Mehmet Özay 6 Mart 2014
Endonezya’da genel seçimlere az bir süre kaldı. Seçim kampanyası yerel ve
ulusal düzeyde düşük yoğunluklu olarak sürerken, asıl hazırlıklar 16 Mart-5
Nisan tarihleri arasındaki resmi kampanyaya yoğunlaşıyor. Seçimlere katılması
kesinleşen 12 siyasi parti, bir yandan seçim komisyonlarına seçim bütçeleri
dahil tüm başvurularını tamamlamaya çalışırken, adaylar da seçim bölgelerinde
boy göstermeye başladı. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkede önce 9 Nisan’da
550 sandalyeli ulusal parlamentonun (Majlis Perwakilan Rakyat-MPR)
belirleneceği seçimler yapılacak. Ardından, Haziran’da yeni devlet başkanı
seçimi için halk yeniden sandık başına gidecek. Bu süreçte oyların %20’sini
alan siyasi partiler devlet başkanlığı için adaylarını ilân edecekler. Bu
nedenle, parlamento seçimleri önemli bir eşik. Güç dengeleri gözetilerek kimi
partiler seçim öncesi ittifak yaparken, kimileri de ittifak sürecini parlamento
seçimleri sonrasında ortaya çıkacak siyasi haritaya göre belirlemeyi tercih
ediyor.
Bu seçimleri önemli kılan unsur, iki dönemdir devlet başkanlığını yürüten
Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) bir daha seçilemeyecek olması. Dolayısıyla
ülke yönetimine yeni bir ismin gelecek olması oldukça önemli oluşturuyor. Bu
sadece iç siyaset açısından değil, bölgesel ve küresel etkileşimler bağlamında
da önem taşıyor. İç siyasette halen bitmemiş ‘reform’ süreci yeni Başkanla önce
analiz edilip ardından kayda değer bir mecra takip etmesi bekleniyor. Öte
yandan, ASEAN’dan başlayarak, Avustralya-Çin-ABD-AB ekseninde uluslararası siyasal
aktörlerin gözü de bu önemli siyasi gelişmeye odaklandığını söyleyebiliriz.
Ülke demokrasisi için söylenebilecek ilk husus, iki yönelimli bir bölünmenin
varlığının devam ediyor oluşu. Bunlardan ilki, toplam nüfusun %60’ına ev
sahipliği yapan Cava Adası; ikincisi ise çeşitli etnik yapılardan oluşan diğer
çevre adalardaki nüfus. Hemen burada Başkan adaylarından Prawobo Subianto’nun
“ülke siyaseti elitlerin tehdidi altında” sözünü hatırlamak gerekiyor. Bu
tehdidin demokrafik karşılığını yukarıdaki bölünmede görmek mümkün.
Peki seçimler kimleri öne çıkarıyor? Adaylar arasında son bir yıldır adı
ulusal siyasetin odağına oturan Joko Widowo (Jokowi) siyasetin yeni parlayan
yıldızı hüviyetinde. Ancak Jokowi’nin tek başına hareket etmediğini, arkasında
ülkenin milliyetçi, kimilerine göre ise ‘sosyalist-milliyetçi’ partisi olan “Endonezya
Demokratik Mücadele Partisi” (PDI-P) bulunuyor. PDI-P’nin iki önemli hedefi
olduğu gözleniyor. İlki, Jokowi’nin başkanlığı, ikincisi de ulusal
parlamento’da yani MPR’da çeşitli koalisyon hesaplarıyla başkanlığı üstlenmek.
Bu iki yapı, PDI-P’nin ‘köklere dönüş’, yani 1945 Anayasa ruhuna dönüşü
oluşturuyor. PDI-P’nin bir tür ‘iç devrim’ kabul edilebilecek bu dönüşümünde
hiç kuşku yok ki iki siyasi parametre şu veya bu şekilde katkıda bulunuyor.
Birincisi, reformun bayraktarlığını yapan Demokrat Parti’nin sosyo-siyasi
açılımları hakkıyla yerine getirememiş olması; ikincisi ise sözde ‘İslamcı’
söylemle ortaya çıkan siyasi yapıların birer birer etkinliklerini yitirmeleri
ve kuruluş temellerinin dolayımından uzaklaşmaları geliyor. Bu ortam, örneğin
liberallerin ve sözde İslamcı siyasetin gerilemesi ile milliyetçi algının
yeniden nüksetmesi olarak yorumlanıyor. Bunu da Sukarno’nun kızı Megawati’nin
önderliğindeki PDI-P’nin yaptığı dikkat çekiyor.
İslamcı partiler üzerinde biraz daha durmakta fayda var. İç siyasette
önemli bir potansiyele sahip olan ve argümanlarını İslamcı söyleme dayandıran
partilerin varlığı, özellikle 1998 yılında başlayan önemli değişim sürecinde,
dikkat çekiyordu. Birbiri ardına kurulan ve sayısı 40’ı geçen bu siyasi
unsurların halkın taleplerine ne denli karşılık verebildiği şüpheli. Aslında
halkın beklentileri, daha Suharto’nun 22 Mayıs 1998’de görevi bıraktığını
açıklamasının ardından Başkanlık koltuğuna oturan ‘üvey oğlu’ B.J. Habibie’nin
sivil yaşamında İslami kimliğiyle öne çıkmasından hareketle yapılan yorumlarda
görülüyordu. O dönem, geniş kitleler ‘Tamam, seküler lider Suharto’dan sonra
İslamcı bir liderimiz oldu’ söylemini dillendiriyordu. Ancak geçen on beş yıl
sonrasında bu siyasi eğilimin ülke siyasal zemininde kayda değer bir rol
oynadığını söylemek güç. Bunu insan hak ve ihlâlleri, ekonomik değerlerin
paylaşımı, yolsuzluk ve adalet kurumunun tesisi, eğitim/sağlık gibi can alıcı
konularda yerel ve ulusal politika yapıcılık noktasında beklenen performansı
sergileyemedikleri aşikâr. Bu noktada milliyetçi partilerden ayrılmadıkları
gibi, vaad edilen ümitler noktasında da sosyal enerjiyi heba ettiklerini iddia
etmek mümkün. Üstüne üstlük, mevcut ulusal koalisyonda yer alan böylesi bir
partinin üst düzey kadrolarının bulaştığı yolsuzluklar partinin ‘ilkeli’
duruşuna verilen zararlar olarak değerlendiriliyor.
Adaylar arasında asker kökenlilerin varlığı, kimi gözlemcilerce Suhartolu
yılların son neslinin varlığı olarak yorumlanıyor. Bu anlamda “Büyük Endonezya
Hareketi Partisi” (Gerindra) lideri Prabowo Subianto ve “Halkın Vicdanı
Partisi” (Hanura) lideri Wiranto’nun adaylıklarını Suharto’nun siyasal dizaynı
içinde ordu mensuplarına biçtiği rol, köy temelli yerel temsil kurumlarından
başlayarak ülkede kayda değer rol oynamıştı. Bugün, iki eski generalin
adaylıklarını da bu çerçevede okumak gerekir. Ancak bu iki ordu kökenli
siyasetçiyi birleştiren bir diğer unsur ise aktif görevleri sırasında insan
hakları konusunda sabıkalarının olması.
Bu nedenle, özellikle ABD’nin bu iki isme yaklaşımlarının mesafeli olduğunu
söyleyebiliriz. Özellikle, Jokowi adının öne çıkmasından önce adı Başkan
adayları arasında ilk sırada geçen Prabowo ABD’nin Doğu Timor’daki icraatlarına
yaklaşımını değerlendirdiği geçen yıl
Kasım ayında verdiği bir demeçte asker olmanın ‘zorunluluklarına’ vurgu
yapıyordu.
Bu bağlamlar ışığında, Endonezya ulusal politikasında halkın sağlıklı bir
şekilde temsil edilebildiğini söylemek güç. Bunun somut göstergelerinden biri,
2009 seçimleri dikkate alarak söylersek seçmenlerin %30’u aşkın bölümünün
sandığına gitmemesinde ortaya çıkıyor. Yani reform ve demokratikleşme
söylemlerinin epeyce revaçta olduğu bir dönemde seçmenlerin üçte bire yakın
bölümü oy kullanmamayı tercih etmişti. Bununla birlikte bu oran önemli bir
potansiyel gücü oluşturuyor. Öyle ki, 2011 yılında ülkenin toplam nüfusunun
yani 241.13 milyonunun %.25.69’unu 16-30 yaş grubu oluşturuyordu. Gençlerin bu
seçimde nasıl rol oynayacakları ise şimdilik belirsizliğini koruyor.
Mevcut hükümet döneminde özellikle son birkaç yılda ortaya çıkartılan
yolsuzluk bağlamlarını hesaba katacakları düşünülürse Nisan ve Haziran’da
gençlerin önemli bir kesiminin yine sandık başına gitmemeyi tercih edeceklerini
söyleyebiliriz. Gençleri sandıktan uzaklaştıran nedenlerden birinin de
Suhartolu yılları tecrübe etmemiş olmalarında aramak gerekir. Aslında burada,
bu kitlenin ‘politik eğitimi’ ile siyasi partilerin bu kitleyi verimli bir
yapıya dönüştürememesi hiç de azımsanmayacak bir kitlenin ülke siyasal yaşamına
şu veya bu şekilde katkısı imkânını ortadan kaldırıyor.
Buna ilâve olarak, ülke siyasetinin ‘merkeze’ sıkışıp kalmasının da bir
faktör olarak ele alınması gerekiyor. Bunda kimilerinin iddia ettiği üzere, tek
seçmen-tek oy uygulamasının da bir rolü olduğu yadsınamaz. Bu nedenledir ki,
bağımsızlıktan bu yana ülke yönetim yapısını ve başkanı Cava Adası’ndan çıkmış
ve çıkmaya devam etmektedir. Son on beş yıldır neredeyse her seçim öncesi
tartışılan, “Bu sefer başkan Cava dışından olabilir mi?” sorusuna olumlu
karşılık verilemiyor. Bu süreci, sadece ulusal parlamento ve başkanlık ayağında
düşünmek yanlış. Ulusal partilerin yani “Cava” merkezli siyasi oluşumların
diğer adalara uzanan yapısı, ülkenin 33 eyaleti’ndeki yerel parlamentoların
şekillenmesinde de merkezin güdümünü ortaya çıkarıyor. Tabii burada Açe
faktörünü hatırlatmakta fayda var. Söz konusu 33 eyalet içerisinde Açe’nin
otonom statüsü bağlamında kazandığı yerel siyasi partiler bağlamındaki temsili
hiç kuşku yok ki, ülkenin modern tarihinde bir kilometre taşı. Kimi diğer
eyaletlerin de Açe’nin sahip olduğu bu ‘meşru siyasi hakka’ benzer talepleriyle
merkezin kapısın çaldıkları biliniyor.
Ülke siyasetinde 1998 Mayıs’ında Suharto’yla yolların ayrılmasında
“yolsuzlukla ve nepotizmle” mücadele öncelleniyordu. Ancak aradan geçen süre
zarfında bu konuları aşıp, ülkede arzu edilen sosyal, siyasal ve kültürel
refahı sağlama konusunda adımların atılamamış olduğu görülüyor. 1999’da bu ve
benzeri hedefleri gerçekleştirmek amacıyla kurulan partilerin süreçte geniş
seçmen kitlelerine kendilerini kabul ettirmedeki başarısızlıklarının ardından
kurulan Demokrat Parti de liderinin iki dönem başkanlığına ve önemli ‘sivil’
desteğe rağmen, gelip tıkandığı gene aynı noktalar oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder