Mehmet Özay 21 Eylül 2015
Çin
Devlet Başkanı Xi Jinping, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun New York’da
yapılacak yetmişinci yıl dönümü toplantıları için Amerika Birleşik
Devletleri’nde. Bu ziyaret, Jinping’in geçen yılki ziyaretinin ardından ikinci
ziyaret olurken, BM’nin bu önemli yıldönümünde Çin-ABD ikili ilişkilerinin yanı
sıra, küresel bağlamda gündemi oluşturan çeşitli konuların da ele alınacağı
öngörülüyor.
Çin-ABD
ilişkilerine geçmeden önce, BM’deki tarihi toplantıya dair birkaç hususa
değineyim. Hiç kuşku yok ki, BM Genel Kurulu’nun bu tarihi toplantısına,
savaşların ve ekonomik krizlerin gölgesinde giriliyor. Bu anlamda, BM’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış ülkelere yeni
bir umut olma amacıyla kurulduğu 1945 yılı ruhunu yeniden yansıtıp
yansıtmayacağı merak konusu. Bu anlamda, zaten bir bölümünün çoktan başladığı
bu yılkı toplantılar boyunca küresel sorunların masaya yatırılacağı görülüyor.
BM Güvenlik Konseyi gibi sınırlı sayıda ülkenin katılımının aksine, Genel Kurul
toplantısı kimi gözlemcilerin ifadesiyle uluslararsı “diplomatik ticaret fuarı”nı
andırıyor. Bu bağlamda, bu önemli yıl dönümünü özel kılan bir diğer husus ‘A
Takımı Diplomatları’ olarak adlandırılan Çin, Rusya, İngiltere devlet ve
hükümet başkanlarının yanı sıra, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, İran Devlet
Başkanı Hasan Ruhani, Mısır Devlet Başkanı Addul Fettah Sisi gibi devlet
adamlarının da aralarında yer aldığı 140 devlet ve hükümet başkanı
toplantılarda hazır bulunacak. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, dünyaya
özellikle belli coğrafyalara toplumsal huzurun henüz gelmemiş olması kuşkusuz
ki, tartışmaların boyutunu belirleyecektir.
Bu
bağlamda, BM’nin önümüzdeki dönem için gündeminde yer alacağı belirtilen
“Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” başlıklı bir proje üzerinde de çalışmalar
sürüyor. Aslında bu, hem sürdürülebilirlik hem de kalkınma gibi kavramlar ilk
defa ortaya atılmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan Batılı
ülkelerce açık seçik bir şekilde, o dönemin Sovyet Rusya’sı tarafından üstü
örtülü bir şekilde ortaya konulan ve Üçüncü Dünya ülkelerini hedef alan
kalkınma programlarının odağında ‘sürdürülebilirlik’ bulunuyordu. Ancak 20.
yüzyıl boyunca ortaya konan tüm kalkınma hedeflerinin üçüncü dünya denilen
coğrafyada hak edilen kalkınmacı hedeflerin gerçekleştirilmesine yol açmadığı
gibi, insan hakları-silahlanma-çevre-gıda güvenliği gibi tüm insanlığı
ilgilendiren hususlarda umutsuzluğu pekiştirecek politikalar egemen oldu.
Bununla elbette, örneğin Güneydoğu Asya ülkelerinin önemli bir bölümünde aradan
geçen, diyelim ki en azından yarım yüzyıllık süreçte hiçbir kalkınma olmadığını
söylemek istemiyorum. Ancak, kalkınmacılığın insani değerlerle eşgüdümlü
yürü/tüle/mediği, başta maddi/manevi yolsuzluklar ile insan elinin ürünü olarak
doğal afetlere yol açan yanlış endüstrileşme ve kalkınma politikalarının acısı bölge
halklarınca yakinen hissediliyor.
Bunun
en son ve en önemli örneğini Çin oluşturuyor. Bugün dünyanın ikinci büyük devi
konumundaki Çin, önde gelen büyük şehirlerinde yaşanan ve çok temel bir insan
hakkı ihlali olarak kabul edilmesi gereken hava kirliliğiyle mücadelede henüz
başarılı olabilmiş değil. Çin’in kendi sınırları içerisinde Tibet, Uygur, Hong
Kong ve de hâlâ üzerinde siyasi egemenlik iddiasını sürdürdüğü Taiwan’la
ilişkilerindeki kaçınılmaz sorunlara, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde bölgesel ve
de küresel deniz ticaretini tehdit boyutundaki girişimleri eklemleniyor. Soğuk
Savaş’ın bitmesinden bu yana yirmi beş yıl boyunca ekonomisini dünyaya
açmasıyla onaylanan Çin, aslında bu yanıyla da küresel kapitalizm devlerini
ikna edebilmiş değil. Yabancı yatırımcılar üzerinde kurulan baskılar bir
süredir gündemde.
Bunun yanı sıra, her ne kadar, Çin yönetimi kontrol edilebilir
olduğunu söylese de, son dönemde yaşanan ekonomik kriz karşısında, örneğin
Cumhuriyetçilerin başkan adaylarından Donald J. Trump, ABD’nin Çin ekonomisine
aşırı etkileşimi nedeniyle kendilerini de batıracağını açıklamasıyla dikkat
çekiyor. Çin yönetiminin sadece ‘güvenlik’ olgusunu öne çıkartarak yöneltilecek
eleştirilere tatminkâr cevap verebileceğini düşünmek mümkün değil. Öte yandan,
Batı’ya bir dünya gücü olarak kendini lanse ettirme çabasında olacağı da
düşünüldüğünde, son yirmi yılda tedrici olarak geliştirdiği askeri varlığı ve
de ekonomisindeki görece kalkınmışlık özelliği dışında acaba hangi ülkeler
Çin’i bu anlamda ABD’nin yanında veya alternatifi olarak görmeyi tercih
edeceklerdir.
Bu
minvalde Xi Jinping-Obama görüşmelerinde yukarıda değindiğim hususların şu veya
bu şekilde ele alınacağını düşünebiliriz. Bu tip ziyaretlerde tarafların, işin
içinden ‘başarıyla’ çıkılması gibi biraz da medyatik yönü öne çıkartacaklarını
unutmamak gerekir. Ancak Xi Jinping’in, yaklaşık iki yıllık iktidarı boyunca güler
yüzlülüğünü ülke politikalarına yansıtmadığı eleştirisi yüksek sesle
dillendiriliyor. ABD yönetiminin gerek Çin yönetiminin kendi halkına karşı,
gerekse bölge ülkeleri üzerinde doğurduğu kaygı boyutunu dile getirmemesi de,
ABD’nin en azından kendi ilkeleri doğrultusunda bir zaafiyet olarak
görülecektir.
Buna
ilâve olarak, Çin’in tüm arzularına rağmen, ABD’nin Çin’i
eşit bir küresel güç mesabesinde görmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Çin,
komşu ülkelerce de hak iddiasında bulunulan su yolları üzerinde suni adalar
inşasıyla Güney Çin Denizi sorununun devam etmesi yönünde bir tür inatlaşma
süreci sürdürdüğü ileri sürülebilir. Bu gelişme karşısında, ABD’nin endişesi sadece
askeri egemenlik anlamında değil, bunun ötesinde bu gelişmeleri küresel serbest
ticarete vurulabilecek bir darbe olarak algılamasından kaynaklanıyor. Örneğin
tıpkı 19. yüzyıl başlarından itibaren Bengal-Çin arasındaki yürütmeye ve de
yönetmeye başladığı ticaret üzerinde deniz yolu güvenliğini büyük bir sorun
olarak gören İngiltere gibi, bugün de ABD benzer kaygıları taşıyor. Bu sorunlu
alanlar varlığını sürdürürken, büyük devletlerin her zaman alternatifleri
vardır görüşünü bir kenarda tutarak, söz konusu bu iki ülkenin oturup hangi
küresel sorun etrafında ortak politikalar geliştirebilecekleri sorusu akla
geliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder