Mehmet Özay
10 Eylül 2015
Yaklaşık beş yıl önce Türk
üniversitelerinde niçin Malay çalışmaları bölümü olmadığı konusunu işleyen ve
bu anlamda bir çağrıda bulunan bir yazı yayınlamıştık. Aradan geçen süre
zarfından bu yazının ne kadar etkisi oldu bilinmez ancak, nihayet böylesi bir
inisiyatif geliştirildi. Son bir yıldır aşağıda değineceğim kurumların tabiri
caizse hummalı çalışması yeni bir kurumun hayata geçirilmesine vesile oldu.
Malezya’dan Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi ile Türkiye’den Fatih
Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi işbirliği bu hafta başında Kuala Lumpur’da
yapılan mütevazi bir tören ve akabinde heyetler arasında görüş alış verişinin
gerçekleştirildiği toplantılarla hayata geçirilmiş oldu. İstanbul ve Kuala
Lumpur’da olmak üzere iki merkezli yürütülecek çalışmalar “Malay Dünyası ve
Osmanlı Araştırmalar Merkezi” adını taşıyor. Gerek Malezya’da gerekse
Türkiye’de yaşanan ‘hengameler’ arasında, kimilerince pek dikkat çekici bir
gelişme olarak değerlendirilmese de, tarihe geçecek bir boyutu olduğunu
düşünüyorum.
Pür sivil bir inisiyatifin ürünü olan bu
merkezin açılışının, uluslararası mahiyet taşıması ve iki ülkenin özellikleri
dolayısıyla hükümetlerin de manevi destek verdiği bu oluşumun hayırlı olmasını
diliyorum. Söz konusu açılış töreninin, Prof. Dr. Seyid Naqib Al-Attas’ın büyük
gayretleriyle, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen kıymetli bilim adamlarının
eğitim öğretim faaliyetlerine katkıda bulunduğu ISTAC salonunda
gerçekleştirilmiş olması anlamlıydı. Her ne kadar, ISTAC süreçte eski
hüviyetinden çok şey kaybetmiş olsa da, bunun gerekli çabalar ortaya konulması
halinde, yeni doğan bu kurum vasıtasıyla devam ettirilebileceğine inanıyorum. Zaten
gerekli çabalar ortaya konmazsa, bunu ilk eleştiren de biz olacağız.
İlk etapta, özellikle Türkiye
perspektifinden bakıldığında ‘Malay dünyası’ kavramı muğlak duruyor olabilir.
Kurumun bir ayağının Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da olmasının, ‘Malay’
kelimesinin ‘Malezya’ ile örtüştüğü gibi bir yanılgının hemen önüne geçmekte
fayda var. Malay dünyası, tüm etnik ve dilsel zenginliğine rağmen, tarihsel
olarak geliştirdikleri dini, toplumsal, kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı
nedeniyle aynı kültür ve medeniyet içerisinde ele alınan geniş bir coğrafyaya
atıfta bulunuluyor. Bu coğrafyanın sınırları Borneo Adası, Filipinlerin ve
Tayland’ın güneyi, modern Malezya ve Endonezya devletleri sınırlarının
ötesinde, açılış seremonisinde konuşma yapan IIUM Onursal Başkanı eski Kültür
Bakanı Dr. Rais Yatim’in de vurguladığı üzere Sri Lanka, Madagaskar ve Güney
Afrika’ya uzanan bir vechesi de bulunuyor.
Öte yandan, ‘Osmanlı’ kelimesinin
kullanımının, büyük bir geçmişe atıfla bağlantılı olduğuna şüphe yok. Bu ‘büyük
geçmişin’ Avrupa sularında ve kara parçasında, Doğu Akdeniz ve Süveyş’deki
Osmanlı varlığıyla sınırlı olmayıp, Basra ve Zamorin’den Batı Hindistan’a,
Malaka’dan Tidor, Açe’den Ternate’ye kadar uzanan boyutuna atıf yapmak mümkün
(Bkz.: M. N. PEARSON. (2005). The World of the Indian Ocean
1500-1800: Studies in Economic, Social and Cultural Historys, s. 60) Bununla birlikte, Osmanlı’dan kasdın
‘Türk’ vurgusu olduğu söylenebilir. Bu noktada, örneğin Malay dünyasıyla
ilişkiler çerçevesinde ‘Osmanlı Türkleri’ diyerek genelleştirdiğimiz boyutun,
çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz ve bizden öncede bazı kıymetli bilim
insanlarının metinlerinde yer alan ‘Selçuklu bağlantısını’ yerli yerine
oturtmak gerekir.
Tam da bu noktada, 1985-88 yıllarında Endonezya Büyükelçimiz
merhum Metin İnegöllüoğlu’nun, büyükelçilik vasıfının dışına çıkarak bir sosyal
antropolog misali, Suhartolu yılların zorlu koşullarında Açe’ye giderek
Türklerle bağlantısı olduğu belirtilen mekanları ziyaret edip, oradaki
insanlarla bizzat görüşmesi, dönemin önde gelen bilim adamı, Prof. Ali Haşimi
ile yazışmasını, bunları makale ve kitap boyutunda yayınlaması ve paylaşmasını
bir örnek vakıa olarak hatırlıyorum. Kaldı ki, Batılı referanslar dikkate
alındığında ‘Türk’ unsuruna tekabül eden Rum, Rumi, Türkoman gibi çeşitli
farklı kullanımların doğrudan Osmanlı ana kütlesine değil, Delhi, Buhara,
Bağdat vb. daha farklı coğrafyalardaki Türk unsurlarına gönderme olduğuna tanık
olunur.
Kurumun adının ‘Malay dünyası
çalışmaları’ ve ‘Osmanlı çalışmaları’ şeklinde algılanması beklendiğinde
karşımıza devasa bir çalışma alanının çıktığı görülür. Tabii bu noktada, ilk
yaklaşımın Türk-Malay dünyası arasında geliştirildiği varsayılan ilişkilerin
toplamına ulaşmak gibi pratik bir yaklaşım da sunabiliriz. İşin ilk safhasında,
yani ‘Malay dünyası’nda diyelim ki, bizi daha çok ilgilendirdiği varsayılan
vechesiyle İslamlaşmayla başlayan dönem/ler bugüne kadar hiç çalışılmadı mı
acaba diye haklı olarak soru sorulabilir. Bunun bir adım ötesine geçerek, ‘Osmanlı/Türk-Malay
ilişkileri’yle ilgilenen var mıydı?’ sorusu da bir o kadar haklılık payı
taşıyor. Her iki soruya da verilecek karşılık oldu, hem de kapsamlı çalışmalar
gerçekleştirildi şeklinde verebiliriz. 16. yüzyıl başlarından itibaren
sömürgeciliğin Malay dünyasının bir ucundan diğerine uzanan serüveninde tüccarlarının
ve ordularının yanı sıra tarihçilerini, sosyal ve fen bilimcilerini yanlarında
getiren Batı Avrupa’nın ilgili ülkelerininin ‘Doğu Hint Şirketleri’,
araştırmalarıyla Malay dünyasının tabiri caizse altını üstüne getirdiler. El
değmemiş bir nehir, bir dağ; incelenmemiş bir el yazması; çizimleri yapılmamış
bir mimari yapı kaldı mı acaba diye sormak istiyorum. Bunları söylerken,
yukarıda zikrettiğim yeni kurumun önündeki zorluklar kadar dolaylı olarak bazı
imkânlara da dikkat çekmek istiyorum.
Bu noktada, kıymetli tarihçilimiz Halil
İnalcık’ın 1960 yılında kaleme aldığı “Bursa and The Commerce of the Levant”
başlıklı makalesinde dile getirdiği hususun bu merkezin çalışmalarında bir yol
gösterici olabileceğini düşünüyorum. İnalcık, Doğu Akdeniz liman şehirlerinde
Avrupalı tüccarları konu alan Avrupalı tarihçilerin Venedik ve Cenova arşivleri
temelli yaklaşımlarındaki ‘taraflılığa’ dikkat çekiyor. İnalcık’a göre, bu
tarihçiler Osmanlı yöneticilerinin bu bölgedeki ticareti konu alan tedbirlerini
ele almakla birlikte, bölgenin kendi iç dinamiklerini görmezden geldiklerini
söyleyerek eleştiriyor. Bu ve benzeri hususları Malay dünyasını veya Malay-Türk
tarihsel bağlantısı ele alan Batılı araştırmalarda da bulmak mümkün. Merkezin
çalışmalarında bu husus bir çıkış noktası olarak duruyor.
Bir diğer öncelik taşıdığını düşündüğüm
husus, tüm savaşlara, toplumsal kargaşalara, yıkımlara rağmen, Açe’den
başlayarak Malay dünyasının ücra köşelerine kadar ellerinde silsileler bulunan
aileler, naif bir kolleksiyoner olarak el yazma eserlere sahip yerli
kolleksiyonerler, yüzyılların İslami bilimler alanındaki birikiminin devam
ettiricisi konumundaki geleneksel alimler sahada araştırmacıları bekliyor.
Umulur ki, İstanbul ve Kuala Lumpur merkezli bu oluşum, ilgili alt çalışma
alanlarını oluşturarak, lisan düzeyinden başlayarak genç araştırmacıları sahaya
yönlendirebilme politikalarını bir an önce sürdürülebilir bir şekilde
uygulamaya geçirir. Böylece akademi dünyasıyla, yukarıda zikrettiğim halk
kesimlerinin sahip oldukları zenginliği biraraya getirme imkânı doğar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder