Mehmet Özay 4 Aralık 2012
4 Aralık 1976 tarihi, Açe toplumu için modern dönemde gerçekleşen önemli tarihi
dönemeçlerden biridir. Hasan di Tiro ve Hareketi’nin modern Açe toplumunun
yeniden diriltilmesi mücadelesinin maddi boyuttaki başlangıcı kabul edilen bu
tarih, geçmişle şimdinin ve şimdiyle gelecek arasında kurulması tasarlanan
siyasi ve toplumsal birliğin statikten dinamiğe geçirilişini ifade eder. Niçin
‘4 Aralık’ sorusunun cevabı bu tarihsel ilişkiyi ortaya koyan sembolik bir
değere sahiptir. 3 Aralık 1911 tarihinde, Hollanda Savaşı’nda diğer alimlerle
ittifak halinde liderliği üstlenmiş olan Tiro ailesinin o dönemki lideri
Teungku Muaz bin Teungku Muhammed Amin’in şehid ediliş tarihidir. Bu nedenledir
ki, Hasan di Tiro, bu hadiseden tam 65 yıl sonra Açe’nin neye tekabül ettiğini
modern anlamda yeniden ortaya koyacak girişimi yapmak için 4 Aralık’ı
seçmiştir. Bu tarih, kendi etnik gerçekliğini tarihsel ve sosyolojik düzeyde
tanımanın adı olduğu kadar, modern dönemde bir şekilde ‘kendisine eklemlenen’
ve adına Endonezya denilen bu anlamda ‘üst ulus’ olarak adlandırılabilecek
olgunun da sorgulan sürecindeki devamlılık olmasıyla dikkat çeker.
Bu tarih aynı zamanda, Endonezya kurucu unsurları çerçevesinde alındığında,
benzer süreçleri yaşamış diğer uluslarda olduğu gibi geniş bir coğrafyaya
yayılmış ve iç ve dış faktörlerin etkileşimiyle siyasi bir yapıya bürünmüş
ulus-devleti inşa sürecinin sancılı yıllarına denk gelir. Bir başka ifadeyle bu
tarihte yaşananlar, Endonezya bütünü içinde zaten başından beri var olan
sancının Açe boyutunda dışavurumudur aslında. Temelde Sundalısı, Padanglısı,
Betavilisi, Cogcakartalısı, Surakartalısı, Sulavesilisi, Ambonlusu,
Papualısının ve daha başkalarının içinde yer aldığı bu bütünde Açe’nin duruşu
üzerinde durulmaya değer.
4 Aralık tarihindeki çıkış, post-modern ideolojik tanımlamalar ışığında
dile getirildiği üzere etnik milliyetçilik sınırlamalarına dahil edilemez.
Aksine, bu çıkış ve hareket, tarih boyunca süreklilik arz ettiği üzere Açe
kültür coğrafyasında yeniden anlam kazanma, anlam kazandırma, bu anlamda bir dirilişe
tekabül eder. Bunu böyle anlamak için uzun okumalar, dikkatli gözlemler yapmak,
derin düşüncelerden geçmek gerekir. Ancak bu süreçleri pratiğe dökerken
etkileşim sahamız önemlidir. Kendi kendimizle mi, Batılı unsurlarla mı, yoksa
Açelilerle beraber mi bu eylemleri gerçekleştiriyoruz soruları önemlidir. Bir
yandan, kendimizin ne kadar ‘kendimiz’ olduğu problemiyle halen yüzleşme
cesaretini bulma konusunda sıkıntılarımız varken, öte yandan Batılı unsurlara
yaklaşımımızda alabildiğine ‘liberal’ bir algı sahamız oluşmuşken, Açelileri
‘yeni bir sömürgeci bakışla’ değerlendirme metodolojik yanlışlığı
içerisindeyken nasıl olur da Açe’yi anlayabiliriz.
Açe’yi bugünlere taşıyan sürecin başlangıcı olan 4 Aralık tarihi Açeliler ve
bizim için bugün ne anlam ifade ettiği önemlidir. Öncelikle nüfusu dört milyonu
aşkın Açeli için ve de dünyanın dört bir yanındaki -nitelik olarak-
azımsanmayacak diasporası arasında topyekün bir iradenin geliştirilebildiğini
söylemek mümkün mü? Temelde herhangi bir toplumda böylesi topyekünluk bulmak
oldukça güç hatta imkânsız. Öyle ki, 4 Aralık 1976 tarihinin yaşandığı günlerde
de Açe halkı arasında siyasi kararlılık ve tarih bilinci ve gelecek kurgusu
noktasında bir ortak hafızanın ne kadar geçerli olduğu sorulabilir. Ancak
üzerinde durulması gereken husus, bu tarihte Açe-Sumatra Bağımsızlık
Bildirgesi’ni dünyaya ilân etme cesaretini gösterenlerin bu anlamda salt
elitist bir duruş içerisinde olmadıkları da bugüne kadarki gelişmeler
çerçevesinde kanıtlanmış olsa gerek.
Son altı yıla damgasını vuran barış sürecinin varılan ve uluslararası kabul
edilebilirliği bulunan anlaşmadaki şartlara rağmen, bugüne değin Açe’nin halen
önemli ölçüde siyasi ve ekonomik ambargoya tabi tutulmakta oluşu gözlemcilerin
ortak kanaati. Askeri ambargoyu delmeyi şimdilik başaran Açe’nin kurucu
güçlerinin, halen bu kapsamlı Barış Anlaşması’na rağmen ekonomik ve sosyal
ambargo önünde nasıl bir politika ya da politikalar dizisi sergileyecekleri
izlenmeye değer.
Açe dün oradaydı. Bugün de yerinde duruyor. Tarihi süreçlerin doğurduğu
nedenlerle elbette toplumsal, siyasi değişimleri o da yaşıyor. ‘Esas’ üzerinde
durulduğunda, Açe’nin ruhunu devam ettiren bir damarın gücünü yadsımak mümkün
değil. Daha 19. yüzyıl son çeyreğinde kimileri mücadeleyi terk etmiş, terk
etmek zorunda kalmış, arenaya havlu atmışken, Açe, tüm yoksunluğu ile ayakta
duruyor, siyasi, dini, medeniyet birikiminin son unsurları ile adına bizzat
Açelilerin ‘kafir’ dediği Avrupa gücüne karşı bir onur mücadelesi veriyordu.
20. Yüzyıla gelindiğinde bu mücadele bitmemiş... Gene kimileri çoktan mücadele
sahasından çıkmış, ‘mücadelenin’ ne demekliğini unutmuşken, Açe bir kez daha
ortaya çıkmış... Joseph Conrad’ın ‘The Heart of Darkness’ başlıklı o derin
eserinde Afrika’nın yüreğine gönderme yaparken, bu göndermeyi bir başka düzeyde
gündeme getirerek Güneydoğu Asya İslam ve medeniyet birikiminin kalbi, modern
dönemlerin mücadele ruhunun asla bitmediği topraklar da Açe’dir diyebiliriz çok
rahatlıkla. Açe, bu anlamda Güneydoğu Asya’nın kalbidir, ruhudur.
Çok değil, birkaç on yıl öncesine kadar Açe savaşına övgüler düzülüyordu ve
bu savaşın başkahramanının çalışması gündemde önemli bir yer edinmişti. Yıllar
geçti... Kahraman ve ordusu aynı yerlerindeydi, ancak ona övgüler düzenler aynı
yerlerini koruyorlar mıydı o şüpheli. 4 Aralık’ın 36. yıldönümünde bu hareketi,
liderini, mücadelesini konu alan şu veya bu şekilde kaleme alınmış kaç edebi,
tarihi, siyasi, drama eser var elimizde diye sormak lazım. O zaman kim iddia
edelibir ki, bu hareketi anladık, bu hareketle şu veya bu şekilde bir bağımız
mevcuttur. Bu hâl içinde, iki genel sonuç çıkarmak mümkün. Birincisi, Açe ve
Açe mücadelesi bizim ‘düşündüğümüz’ gibi değilmiş. İkincisi, biz Açe
mücadelesinin temellerini biliyorduk, ancak biz ‘değiştik’.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder