olgusunun yeni nesillerle buluşmasına olanak tanıyacak tüm araçları
ortadan kaldırma eğilimini güçlü bir şekilde ortaya koyan Çin yönetimi, Liu’ya
bir mezarı bile çok görerek, aslında Tiananmen ruhunun ortadan kaldırılması
çabasına bir yenisi daha eklemiş oldu. Çin yönetiminin Liu’nun ölümünü iki gün
gecikmeyle kamuoyuyla paylaşması bile, ekonomik liberalizmin liderliğine
soyunan Çin’in bir ölünün öncelikle kendisine, yakınlarına ve ardından geniş
kamuoyuna saygısının ne denli sorunlu olduğunu
bir kez daha ortaya koyuyor.
Çin’de yönetimin
demokratikleşmesi adına çalışmaları ve faaliyetleriyle tanınan ve eski bir
öğretim üyesi olan Liu, Tiananmen gösterilerinin bastırılması sırasında hayatta
kalmayı başarsa da, 1999 yılında komünist rejimi değiştirme suçlamasıyla aldığı
on bir yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Geçen Mayıs ayında gecikmiş akciğer
kanseri tanısına rağmen, Çin yönetiminin sağladığı tedavi koşulları
eleştirilirken bazı Batılı ülkelerin tedavi konusundaki yardım yaklaşımlarını
da geri çevirerek insani platformda kapıları taker taker kapattı.
Yılın hemen başlarında
Davos’ta gerçekleştirilen küresel ekonomi toplantılarında dünyaya liderlik
mesajı veren başkan Şi Cinping, ekonomik kalkınmışlığa referansla bir tür göz
boyama eylemine soyunurken, Liu gibi bireylere reva görülen uygulamalara imza
atmaktan da geri durmamasıyla bir çelişki abidesi olarak ortaya çıkıyor. Liu’ya
Nobel barış ödülünü sunan kurum vefatı sonrasında bunun sorumluluğunun Çin
devletine ait olduğu yolundaki açıklamasıysa kayda değer bir gelişmeydi.
Bununla birlikte, devlet başkanı Şi Cinping ve devletin bu türden
uygulamalarının kurbanının Liu ile sınırlı olmaması Çin’deki gelişmelerden
endişe edilmesinin süreklilik kazanmasına neden oluyor.
Bu ayın başlarında,
G-20 toplantılarında gelişmiş ve demokratik ulusların temsilcilerinin konuyu
açıkça gündeme getir/e/memeleri ise, geniş anlamıyla haklar ve özgürlükler
konusunda Çin yönetiminin baskıcı politikalarını uluslararası çevrelere kadar
genişletmekte olduğunun bir kanıtı olarak algılanabilir. Bu noktada, kimi
araştırmacılar, devlet başkanı Şi Cinping’in uluslararası ortamlarda
sergilediği güler yüzlü imajına rağmen, mevcut başkanlar arasında insan hakları
konusunda en ağır uygulamalara imza atan lider olarak anıyorlar.
Liu, demokrasi talebi
ve yanlısı çabalarıyla 2010 yılında Nobel barış ödülüne layık görülmesine
rağmen, Oslo’daki törene katılamamıştı. Ancak şahsına saygı anlamında bir
sandalyenin boş bırakılması bile Çin yönetimini tepkiye sevketmeye yetmişti.
Çin yönetimi, Nobel komitesinin bu kararını, komünist partiye karşı girişim
kabul ederek bunun faturasını Norveç
hükümetine kesmiş ve ekonomik işbirliğinde neredeyse ilişkileri askıya almıştı.
Liu ödül için Oslo’da bulunamasa da, onun adına okunan konuşma metninde Çin’in
bir gün özgürlükler noktasında arzu edilen yere geleceği bir ülke olacağı
yönündeki inancını gündeme taşımıştı.
Liu’nun son yıllarında
reva görülen uygulama ve nihayetinde hayatını bir esir olarak hücrede
kaybetmesi, bugün Çin gençliğinin Tiananmen olgusuyla karşı karşıya
getirilmekten sakınılmasının bir sonucudur. Bununla birlikte, söz konusu bu
durum, benzer durumdaki diğer aktivist ve hak yanlısı kişi ve grupların neye
maruz kaldıkları kadar, ülkenin sorunlu alanları olarak dikkat çekilen Tibet ve
Uygur gibi özerk bölgelerde neler yaşandığına da güçlü bir gönderme yapan bir
gelişmedir. Öte yandan, Liu’nun ölümü, son dönemde küresel basının gündemine
sıklıkla gelen Hong Kong’da özerk yönetim taleplerinin neden ve niçin çok daha
güçlü bir şekilde dillendirilmesinin veya Tayvan’da geniş kamuoyunun Çin ana
kıtasıyla yeniden birleşme konusunda niçin çekimser bir tavır takınmasının
nedenini oluşturuyor.
Liu’nun ardından
demokrasi ve özgürlük yanlılarının sadece Batılı liderlerden bir cümle de olsa
demeç beklentilerinde olması da günümüzde küresel toplumun değerler noktasında
içaçıcı bir durumda olmadığının bir diğer göstergesi.