Mehmet Özay 24 Şubat 2014
Çin’de 5 Mart’ta “Ulusal Halk Kongresi” toplanacak. Bu toplantının kuşkusuz
ki ana gündem maddesi ülkedeki ekonomik reform paketinin detaylandırılması
olacak. Ancak bu toplantının bununla sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur.
Ekonomik reformdan hareketle bu sürecin tetikleyeceği sosyal ve de bir ölçüde
siyasal açılımları beklemek gerek.
1980’lerden bu yana Çin ekonomosinin yıllık %10’luk büyüme hızı sona erdi.
Aslında böylesi bir büyüme süreci, 1980’lerin başında ekonomik liberalleşme
kararı alan Çin yönetiminin, başta ABD olmak üzere Batı piyasalarına ucuz mal
üretimi sayesinde gerçekleşmişti. Çin’de ekonomik büyümenin %7’lere düşmesi ve
belki daha da düşme ihtimali olan bu yönelime rağmen, Yale Üniversitesi’nden
Stephen S. Roach gibi konunun uzmanlarının bunu pek de o kadar ‘olumsuz’ algılamadıkları
görülüyor. Yaşananların bir geçiş süreci olduğu, asıl sorunun Çin’in bu geçiş
sürecine nasıl adapte olacağına vurgu yapılıyor.
Bu minvalde geçen yıl Kasım ayında gerçekleştirilen Çin Komunist Partisi
18. Genel Kurul toplantısı sonrasında alınan “Kapsamlı Reform Süreci Bağlamında
Önemli Konulara Dair Bir Karar” başlığıyla yayınlanan belgede, on bir ana hat
üzerinde duruluyordu. Bu maddeler bağlamında ortada sadece bir geçiş sürecinden
söz etmek yetmez, aksine bir tarih yazıldığını iddia edebiliriz. Bu toplantının
göze çarpan maddeleri arasında Çin’de ‘piyasa/siyasal yönetim’ ilişkisinde
karar mekanizmaları süreçlerinde dengenin piyasalar yönünde değişimi;
‘sosyalist’ piyasa ekonomisinde ekonomik ve toplumsal kalkınmanın temeli olarak
kamu ve özel sektöre yapılan eşit vurgu; kır/kent çelişkilerinin üzerine
ciddiyetle gidilmesi; dış yatırımlara daha açık ve yatırımları çeşitlendirmeye
dönük programlar. Özellikle Batılı ulusaşırı şirketlerle yapılacak ortak
yatırımlar, aynı zamanda yukarıda zikredilen diğer olguların da hayata
geçirilmesinde başat bir rol oynayacağına kuşku yok.
Çin’den ne gibi beklentiler olduğunun karşılığı bu kararlarda yer alıyor.
Aslında Çin gibi küresel ikinci büyük ekonominin ‘sağlam raylar’ üzerinde
seyahat edebilmesi için -abartı payını da unutmadan- dünyanın seferber olduğunu
söyleyebiliriz. Çin’in son otuz yılda Batı’yı besleyen ucuz üretim süreçlerinin
aksine, artık kendi iç tüketim ‘gücünü’ ortaya koyması bekleniyor. Yani, Çin
halkının ucuz emekle dışarıya yönelik bol üretim kademesinden, dışa bağımlı
denmese de, giderek artan oranda dışardan beslenen tüketimci bir topluma
dönüşmesi süreci beklentisi var. Daha sı bu beklentiyi ortaya çıkartacak ulusal
ve küresel bir eko-siyasi iradeden bahsetmek de mümkün. Çin’deki bu yönelimin
tarihin bu evresinde yeni karşılaşılan bir sosyo-ekonomik dönüşüm olduğunu
söylemek güç. Temelde, bölgenin sömürgecilik dönemlerinde Batılı güç
unsurlarının, önce yerli halkların ürettiği tarım ve tekstil başta olmak üzere
çeşitli ürünleri Avrupa’ya ithalinin ve bir süre sonra da Avrupa’da üretilen
veya Avrupa adına yerli topraklarda gerçekleştirilen üretim mekanizmalarının
ardından yerli halklara ‘arzının’ nasıl ‘tıkır tıkır’ işletildiği hatırlanırsa
Çin’de bugünkü mevcut yapı daha açık seçik karşımıza çıkar.
Peki Çin tüketimci bir toplum kimliğine bürünecekse o zaman kim üretecek
sorusunun cevabını da gene Çin’in etrafındaki coğrafyaya şöyle bir bakarak
vermek mümkün. Bu noktada, Batılı çok uluslu şirketlerin Myanmar’dan başlayarak
Mekong Vadisi’ne doğru uzanan hat boyunca ‘stokta’ tuttukları yeni üretim
havzalarının birer birer devreye girmekte olduğu bir zamandır gözlemleniyor.
Aslında yukarıda değindiğimiz tüketimcilik noktasında ülkenin ekonomik
kalkınmasında lokomotif rolü oynayan belli başlı dört beş şehrin, ülkenin diğer
bölgeleri için model olarak da sunuluyor. Hazcılık sınırlarına yoklamalarda
bulunan ve bu alanda ‘serbest dolaşım’ hakkı kazanan Çin tarzı yeni orta
sınıfına, kimi bağlamlarda bölgenin turizmin dışında ‘tüketim’ beldeleri
sayılabilecek Singapur, Malezya gibi ülkelerde tanık olmak mümkün. Yatırımların
bu belli şehir ve coğrafyalarda yoğunlaşması, modern dönemlerin kır/kent çelişkisini
Çin’in de güçlü bir şekilde yaşamasına neden oluyor. Ekonomide liberalleşirken,
insanların ve bilginin mobilizasyonunu ideolojik kaygılarla engelleme
uğraşındaki Çin yönetimi aslında büyük bir karar aşamasında. Çiftçilerin toprak
hakları konusundaki son dönemdeki çalışmalar bunun açık göstergelerinden biri.
Bir diğer sosyal sorun ‘tek-çocukluluk’ uygulamasının da gözden geçirilmekte
olduğu biliniyor... Devlet yönelimli kapitalist açılım belli şehirlere
odaklanır, buralarda oluşan ‘görece refah’ ortamı cazibe merkezi olurken,
toplumsal talepleri de beraberinde getirecektir. Ancak, örneğin kırda yaşayan
halkın öyle kendi istediği şekilde bir yerden bir yere göçünün pekde mümkün
olmadığı bir ‘siyasi’ iklimde ne tür sorunların çıkacağı da zamanla
görülecektir.
Bu süreç, Çin’i geldiği noktada kendi ayakları üzerinde durmayı devam
ettirirken, bir yandan da bölgesel ve küresel piyasalara güç aktarımı yapacak.
Bu aktarımda en büyü payı alması beklenen ise elbette ki, ABD... Sorun bu
dönüşümün ne kadarlık bir zaman sürecine yayılacağıyla ilgili. Dengesiz
yatırımlarla ülkenin özellikle okyanusa kıyısı olan eyaletlerinde önemli alt
yapı çalışmalarına imza atan merkezi yönetim, bu eyaletlerdeki yerel
yönetimlerin gücünün ötesinde borçlanmasına neden oldu. Önümüzdeki dönemde bu
yatırımların birden sona erdirileceğini düşünmek yanlış olur. Ancak bu hızla da
gitmeyeceği ortada. Çin gibi devasa bir ülkede, bugüne kadar süregiden ekonomik
yapılaşmanın dönüşüm geçirmesi kuşkusuz ki, aynı zamanda bazı sorunları da
beraberinde getiriyor. Bunlar arasında, hava, nehir ve göllerin kirliliği başta
olmak üzere çeşitli çevre sorunları; özgürlükler ve ekonomik durgunluk temelli
toplumsal sorunlar başta geliyor.
Tüm bu süreçler, Çin’in küresel kapitalist ekonominin bir parçası hem de
çok güçlü bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada bir süredir gündeme
getirilen “ABD’nin gerilemesi Çin’in yükselmesi” oluyor tarzındaki yaklaşımın kuşkuyla
karşılanır yanları olduğu görülüyor. Kuşku yok ki, burada öncelikle şu
hususları dikkate almakta fayda var: a)Çin böyle bir ‘özgüven’ içerisinde
midir?; b)Çin tek başına bu işin altında kalkabilir mi? Kaldı ki, Çin
ekonomisinde yaşanacak bir daralmanın başta yanı başındaki komşu ülkeler Güney
Kore, Moğolistan ve Tayvan’dan başlayarak ASEAN ve Avustralya’ya kadar uzanan
bölgede oradan da dünyanın diğer bölgelerine sirayeti söz konusu. Burada iki
soru akla geliyor: İlki, küresel ekonomi buna izin verir mi? İkincisi de, Çin
bu süreçte Doğu ve Güneydoğu Asya’yı çevreleyen denizlerdeki Adalar ve kıta
sahanlığı sorununu ‘sıcak alanlara’ taşır mı? Aslında ikincisi, birinci soruya
verilecek cevapla ilgili.
Artık küresel ekonominin olmazsa olmazı haline gelmiş Çin’de yaşanacak
krizlerin bu ülkeye hammadde ve imal ürün ihraç eden ülkeleri dar boğaza
sokacağına göre, pek de kimsenin Çin’de ekonomik krizi isteyeceğini düşünmek
mümkün değil. Kaldı ki, yukarıda değindiğimiz üzere, Komünist Parti’nin 18.
Genel Kurul toplantısında alınan kararlar, ülkenin kapitalist dünyaya
evrilmesinde ikinci safhayı teşkil ediyor. Başkan Xi Jinping, sadece komunist
parti ve ordunun başkanı olmakla kalmıyor, son birbuçuk yılda reform
çabalarında da tek güçlü isim olarak ortaya çıkıyor. Başkan’ın bu konuda yeter
miktarda güvence verdiği bugüne kadar vaki. Jinping, geçen Kasım ayında
Shandong Eyaleti’nde bir ziyaret dolayısıyla yaptığı açıklamada, “Reform
sürecinden dönmek yok. Aşılması gereken tüm zorlukları aşacağız” diyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder