Mehmet Özay 4 Eylül 2015
2
Eylül, Pasifik Savaşı’nın 70. yıldönümüydü. Çin yönetimi gerçekleştirdiği dev
gösterilerle, Japonya’nın alt edilmesi anlamına gelen bu yıldönümünü, bir ‘Çin zaferi’
olarak algılatma çabası sergiledi. Bu girişimin, Çin halkı nezdinde bir tür
‘milliyetçilik’ ruhunun pekiştirilmesine katkısı kadar, Batı’ya yani ABD’ye
verilmek istenen ‘güçlü bir Çin’ mesaj mahiyeti de vardı. Vladimir Putin’in
törenlere iştiraki ve Xi Jinping’in yanı başında olması da önemliydi.
Çin’in
geçen Çarşamba günü gerçekleştirdiği gövde gösterisi, yüzyıllar öncesinde Çin Duvarı inşasını
hatırlatıyor. Nitelik ve nicelik olarak kimilerini hayran kimilerini korku
içinde bırakan tören alanını dolduran savaş ‘oyuncakları’nın, bölge ülkeleri ve
de küresel anlamda geniş dünya kamuoyu üzerinde bir güven tesis edip etmediği ise
tartışmalı. Kaldı ki, Çin Komünist Partisi’nin 17. Merkez Komitesi’nin 2011’de
yapılan toplantısında, Xi Jinping’le birlikte Çin’in küresel imajında olumlu
değişikliklere gidileceği yolundaki politikaların bugüne kadarki icraata
geçirilişinin küresel anlamda ne denli cazibe merkezi oluşturmaya katkı yaptığı
da şüpheli.
Oysa
ki, 2. Dünya Savaşı gibi insanlık tarihinin en yıkıcı sürecinin sona ermesini
konu alan kutlamaların daha farklı bir seyir takip etmesi beklenirdi. Kimileri,
70. Yıl kutlamaları dolayısıyla çatışmacı bir yaklaşımın öne çıkartıldığı
iddiası yerine, Çin’in askeri gücünün ‘caydırıcılık’ olduğunu ileri sürebilir.
Yaşadığımız bölgede, yani Güneydoğu Asya’da önde gelen kimi aydınların Kırım ve
Ukrayna Krizlerinde Rusya’nın duruşuna haklılık kazandıracak söylemlerini, ‘Tek
kutuplu dünyaya hayır’ perspektifinden gündeme taşıdıklarına tanık olmuştuk
yakın geçmişte. Ancak bugün, gerek geçen Mayıs ayında Moskova’da, gerekse bugün
Pekin’de başat bir savaşçı ruhu öne çıkartan anlayışın da dünyayı pek sağlıklı
bir sürece taşımayacağı aşikâr. Bir yandan tüm ekonomik açmazlarına rağmen Rusya, öte
yandan birkaç on yıldır tedrici olarak ordusunu sürekli takviye eden Çin’in
sergilediği savaş araç gereçleri oyuncakçı dükkânına giren küçük
çocuklar edasıyla algılanamaz.
Öte
taraftan, Çin’in, 70 yıl önce ABD’nin girişimiyle Japonya’nın alt edilmesinden
kendine ‘zafer’ payı çıkarması da oldukça ilginç bir durum arz ediyor. Savaşın
hemen daha başlarında, Japonların dönemin Çin hava kuvvetlerini etkisiz hale
getirmesi, SSCB’nin bir süre sonra ortalıktan çekilmesi, Mançurya’da işin ABD
hava kuvvetlerince halledilmesini zorunlu kılmıştı. Ülkenin doğusundaki Jiangsu Eyaleti’ndeki
Pasifik Savaşı anısına inşa edilen anıt mezarda, hayatını kaybeden havacı
askerlerden 2601’inin Amerikalı ve 1456’sının Çinli olduğu dikkate alındığında,
savaşın hangi ittifaklarla yürütüldüğünü ortaya koyar. Japonya’nın Pekin,
Şangay ve Nanjing gibi önemli şehirlerini deniz ve kara ulaşımını tümüyle
kesmesi, Çin’in kurtuluşunu ABD’nin hava indirme güçlerine endekslemişti.
Aynı
şekilde, Vladimir Putin’in geçen günkü törenlerde Xi Jinping’le beraberliği, Japonya’nın
Rusya’ya karşı 1905’de kazandığı zafer karşısında, “düşmanımın düşmanı
dostumdur” ilkesine tekabül edecek bir duruş olarak mı okumak gerekir acaba?
Öyle ya, bu savaşın -ya da Japonya açısından kazanılan zaferin-, Stalin’in
komünist Rusya’sına haddini bilmesi gerektiğini öğreterek, 1940’lı yıllarda
Japonya’yla ‘saldırmazlık anlaşması’ imzalamak zorunda bırakmıştı. Aynı Stalin,
ABD ile işbirliği çerçevesinde, atom bombalarının indirilmesinden sadece iki
gün sonra (8 Ağustos 1945) ordularını Mançurya’ya indirme ‘cesareti’
göstermesinden neşet eden bir yakınlaşmanın, Putin’in Tiannenman meydanı’ndaki
törenlere iştirakini açıklayan nedenlerden biri olsa gerek.
Aynı
Çin yönetiminin, İngiltere ile yıllarca süren ‘Opium Savaşları’ yıldönümünde
benzer bir güç gösterisi sergile/ye/memesi de, bir diğer Asyalı millet
Japonya’ya karşı beslenen ‘zayıflık’ psikolojinin ürünü. Öte yandan, savaş
ruhunun öne çıktığı ‘barış kutlamalarına’, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
Ban Ki-Moon’un katılması da kafaları karıştırmış gözüküyor.
Bu
noktada bir diğer hususa dikkat çekmekte fayda var. Bu yıl söz konusu savaşın
70 yılıyken, bu savaştan on yıl sonra, yani 1955 yılında Bandung’da bir
konferans düzenlendi. Bu konferans, aralarında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin
de olduğu Batı dünyasının geliştirdiği ideolojik ayrıştırmalara karşı, “Üçüncü
Dünya” ülkeleri denilen ve yüzyıllarca sömürgeleştirilmiş topraklardan neşet
eden yeni devletlerin girişimiyle gerçekleştirilen bir inisiyatifti. Soğuk
Savaş yıllarının puslu günlerinde dünya kamuoyuna, özellikle Afrika ve Asya
toplumlarına bır umut ışığı olan Bandung Konferansı, geçen gün Tiannenman
Meydanı’ndaki görkemle anıl/a/madı maalesef.
Bu
iki yıl dönümü kutlamaları arasında gözlemlenen çelişki, sadece küresel medya
marifetiyle açıklanamaz herhalde. Aksine, hem Batılı ülkeler ve de özellikle
Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık yanlısı, tarafsız ve barışçıl uluslarının
da geçen altmış yılda nereden nereye geldiklerinin hesabını ortaya koymak
açısından önemli. Bu nedenledir ki, 2. Dünya Savaşı yıldönümü Bandung
Konferansı yıldönümüyle karşılaştırılmalı olarak ele alındığına pek de şahit
olmadık.
Bandung
Konferansı, henüz savaştan yeni çıkmış ve etkileri eski sömürge topraklarında
da hissedilmesiyle, 1945-55 arasındaki on yıl içerisinde yaşanan tecrübelerden
ders almayan Batı’nın bir yanda kapitalizm, öte yandan komünizm söylemiyle dünyayı
bir kez daha yıkıma doğru sürükleme iştiyakına bir tepkiydi. Tabii bunu
söyleyerek, Bandung’da öne çıkan liderler ve onların gelecek projeksiyonunun
öyle pek abartılması yanlısı da değilim. Ancak bir ‘duruş’ ve bir ‘inisiyatif’
olarak üzerinde durulmayı hak eden; nasıl kurulduğu, kimler tarafından ve nasıl
bir ümit aşıladığı ve nasıl bir sonuca ulaştığı gibi sorulara karşılık gelecek
bir çalışma sürecini hak ediyor.
Unutmayalım
ki, aynı Çin, 1949 Mao Devrimi’nin ardından yasaklı hale getirilmiş ve ancak
Bandung Konferansı ile küresel siyasal ortamda meşruiyet zemini bulabilmişti.
Ancak aynı Çin, bugün şimdilik ‘retorik’ bağlamında da olsa savaş söylemleriyle
Doğu ve Güney Çin Denizleri’ne komşu ülkeler üzerinde bir güç temerküzü
yapmıyor değil. Çin’e ekonomik yatırımları nedeniyle kucak açan ülkelerin Xi
Jinping’in 2011’de verdiği sözü yerine getirmesini beklentisi içerisinde. Böylece
Çin’i, küresel barışa katkısı çok daha kapsamlı bir şekilde ortaya konmuş
olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder