29 Aralık 2012 Cumartesi

Tsunami’nin 8. Yılı’nda Açe’de Bazı Gelişmeler


Mehmet Özay                                                                                                                 26 Aralık 2012

Tsunami’den bu yana 8 yıl geçti. Her yıl olduğu gibi bu yılda söz konusu bu doğa fenomeninin yol açtığı sosyal, siyasi gelişmeleri, değişmeleri, ve kimi sonuçlarıyla değerlendirmeye devam ediyoruz.

Bugünlerde, tsunami’de yakınlarını kaybedenler kadar bu afetten şu veya bu şekilde etkilenmiş olan Açeliler merkez camilerde düzenlenen zikir, dua vb. dini merasimlerde biraraya gelmek suretiyle bir yandan ahirete intikal edenlere ‘sorumluluklarını’ eda ederken öte yandan da ‘toplumal hafızalarını’ yeniliyorlar. Söz konusu merasimlerin odağında yer alan camiler, sekiz yıl öncesine ait hatıralarda önemli yer işgal etmiş olan ekranlar ve fotoğraf karelerindeki devasa yıkımların ortasında tek başına ayakla kalmış binalar olarak bir kez daha canlanıyor. Bu kutsal mekânlar, aynı zamanda Açe toplumsal yaşamında önemini ve işlevini büyük ölçüde devam ettirmesiyle de dikkat çekiyor. Yüce değerler etrafında toplumun birliğinin bir kez daha pratiğe döküldüğü bu ve benzeri toplantılar doğusundan batısına Açe’nin her köşesinde, özellikle önemli kayıpların yaşandığı Batı Açe’deki Melaboh şehri ve Eyalet Başkenti Banda Açe’de gerçekleştiriliyor. Bununla birlikte, tsunaminin etkisinin az hissedildiği Kuzey Açe’deki etkinliklerin merkezi Lhokseumawe şehrinde inşa edilen İslam Merkezi’nin görkemli Camii oluyor. Örneğin buradaki merasime sadece Lhokseumawe’den değil, Kuzey ve Doğu Açe’nin diğer önemli şehirleri Langsa, Bireun’dan da binlerce kişi katıldı. Din eksenli bu faaliyetler bağlamında, tıpkı dün olduğu gibi, bugün de Açeliler tsunamiyi Allah’a yakınlaşmaya vesile kılan bir vakı’a olarak telâkki ediyorlar ve bunu kendi doğallığı içinde açıkça ortaya koyuyorlar.

26 Aralık 2004’de depremin tetiklediği tsunami Hint Okyanusu’nu çevreleyen on civarındaki ülkeyi etkilemiş olsa da, etkisini büyük ölçüde Açe’de ortaya koyduğu ortak bir kabul. Bu kabulü, kimilerinin ısrarla sürdürdüğü üzere sadece söz konusu doğal afetin Açe coğrafyasında neden olduğu insan ve maddi kayıpla sınırlandırmak mümkün değil elbette. Açe’nin o dönem içinde bulunduğu ve ‘ilk müdahaleleri’ engelleyen savaş ortamı, Endonezya merkezi hükümeti ve Açe Özgürlük Hareketi’nin İsveç’deki lider kadrosu ile bu iki yapıyla irtibatta olan uluslararası unsurlar arasında yoğun bir trafiğin yaşanmasına neden olmuştu. On yıllarca olduğu gibi, tsunami öncesinde de bu coğrafyaya olan ‘uzaklığımız’ ancak uluslararası ajansların kemaralarından o ‘müthiş’ görüntülerin ekranlara yansımasıyla ‘yardım’ unsuru ile dikkatleri çekmiş ve Açe’yi ‘yeniden keşfedişin’ sihirli eli bizlere değmişti. Elbette akabinde düşünmeye, tartışmaya, araştırmaya ve  eleştirmeye değer pek çok şey olacaktı... Zaman zaman değindiğimiz ve kitaplaştırılması gereken bu gelişmeleri burada ele almak yerine, tsunamiden hemen birkaç ay öncesine gidip Açe’nin içine dolandı(rıldı)ğı ‘örümcek ağından’ sıyrılışına değineceğim. Yani, Açe’nin her köşesini kasıp kavuran şiddet ortamından bugün ‘barış’ ortamına ve bu ortamın sağladığı birkaç siyasi gelişmeye ışık tutmakta yarar var.

Haddi zatında, Açe’de barışın sağlanması konusunda sürdürülegelen irili ufaklı girişimler, tıpkı selefi başkanların ilk aylarında icraata geçirmeyi planladıkları gibi 2004 yılı Sonbahar’ında devlet başkanlığı koltuğuna oturan Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) da Açe sorununa eğilmeyi bir tür ‘etik sorumluluk’ addetmişti. Bu anlamda belki de SBY’dan çok daha ‘sivil cesaretiyle’ dikkat çeken yardımcısı Yusuf Kalla’nın girişimleri gündeme gelmiş ve İsveç’deki ‘oluşumla’ dolaylı bir bağlantı çoktan kurulmuştu. Bu bağlantı, haddi zatında sadece İsveç’le değil, bu süreç öncesinde Kalla’nın ‘yakın adamlarından’ Farid Hussain’in bizzat aktörü olduğu bir dizi girişimin ürünü olduğunu ileri sürmek mümkün. Hussain, “To see the unseen: scenes behind the Aceh Peace Treaty” adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, Endonezya istihbaratını ve siyasi bürokrasisini aşarak, gizli bir şekilde Açe Eyaleti’ne giderek Lhokseumawe yakınlarındaki dağlık bölgede dönemin önde gelen komutanlardan Sofian Daud ile görüşme cesaretini göstermesiyle ivme kazanmıştı. Tsunami’nin neden olduğu devasa yıkım, başlatılan bu temasların bir an önce olumlu sonuçlandırılması gibi önemli bir gelişmeye neden oldu.

Bu sürecin, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yaklaşık yedi ay boyunca sürdürülen geniş çerçeveli barış görüşmelerinin 15 Ağustos 2005’de imzalanmasıyla ilk safhasının tamamlandığı söylenebilir. Bu gelişmelerin akabinde, yıllar boyu dış dünyaya kapalı kalkış veya ‘tutulmuş’ Açe Eyaleti uzun bir dönemden sonra gözlerini yeniden dünyaya açan bir ağır hasta konumundaydı. Tsunamiden sonraki ilk aylar, özellikle Singkel’den Melaboh’a, Lamno’dan Lhoong’a kadar Batı Açe sahili -ki, bu bölgeden bahsederken, sahip olduğu farklı antropolojik değerleriyle Nias Adası’nı unutmamak lazım-; Eyalet başkenti Banda Açe’nin güneyindeki Lhoknga beldesinden kuzeydeki Krueng Raya’ya; Sigli’den Lhokseumawe’ye kadar olan Kuzey Açe sahil şeridinde hayatta kalabilenler bir yandan yakınlarını veya aynı coğrafyanın insanını yitirmenin acısını yaşarken, öte yandan Endonezya ordusunun halen varlığını hissettiren fiziki gücü ve beyaz adamın (orang buleh) kısa sürede her yerde varlığını hissettiren varlığı karşısında büyük bir şaşkınlık içindeydi. Dün ölümün her türlüsüne maruz kalan Açeliler, o günlerde küresel ilginin merkezine oturuyordu. Bu son derece yıptarıcı ani psikolojik ve toplumsal değişimle yüzleşen Açelileri anlaması beklenen çevrelerin ise bundan bihaber oluşları ayıpların en büyüğünün yakalarına yapışmasına neden olacaktı... Burada şu hususu bir kez daha vurgulamakta fayda var. 

Hiç kuşku yok ki, Açelilerin tecrübe ettiği bu doğa hadisesinin ‘ilâhi bir emir’ gereği ortaya çıktığına kuşkuları yok. Öyle ki, bu hadiseyi otuz yıla varan savaş ortamıyla kıyasladıklarında ‘Rahmetin tecellisi’ olarak kabul ediyorlar. ‘Rahmet’, elbette savaş ortamının durulması, kısa sürede barış anlaşmasının imzalanması şu veya bu şekilde de olsa kayıplarının giderilmesi noktasında irili ufaklı girişimlerden pay almalarıydı... Hiç kuşku yok ki, Açe’nin kazanım hanesine yazılabilecek girişim söz konusu barış ortamının getirdiği siyasi ve toplumsal dönüşüm mekanizmasının işlemeye başlamasıydı. Birbiri ardına yapılan seçimler, dünün ‘sürgün hükümeti’ mensuplarının bugün Açe siyasi yönetiminin odağına getirecek açılımlara yol açmıştı. Bu değişimin ‘sancısız’ olduğunu söylemek mümkün değil... İç ve dış çeşitli çıkar grupları, maddi ve politik serüven avcıları, ulusal mekanizmanın ‘yap-boz’ süreçlerinde rol alan unsurları değil sadece Açe’deki sancılı dönüşümü ortaya koyan. Uluslararası çevrelerinde üstlerine düşen sorumluluğu göz ardı etmeleri,  bu sorumluluğu yok saymaları, meseleye üstünkörü eğilişleri de yabana atılmaması gereken faktörlerden bir. Bugün Açe’de tartışmaların odağında “Wali Nanggroe” kurumunun tesisi yer alıyor. Peki bu kurum neye tekabül eder? Bu kurum, Açe’nin geçmişle bugünü ve yarını arasındaki koparılmaması gereken bir bağa işaret etmesiyle yadsınamayacak bir öneme sahip. Bu kurumun varlığını sorgulayanların, bilerek veya bilmeyerek göz ardı ettikleri işte bu olgu, yani Açe’nin tarihi hafızasının diriltilmesi meselesi... Meseleye Kısaca değinelim..

 

Açe’de 26 Mart 1873 tarihinde Hollanda Doğu Hint sömürge yönetiminin Açe topraklarında başlattığı istila girişiminden kısa bir süre dönemin Açe Sultanı Mahmud Şah’ın vefatı üzerine yerine küçük yaştaki oğlu geçmişti. Sadece bölgesel değil, küresel çapta tepki alan bu istilâ girişimi karşısında Açelilerin direniş ruhunu dirilten alimler, özellikle de Tiro ailesine mensup ve onlara destek olan diğer öncü liderler sayesinde siyasi liderlik konusunda herhangi bir kriz yaşanmamıştı. Bu yönetim ve liderlik krizinin aşılmasında siyasi bir kurum olarak gündeme gelen Wali Nanggroe kurumu oldu. İşte bu kurumun tarihsel devamlılığının bir göstergesi olarak Açe Parlamentosu’nda kabulü ve Açe Valisi’nce Kasım ayının 19’unda onaylanmasıyla yeniden hayata geçirildi. Bu anlamda, Teungku Malik Mahmud ‘Wali Nanggroe’ olarak tanınıyor. Açe’de bu kurum ve Malik Mahmud’un atanması dolayımında önemli tartışmalar yaşandı ve bunda durulma söz konusu değil. Bu konunun detayları ayrı bir yazıya konu olacak çapta...

Ancak kısaca kimi çevrelerin öne sürdüğü üzere, bu kurumun Açe’de ikili bir yapıya neden olacağı: Yani, bir yanda Cakarta merkezi yönetimine ‘tabiiyet’, öte yanda Açe Eyaleti’nde bir anlamda ‘Başkan’ sıfatına sahip olacak kadar geniş yetkileri olan bir ‘Wali Nanggroe’ kurumu. Açe’nin son yüzyirmibeş (125) yılına dikkat kesildiğimizde zaten pek çok ‘çelişkili’ yapılar ortaya çıkmamış mıydı? Bu noktada Açe entellektüellerinin ve akademyasının yapması gereken, Cakarta konjonktürü bağlamında yaklaşımlar sergilemek yerine, Açe’yi Açe yapan değerlerin neler olduğu konusunda kafa karışıklıklarını gidermeleridir. Bu anlamda, sadece Açelilerin değil, Açeli gözüküp de ‘Cakarta formatında’ konuşan yerliler kadar, Açe toplum yapısına sonradan müdahil olmuş ve bu müdahalesini ‘farklı zeminlere taşıma’ gayesi güden çevrelerin de Açe’deki siyasi ve toplumsal yapılanmaya dair ‘Cakarta menşeili’ yaklaşımlarının gözlerden kaçmadığı gözlemcilerin ortak kanaati.

Helsinki Barış Anlaşması’nın siyasi alandaki maddeleri arasında önemli bir yeri bulunan bu kurumdan başka, Açe Bayrağı ve Milli Marşı’nın kabülünün sırada olduğunu belirtelim. Bugünlerde Açe Bayrağı ile ilgili olarak bir dizi toplantının gerçekleştirilmekte olduğu biliniyor.  Yüzlerini buruşturarak ‘Bu bayrak ve milli marş da neyin nesi diye?’ diye soranlara cevabı Açe tarihinin verdiğini hatırlatmakla yetiniyoruz.

Bu dikkat çekici siyasi gelişmeler kadar, Açe toplumunda tsunaminin doğrudan etkileriyle hayatı değişen bir kitle var ki o da gençlik. Açe aile ve toplum yapısının dinamiklerinin dış faktörlerle girdiği hızlı etkileşim dikkat çekilmeye değer bir konu. Burada sadece gerek Endonezya, Malezya gibi aynı kültür atmosferinde olduğu söylenebilecek coğrafyalarda öğrenim hakkı elde eden kesimin de için de olduğu Avustralya, İngiltere, Hollanda, Almanya, Amerika gibi gelişmiş ülkelerde burslu öğrenim görme şansı yakalamış olan öğrencilerin ahvalinin inceleme konusu yapılması, Açe yakın geleceğinin nasıl bir toplumsal değişmeyle karşı karşıya olduğunu da ortaya koyacaktır. Bununla birlikte, çeşitli kurumların ‘yetim’, ‘yoksul’ öğrenciler üzerindeki çalışmalarının bu öğrenci kitlesinin Açe toplumsal yapısına özgü sosyal, dini ve tarihi kimliğini kazanmasında ne tür bir rol oynadığı da gözlerden kaçırılmamalı. Açeliler genç nesil üzerinde gerek ulusal gerekse uluslararası çevrelerden gelen ‘talepler’ doğrultusunda eğitimlerine, dışa açılımlarına yüksek sesle karşılık vermiyorlarsa bunun temel nedeni, daha düne kadar, Açe’nin bu anlamda ‘geri kalmışlık’ olgusuyla ifade edilen yapısından kaynaklanmaktadır. Tam da bu noktada, özellikle adına İslam ülkeleri denilen bütüne mensup coğrafyalarda öğrenim hakkı bulan Açeli gençlerin Açe’ye ne kazandırıp ne kazandırmayacaklarının hesabının iyi yapılması gerekiyor. Bu hesabı yapacak olanlar elbette ki Açelilerin kendisi olmalı. Yoksa, bu konuda ne tür bir ‘hesapları’ olduğu ortadayken, dışarlıklılardan böyle bir sorumluluk beklemenin beyhude bir çaba olacağına kuşku yok.

Bugün bir davet yapmanın tam da yeridir... Tsunami’ni 10. yılında, yani iki yıl sonra, 26 Aralık 2014’de Açe’de önemli bir toplantı yapılması çağrısında bulunalım. Bu vesileyle, tsunami sonrasında Açe’de çeşitli ‘projelerle’ var olan ve var olmaya devam eden kurum ve kuruluşların herkese şirin gözükme adına değil de, tüm gerçekliğiyle ne gibi misyonla ve eylem dizgeleriyle geldikleri, bunları hangi ölçüde gerçekleştirdikleri veya gerçekleştiremedikleri, şayet gerçekleştirilemediyse buna nelerin yol açtığı, Açelilere verilen sözlerin hangilerinin yerine getirilip hangilerinin getirilemediği türünden ‘yapıcı’ ve ‘eleştirel’ dozu yüksek bir forumun gerçekleştirilmesi yerinde olacaktır. Analize dayalı böylesi bir forumun, eğitimin her sektöründe çokça dillendirilen ‘eleştirel düşünce’nin adına sivil toplum birlikleri denilen oluşumlarda da ortaya konması adına kesinlikle faydalı olacağına şüphemiz yok. Bu eleştirel düşüncenin söz konusu kurumların diyelim ki, Bangsamoro, Arakan ve Patani, öte yandan, Irak-Afganistan, Sudan, Somali gibi çokça yapılması gereken işlerin bulunduğu bölge ve ülkelerde ne gibi yapılanmalara yönelineceği konusunda ufuk açıcı bir yöne de olduğunu unutmamak gerekir. Bu hem yüzyılın felâketi düzeyinde lanse edilen tsunamiden on yıl sonra hâlâ çıkartılabilecek önemli derslerin olduğunu ortaya koyması bakımından da ilginç olacaktır.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Prabowo’dan Demokrasi Dersi


Mehmet Özay                                                                                                                  24 Aralık 2012

Endonezya’da başkanlık seçimleri yaklaştıkça köklü partilerin adayları kadar, mevcut siyasi yapılanmaya alternatif olduğu iddiasındaki yeni partilerin ve yeni liderlerin adları siyaset piyasasında yer almaya başlıyor. 2009 seçimleri öncesinde Megawati Sukarnoputri’nin yardımcısı olarak kendini gösteren “Büyük Endonezya Hareketi Partisi” (Gerindra) kurucu başkanı Prabowo Subianto bu isimlerin en iddialılarından biri. Aradan geçen birkaç yıllık sürede devlet başkanı olmaya kanaat getirmiş olmalı ki, şimdi büyük oynama yolunda. Bu anlamda 2014 seçimleri öncesinde adı sıkça zikredilen, kamuoyu yoklamalarında halka yöneltilen ve çeşitli kuruluşların toplantılarında görüşü alınan isimlerden biri, belki de birincisi...

Geçenlerde önemli bir düşünce kuruluşlarından “Soegeng Sarjadi Syndicate” (SSS)’de konuşma yapan Prabowo, gündemde önemli bir yer işgal ettiği gibi yaptığı açıklamalarla önümüzdeki aylarda bu çıkışını sürdüreceği izlenimi oluşturdu. Prabowo’nun bu kurumdaki konuşmasının ana temasına değinmeden önce SSS neye tekabül eder kısaca değinmekte fayda var. 2001 yılında kurulan SSS, ülkede Demokrasi’nin yerleşmesi konusunda çalışmalar yapmakta ve bu anlamda çeşitli yayınları da kamuoyuyla paylaşmakta. Ülke siyasi ve toplumsal yaşamına katkısı küçümsenemeyecek olan bu kuruluşun çalışmalarına göz attığımızda Prabowo’nun üniformalı yıllardaki ‘icraatlarını’ yakından ilgilendirecek  çalışmaların da var olduğunu görmek, aradan geçen süreçte hem ‘askeri elitin’ hem de sivil bakışın nasıl bir dönüşüme tabi olduklarını göstermesi açısından ilginç. Örneğin, Askeri Politika, Siyasal Şiddet ve Terörizm; Demokratikleşme ve İnsan Hakları; Özerk Bölgeler ve Yerel Politikalar gibi Endonezya siyasal yaşamının kaçınılmaz konularının Prabowo’ya neler hatırlandığını acaba SSS yetkilileri sormuş mudur? 

Prabowo bu konuşmasında, mevcut devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono veya kabineyi hedef almadı. Ya da ülkenin doğusunda batısında merkezi hükümete alternative yapılar sergileyen özerk yapılar içerisindeki yeni siyasi dinamikleri veya özgürlükçü hareketin ve bununla birlikte bir dizi insan hakları sorunlarının devam ettiği Papua’daki gelişmeleri masaya yatırmadı. Peki neydi gündeme getirdiği? Prabowo, tastamam ülkenin mevcut demokrasi rejimini hedef alan açıklamalarıyla, bir anlamda sürpiz bir gelişmeye imza attı. Süpriz dememizin nedeni, elbette asker kökenli olması, özellikle de Özel Kuvvetler’den (Kopassus) sorumlu General olarak stratejik bir görevi yürütmüş olmasından geliyor. Endonezya’nın asker kökenli Başkan adayları arasına ismini yazdıran Prabowo, sadece asker kökenli olarak tanınmıyor. Aynı zamanda, ‘iş adamı’ ve ‘politikacı’...  Polikacılığını anladık da, iş adamlığı da ne oluyor diye sormayın… Küçük bir not daha. Prabowo’nun dedesi, Endonezya Merkez Bankası’nın kurucusu; babası da Suharto döneminin ekonomiden sorumlu bakanıydı. Bu anlamda, sadece sahip olduğu maddi zenginlik ve ordu ve sivil çevrelerdeki bağlantılarıyla geleneksel siyaset yapacağını düşünenleri yanıltıyor. Peki öyle mi?

Prabowo’ya göre ülke demokrasisinin en önemli sorunu güçlü liderlik olgusunda yatıyor. Siyasi söylemini deklara ettiği bu konuşmasında yer verdiği kavramlardan biri olan ‘güçlü liderlik’in İngilizce versiyonu olarak zikredilen ‘firm leadership’ kavramındaki ‘leadership’in ötesinde, ‘firm’ sıfatı üzerinde durmak gerekir. Bu sıfatın, ‘sert, sıkı, katı’ gibi anlamları da olduğu düşünüldüğünde Prabowo’yu ilgilendiren yönünün belki de bu ‘sıfat’ta yoğunlaştığına dikkat çekilebilir. Aslında demokrasilerde güçlü liderlik kadar, bu liderlik profiline sahip liderle diyalojik ilişki sergileyecek ve bu tür lideirn ortaya çıkmasında hiç de azımsanmayacak rolu olan toplumsal dinamiklerin de varlığı göz önüne alınmalı. Prabowo, bu kavramı zikrettiğinde akla ‘askeri disiplin’, ‘as-üs ilişkisi’, ‘hiyerarşik yapılanma’ gibi Batı tarzı demokrasilerin sivil yönünün önüne geçen ilişkiler ağı gelmiyor değil.

Aslında Prabowo’nun ileri sürdüğü güçlü liderlik olgusu, kendisinin bir şekilde ‘demokrasi oyunu’ içerisinde koltuğa oturmuş bir lidere karşı askeri darbe girişimine teşebbüs etmesiyle de ilişkisi olup olmadığı üzerinde durmak gerekir.
Bu noktada  otuz iki yıllık iktidarıyla ‘güçlü lider’ imajını bir şekilde hayata geçirmiş Suharto örneğine bakılabilir. Bu anlamda, Suharto’nun pekâla güçlü bir lider olduğu yanlı yansız herkesin kabul ettiği bir gerçek… Ancak Suharto’nun yarattığı demokratik ortamın nasıl bir Endonezya toplumu ürettiği de ortada değil mi? Şimdi emekli bir general kalkmış, devlet başkanı olmuş selefi bir generalin konumunda olduğunu es geçtiğini ima eden bir görünüm sergiliyor. Ülkenin güçlü bir demokrasiye olan ihtiyacı kadar, bunu kimin, hangi bireysel tarihi tecrübelere sahip kişi veya kişilerce ortaya konduğu da önemli.
Bu anlamda daha pek fazla değil, bundan 15 yıl öncesine kadar ülkeyi yöneten gene bir eski general, gene ‘güçlü bir lider’ olan Suharto’nun varlığı değil miydi ülkede sosyal ayaklanmalara yol açan. Haddi zatında, Endonezya muadili ülkelerde demokrasinin neye tekabül ettiği de başlı başına bir çalışma konusu. Bu anlamda şu yönelime dikkat çekmekte fayda var. Suharto sonrası reform döneminde arzu edilen ‘sivilleşmenin’, ‘kamusal alanın siviller lehine genişlemesinin’ arzu edilir şekilde önünün açılmamasından doğan halet-i ruhiyeyle sadece askeri kesimlerin değil, sivil kesimlerin de desteğiyle ‘Keşke Suharto döneminde olsak’ veya ‘Suharto dönemine dönsek hiç de fena olmaz’ türünden siyasi çözüm arayışlarına girilmesi, zikredilen çevrelerde demokrasi algısının, içinde şiddeti ve Cava faşizmini de barındıran ‘güçlü liderlik’ odağında döndüğünü açıkça sergilemiyor mu?

Prabowo, ‘güçlü liderlik’ karvamından hareketle Suharto ekolüne vurgu yapılabilecek bir anlayış ortaya çıkarken, konuşmasının ilerleyen bölümlerinde, bu kavrama koşut olarak gündeme getirdiği ‘daha iyi denetimli demokrasi’ (better-guided democracy) kavramıyla ülkenin kurucu babası ve ilk devlet başkanı Sukarno’nun ‘guided-democracy’sine gönderme yapıyordu. Bu iki kavramla Prabowo’nun ülkenin modern siyasi tarihine damgasını vurmuş, ikisi de orduda önemli liderlik konumunda yer almış ve nihayetinde ‘ülkeyi en iyi yönetebilecek kitlenin, ülkenin sahibi olan askerler olduğu’ mantığından hareketle siyasette elli yılı aşkın varlık göstermiş ve Cava milliyetçiliğinin hamisi rolünü üstlenmiş liderlerine gönderme yapıyor. İlhamını bu iki liderden alması siyasi paradigma olarak bir devamlılığı ortaya koyarken, akla Prabowo’nun yenilik olarak ne getirdiği meselesi takılıyor.

2014 yılı seçimlerinde Devlet Başkanlığı’na ‘layık görülmesi’ halinde, daha iyi demokrasi için ülkenin ‘en parlak beyinleriyle’ çalışacağı vaadinde bulunuyor. Burada durup, bir ‘Hmmm’ demek lazım mı acaba? Demokrasinin halk katmanlarında yayılması sürecinde ‘en parlak beyinlerinin’ halk yönetimine mi yoksa seçkinci bir siyaset modeline mi yakın düştüğü üzerinde de herhalde SSS üyeleri soru yöneltmiştir kendisine… Unutmayalım -yukarıda aile bağına değindiğimiz üzere- Prabowo’nun kendisi de seçkinci bir çevrenin mensubu… Prabowo, ülkenin bugünkü siyasi manzarasını kadim edebi metin Mahabarata’daki iki muhalif güç odağına İyilik Krallığı ‘Kurawa’ ile Kötülük Krallığı ‘Pandawa’ gönderme yaparak resmediyor. Mevcut durum demokrasinin gaspedilmiş hali -dolayısıyla kötü güçlerin varlığı-olarak tanımlanırken, Prabowo ve çevresinin getirmeyi vaad ettiği sistem de ‘hakiki demokrasi’ -ki bu da İyilik Krallığı’nımensuplarına tekabül ediyor-, olarak takdim ediliyor.

Prabowo’nun siyasi söylemini oluşturan bu sembolik alıntı Cava Kültürü’ne gönderme yapmasıyla, bir anlamda politik ideolojik yapısını sınırlandırdığını ortaya koyuyor. İyi-Kötü güçlerin mücadelesi olarak yorumladığı demokrasiyi isteyenler ile demokrasiyi ‘kendi emelleri’ için kullanıp bu siyasi rejimi hedeflemek yerine, ondan azami ölçüde istifadeyle kendi süfli emellerini gerçekleştirmeyi amaç edinenleri kastediyor. Bu güçler veya güç savaşı Endonezya’da neye tekabül eder? Bu üzerinde düşünülmeye değer önemli bir soru.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=239986

23 Aralık 2012 Pazar

Siyasi ve Ekonomik Proje Olarak ASEAN


Mehmet Özay                                                                                                                  20 Aralık 2012

 ASEAN (Association of Southeast Asian Nations - Güneydoğu Asya Milletler Birliği) bölgede ekonomik işbirliğinden öte kültürel ve siyasal adımlar atıyor. Ekonomik kalkınmayı siyasal ve sosyal proje olarak kurguladığını gösteren bu anlayışın yanı sıra, Avrupa Birliği’ne öykünüyor. Bununla birlikte Avrupa ile bütünleşik politikalar uyguluyor. ASEAN ülkeleri, kendi aralarında siyasi birliklerini ne kadar sağlayabilecek? Güneydoğu Asya’daki Müslüman ülkeler ASEAN’ın içinde kalkınmaya matuf katalizör mü olacaklar, yoksa alternatif bir model mi geliştirecekler? ASEAN kendisini karşısında konumladığı AB’ye eklemlenme süreci mi yaşıyor?

http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=239614&q=mehmet+%C3%B6zay 

21 Aralık 2012 Cuma

İslam Ekonomi Forumu Toplantısı’na Dair Bir Gözlem


Mehmet Özay                                                                                                                 15 Aralık 2012

Dünya İslam Ekonomi Forumu Vakfı’nın (WIEF) organize ettiği toplantı 4-6 Aralık 2012 tarihleri arasında Johor Bahru’da gerçekleştirildi. Alt başlığı ‘Değişen Eğilimler, Yeni Fırsatlar’ olan Forum, 62 ülkeden sayısı binbeşyüzü bulan delegenin katılımına konu oldu. Söz konusu bu Forum, İslam finans çevreleri kadar, ekonomi ve iş dünyası alanında varlık gösteren bölgesel ve küresel aktörleri biraraya getirdi.

Dünya İslam Ekonomisi gibi önemli bir alanın çalışmalarının bir vakıf çatısı altında toplanmasının geçmişi o kadar da eski değil. İlki 2003 yılında o dönemki adıyla İslam Konferansı Teşkilatı öncülüğünde gerçekleştirilen Dünya Ekonomi Forumu toplantısı ilerleyen yıllarda Malezya’nın himayesinde vakıflaşarak bugünlere kadar geldi. Her ne kadar, adında küresel bir birlik hüviyetine vurgu olsa da, Malezya’dan başka hangi sözde İslam ülkelerinin veya kurumlarının vakfa aktif ve sürdürülebilir destek verdiği dikkate alınmalı. Aslında Malezya’nın bu vakfın oluşuma kapı aralamasında pek de şaşılacak bir durum yok. Bilindiği üzere, yeni milenyumun hemen başında yaşanan küresel çaptaki siyasi gelişmeler İslam coğrafyasında eğitimden, siyasete, ekonomiden sivil toplumculuğa değin önemi değişimlere ve dönüşümlere konu olurken, yukarıda zikredilen Teşkilat’ın yapılanmasında da ‘yenilenme’nin öngörüldüğü ve bunun Malezya siyasi elitince gündeme getirildiği biliniyor. WIEF’ın temel yöneliminin gerek Müslüman gerekse Müslüman olmayan katılımcılarıyla kadın ve gençlik liderleri için de bir platform olarak hizmet verdiği gözleniyor. Ülkenin, aynı zamanda Uluslararası İslami Finans Merkezi’ne ev sahipliği yapması da bu Forum’la birlikte değerlendirilebilir.

Vakfı’ın insan kaynaklarının zenginliğinin yanı sıra, Forum’un Kuala Lumpur’da değil de Cohor Eyaleti’nin başkenti Cohor Bahru’da düzenlenmesi de ayrıca göz ardı edilemeyecek bir anlama sahipti. Bu bağlamada ‘Niçin Cohor Bahru?’ sorusu önem taşıyor. Forum’a ev sahipliği yapan mekânın sıradan bir seçim olmadığı, aksine bu seçimin şehrin geçmişten günümüze hangi yapılanmalara konu olduğuyla yakından ilgilidir. Dünün kadim Malay sultanlıklarından birine ev sahipliği yapmış Cohor şehri, ardından sömürge döneminde ‘Malay Federe Devletleri’ni (FMS) konu alan ve İngiliz yönetiminin memnuniyetini dile getiren resmi yazışmalarda, bu bağlamda örneğin 1905 yılı yazışmalarını dikkate alabiliriz, görüldüğü üzere Anglo-Sakson dünyanın ‘girişimci ruhundan’ ve ‘liberal ekonomi açılımlarından’ ister istemez etkilenme durumunda olmuş bir belde olarak Batı Malaya topraklarındaki modernleşme süreçlerinde olduğu gibi, bugün de Malezya’nın sahip olduğu benzer kaynaklar ve üzerine eklenen yeni pörtföyler ile ekonomi ve yatırım potansiyelleri benzer çevreler ve daha da ötesi uluslararası ekonomi çevrelerince kayda değer ekonomik değerler olarak dikkat çekiliyor.

Son yıllarda şehrin bir yandan Malezya’daki ekonomik kalkınma yapılanmalarına koşut bir gelişme içinde önemli bir yer tutması, öte yandan, Singapur Adası’nda yatırım ve yaşam alanlarının neredeyse bitme noktasına gelmesiyle de Cohor Bahru şehri şartların kendisini “genişlemeye” zorladığı bir süreci tecrübe ediyor. Ekonomik işlevselliği noktasında dünyada ilk ona girmesi hedeflenen şehir son birkaç yıldır sadece Malezya içinde değil, üç farklı safhada yatırım odaklı bir süreci tecrübe ediyor veya daha doğrusu böylesi bir sürecin yapılandırılmasının söz konusu olduğu ileri sürülebilir. İlk safha Malezya’nın kalkınma hamlelerinin lokomotifi işlevini gören Penang Adası ve Malaka Boğazı boyunca uzanan Batı sahil şeridinde artık pek genişlemeye müsait sahanın olmaması Yarımada’nın güneyindeki Cohor Eyaleti’ni stratejik mevkii ile öne çıkarıyor. İkinci safha, Eyalet’in Singapur-Endonezya-Güney Çin Denizi ekseninde sahip olduğu jeo-stratejik konumunun ASEAN bölgesel gücüne kadar uzanabilecek avantajlar silsilesine kapı aralıyor. Üçüncü safha ise, küresel yatırım ve finans devlerinin yukarıda dile getirildiği üzere Singapur’da genişlemeye müsait olmayan alt yapı nedeniyle kapı komşusu Cohor Bahru’yu bakir bir alan telâkki etmeleri. Tüm bu unsurların birleşmesi İskender Şehri (Kota İskandar) projesinin hayata geçirilmesine olanak tanıyor. 2006’da başlayan projenin bugün yüzmilyar Ringgit’i aşkın yatırıma evrilmesi de bunun bir göstergesi. Finans ve sanayiden turizme, eğitimden eğlence vb. sektörlere kadar pek çok alternatifin birarada yükseleceği dev bir proje olarak Malezya’nın göz nuru bir bölge burası. Zaten Forum’daki imza törenlerinin kapsamı da Kota İskandar çerçevesinde yapılması da bunun kanıtıydı. Adına İslam Ekonomisi Forumu denilen oluşumun işte böylesi bir ‘göz nuru’nu dünyaya tanıtma gibi bir işlevi olduğunu zaten WIEF’ın Genel Sekreteri Ahmad Fuzi Abdul Razak da açıkça dile getirmişti (New Straits Times, 4 Aralık 2012) .

Bu bölümü şu şekilde özetlemek mümkün. Başkanlığını Dr. Mahathir döneminin Başbakan Yardımcısı Musa Hitam’ın yürüttüğü Vakfı’n bu girişimi, bir yandan Malezya’nın ekonomi alanındaki tavizsiz büyüme kararlılığı, öte yandan bölge ülkeleri arasında büyük ölçüde ASEAN bağlamında ortaya çıkmakta olan işbirliği potansiyelleri gibi unsurların da birleşmesiyle ayrı bir önem taşıyordu. Bu anlamda, Malezya gerek bölgesel gerekse küresel bağlamda finans ve yatırım hususunda bir cazibe merkezi olma konusundaki agresif yönelimini bir kez daha somut bir şekilde ortaya koyduğu şeklindeki yorum ister istemez öne çıkıyor.

Bugünkü konumundan bakıldığında, Johor Bahru’nun dünyanın ilk birkaç finans merkezi arasında adı geçen Singapur’a kapı komşusu olması, Amerika ve Avrupa’dan konuklar yerine, bu ada ülkesinde konuşlanmış olan sektör temsilcilerini konferansa çekmeye kafiydi. Bu anlamda, adında ‘İslam’ adı geçse de konu finans olunca kapitalist dünyanın gözü kulağı da bir şekilde buraya odaklanmaya ve konuya ilgi duyan uluslararası çevreleri biraraya getirmeye kafiydi.

Cohor’da yapılan 8. toplantının da gene Malezya’nın önde gelen siyasilerinin himayesinde gerçekleştirilmesi, bu anlamda önemli bir desteğin sürdürüldüğünü ortaya koyuyor. Açılış konuşmasının yanı sıra, ‘seçkin konukların’ yer aldığı ilk oturumun başkanlığını Başbakan Necib’in gerçekleştirmiş olmasının yanı sıra, eski Başbakanlardan Ahmed Bedevi’nin iştiraki ve destekleri önemliydi.

Vakfı’n çalışmalarını süreçte Moskova, İstanbul, Bahreyn, Dhaka, Londra, Nairobi ve Johannesburg’da ‘yuvarlak masa’ toplantıları ile bölgelerarası açılımı öncelleyen girişimlerinin varlığını da burada hatırlatmakta fayda var. Ayrıca, Cohor Bahru’daki Forum öncesinde ön hazırlık aşamasının birkaç ay önce Hindistan New Delhi’de yapıldığını belirtelim. New Delhi’deki toplantıda Asya’nın giderek ön plâna çıkan güç odaklarından biri olan Hindistan’ın ekonomik işbirliği çerçevesine nasıl katılabileceğiyle ilgiliydi. WIEF’in, iş dünyası aracılığıyla ülkeler ve bölgelerarasında köprülerin kurulması bağlamındaki kurucu paradigmasının formun açılış gündemini teşkil etti.

Forum’a konu olan ‘İslam Ekonomisi’ ile ‘eğilimler ve fırsatlar’ başlıkları yan yana getirmesi bakımından önemli bir kavram çelişkisine yol açmıyor değil. Konferans duyurusu akıllara İslamın ekonomi paradigması, çeşitli ülkelerden alimlerin ve bilimadamlarının katılımıyla günümüzde gemi azıya almış liberal kapitalizme karşı sadece İslam coğrafyasına değil, küresel çapta ‘çözüm’ olabilecek bir sistemin dinamiklerini tartışacakları ve gündeme damgasını vuracakları gibi bir algı doğuruyordu. Ancak Vakıf Başkanı Musa Hitam’ın konuşmasının ana hatlarına kulak kesildiğimizde zikredilen altı maddelik Forum yapılanmasında, İslam ekonomi paradigması ve bu paradigmanın sunduğu insan tipolojisi; Batı kapitalizminin açmazları ve bu açmazların küresel boyutta hemen her alandaki yansımaları; kapitalizmin sunduğu yaşam tarz(lar)ının bireyin öz yaşamından başlayarak toplumsal bütünün her alanına doğru yayılma istidadı gösteren çatışmalar ve bunlara çözümler, vb. gibi bir dizi açılımın olmadığı görülüyordu. Bunun yerine, iş dünyası ve ekonomi işbirliği sayesinde ulusların zenginliği paylaşacağı argümanı üzerinden bölgesel ve küresel işbirliklerini geliştirmeye matuf açılım hedefleniyordu. Böylesine önemli bir Forum’un ekonomi ve finans sektörünün ‘tekil’ bir hücre olarak varlık sürdürdüğü tezinden hareketle değil de, bu sektörlerin sosyal ve kültürel boyutlarını göz ardı edilemeyecek kadar önemli olduğunu kabulle çeşitli İslami ve sosyal bilim dallarından ilgililerin katılımıyla farklı bir boyuta bürüneceği düşünülebilir.

Elbette bu durum, Forum çalışmalarının anlamsız olduğu gibi intibaın oluşmasına yol açmamalı. Bir bölümünde halen siyasi kavganın devam ettiği, öteki bölümünde yoksulluk ve yoksunluğun kol gezdiği, bazısında horlanmış bir şekilde vatanlarından edilenlerin post-modern göçebeler durumuna indirgendiği ve bu durumdan birilerinin alabildiğine kazanım elde etme hırsının bürüdüğü İslam coğrafyasından önemli katılımlar yerine aralarında Singapur, Çin, İngiltere gibi kapitalist dünyanın ‘seçkin’ ülkelerinden temsilcilerinin de bulunduğu Fas’tan Japonya’ya değin çeşitli ekonomi modellerine ev sahipliği yapan ancak ortak noktası ‘kapitalizmle içiçe yaşama kültürünü’ alabildiğine geliştirmiş olan ülkelerin biraraya gelmesinin de bir anlamı ve önemi olsa gerek. Bu ülkelerin yanı sıra, Komoros Adaları ile Filipinler Hükümetiyle henüz çiçeği burnunda Barış Anlaşması’nı imzalamış Bangsamoro Müslümanlarının temsil edilmesi Forum’un teorik tartışmalar ve değerlendirmelerle sınırlı olmadığı, aksine, pratikte başta adı geçen bu iki  coğrafya olmak üzere kapsadığı toprak sahasının görece küçüklüğüne aldırmadan sisteme eklemlenme eğilimlerinin var olduğu bölgelerde de ülkelerarası ekonomik kalkınma hamlelerine olanak tanıyacak ikili ve grup çalışmalarını amaçladığını gösteriyor. 

Açılış oturumundaki konukların profili üzerinden Forum’un yapılanmasını okumaya bir olanak tanıyacağını düşünerek bu hususa kısaca değinelim. Oturumda, Malezya Başbakanı Necib bin Razak, Komoros Birliği Devlet Başkanı, Singapur Maliye Bakanı, İslam Kalkınma Bankası (IDB) Başkanı, Katar Başbakan Özel Temsilcisi, Pakistan Devlet Başkanı Özel Temsilcisi, Bangsamoro Müslümanları lideri Hacı Murad İbrahim birer konuşma yaptı. Forum duyurularında adları geçmekle birlikte Katar Başbakanı ve Pakistan Devlet Başkanı’nın katılmaması kadar, örneğin bölgede ekonomik kalkınmasıyla dikkat çeken ve dev bir ülke görünümündeki Endonezya’nın, Ortadoğu’dan bir Türkiye’nin bu açılış oturumunda temsil edilmemiş olması Forum’un kapsamı konusunda bazı soru işaretlerine yol açmıyor değildi.
Kaldı ki, bu iki ülke üst düzeyde katılım sergileseydi bile, Forum’da ekonomilerindeki birkaç yıldır tekrarlanagelen büyümenin hangi İslam ekonomi modeline yaslandığı; toplumlarında yanlış kodlarla praktize edilmiş ve edilmekte olan hangi üretme-tüketme davranış biçimlerini değiştirdikleri; bununla birlikte, İslam öğretisinden hareketle bu ekonomik kalkınma süreçlerinin sosyal parametreleri bağlamında hangi ilkelerle üretme-tüketme davranış biçimleri geliştirmeye ön ayak oldukları; ülkelerindeki gelir dağılımı eşitsizliği kadar yoksulluk oranında da ne gibi pozitif değişimlerin yaşandığı; bu ekonomik büyümenin yerli ve küresel vatandaşlar üzerindeki kısmi ve bütüncül etkileri; İslami ekonomi paradigması içindeki yerinden hareketle doğal kaynakların kullanımı noktasında ne türden bir ilişkinin geliştirildiğine dair sahici delillendirmeler vb. konularda katılımcı ülkelere aktarabilecekleri tecrübeleri olup olmadığını da burada dikkate sunmak gerekir. Yoksa İslamiyetin ‘büyümeye engel olmayan bir din” olduğu gibisinden çok genellemeci bir yaklaşımla geçiştirilebilecek veya Müslüman toplumların da küresel ekonomik değerler manzumesini içkinleştirilmelerinden hareketle, elbette İslamiyetle bağdaştırılabilirliğine dair kimi görüşler de ortaya atılabilirdi.

IDB Başkanı Dr. Ahmed Mohamed Ali, konuşmasının henüz girişinde “böylesi bir platformun, ümmetin karşılıklı işbirliğini geliştireceği” yönündeki bölümü, Forum katılımcılarının azımsanmayacak bir bölümünün Müslüman olmayan delegelerden olduğunu göz ardı edilerek, ezbere dayalı bir söylemi ifade ediyordu. Konuşmanın ilerleyen safhalarında ise Forum’un alt başlığı olan “Yeni Fırsatları” yakalamada “Hicret” kavramıyla karşılaması ise yoruma yer bırakmayacak türden bir açılımdı. Sayın Ali’nin burada Hicret’ten “zihinsel dönüşümü” vurgulaması, hangi tür ekonomik zihni yapıdan ne tür bir ekonomik zihni yapıya dönüşüm olacağının uzun uzun tartışılmasını gerektiriyor. Tabii konuşma, açıkçası öyle dini/felsefi bağlamlara kapı aralamıyor, ancak adına “yenilikçi ekonomi” denilen bir boyutu izhar ediyordu.

‘Seçkin’ katılımcılar arasında Singapur Maliye Bakanı Tharman Shanmugaratnam belki de en dikkat çeken konuşmayı yaptı. İslam Finans kurumunun ahvaline dair ‘detaylı’ bilgiye sahip olan Bakan Tharman, bu finans yapısının henüz küresel finans endüstrisi içerisinde sadece %1’lik paya sahip olması –sözde İslam ülkelerinde bu oranın %5’lik düzeyde bulunması- dezavantajdan ziyade geleceğe dair bir “fırsatlar” ağı olarak değerlendirdiğine kuşku yok. Bu finans kaynağının henüz ‘bankacılık’ sektörü ile sınırlı olması karşısında Bakan, açılım rüzgarının biran önce başlatılması gerektiğini düşünüyor. Yani böylece, İslami Finans kurumlarının, özellikle günümüzde büyük sıkışıklıklara tanık olunduğu yatırım sektöründe var olması ile -ki bu durum, küresel finans sektörüne destek olmaklığıyla zaten eli kolu sıkışmış durumdaki kapitalizme yeni bir soluk olacağı gibi bir algıyı da beslemiyor değil- gelecek on, onbeş yıllık süreçte atılım yapacağı öngörülüyor. Bakan’ın konuşmasının satır aralarında İslami Finans’ın küresel açılımına mani olan ve üstesinden gelinmesi gereken ‘İslam Hukuku’ uygulamalarından kaynaklanan sıkıntılar olduğu düşüncesi hakimdi. Belki de bu husus, tüm Forum’un özünü teşkil edecek bir salt finansal değil, aksine ‘değerlerle’ ilgili bir dinamiğe vurgu yapıyordu. Bu ‘sıkıntının’ nasıl ve kimlerin karar mekanizmalarına katılımıyla aşılacağı hususu da bu finans yapısının geleceğiyle doğrudan alâkalı. Reform projelerine tastamam uygunluk arz edecek bir plânlamayla bir sonraki Forum’un gelecek yıl dünya finans ağının üssü konumundaki Londra’da yapılmasının kararlaştırıldığını belirterek bitirelim.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=238916

15 Aralık 2012 Cumartesi

Endonezya’da Yeni Bir Skandal ve Uzantıları


Mehmet Özay                                                                                                        10 Aralık 2012
Endonezya’da gün geçmiyor ki bir yolsuzluk dramı gündemde yer almasın. Bu sürecin son ayağını 2010 yılında gerçekleştiği ileri sürülen ve Gençlik ve Spor Bakanı’na kadar ulaşan skandal bugünlerde Endonezya siyasetinde fırtına gibi esiyor. Gençlik ve Spor Bakanı Andi Mallarangeng, Batı Cava’da önemli bir şehir olan Bogor’daki Hambalang Spor Kompleksi ihalesi dolayısıyla adının karıştığı yolsuzluk vak’ası son yılların en büyük ‘vurgunu’ olarak tanımlanıyor. 1.17 trilyon Rupiah’lık ihaleye konu olan spor kompleksi, 2011 yılındaki 26. Güneydoğu Asya Oyunları çerçevesinde plânlanan önemli bir projeydi. Bu gelişme, tek başına ele alınamayacak denli kökleri derinlere açılan geniş bir ağın parçası sadece. Hâl böyleyken Endonezya Müslüman toplumunda bir ‘travma’nın yaşandığını söylemek mümkün mü? Vak’anın Endonezya Müslüman toplumunu neden birinci elden ilgilendirdiğini aşağıda dikkat çekici bir şekilde ele alacağız.

Buradan hareketle Endonezya siyasi ve toplum yapısında ‘kanıksandığı’ izlenimi veren sosyolojik olgunun hatırlatılmasında fayda var. Suharto’nun ‘yeni Düzen’ rejiminin mirası olarak genel kabul gören yolsuzluk ve rüşvet skandalları silsilesinin devamının söz konusu rejimin kalıntılarının hali hazırda bürokraside önemli yer işgal ettiği şeklinde yorumlandığı gibi, bunun bir ‘kültür’ haline geldiğine dair ciddi iddilar da yok değil. Kimi gözlemcilerin ifade ettiği üzere, bürokrasinin her köşesinde irili ufaklı her türlü rüşvet ve yolsuzluğa rastlamak mümkün. Resmi dairelerin her türlüsündeki bu çarkın dönüşünü meşrulaştırma adına kimi yakıştırmalar da yapılmıyor değil. Örneğin, verilen rüşvetin adına rahatlıkla ‘İhlas’ denilebiliyor. Bu ‘ihlasın’ ne anlama geldiğini ancak Endonezya toplum yapısındaki ilişkilere müdahil olmakla anlaşılabileceği de söylenebilir. Veya bir başka yaklaşımla ‘yolsuzluk sosyolojisi” adı verilebilecek bir alt-bilim dalının Endonezya yolsuzluk kültürünü enine boyuna araştırmasıyla sağlıklı temellere ulaşmak mümkün. Bunu, konunun ilgili akademisyenlerine havale ettiğimizi belirtelim...

Bu bilimsel yaklaşım bir yana, ülke siyasi yaşamına damgasını vuran ‘money politics’ olgusu irili ufaklı her seçim döneminde gündemin baş sırasında yer almaya devam ediyor. Bu son vak’ada da ilgili siyasetçilerce alındığı ileri sürülen paraların -en azından bir bölümünün- 2010 yılı seçimlerinde Demokrat Parti’nin Bandung il başkanlığı seçimlerinin ‘finansmanın’da kullanıldığı ileri sürülüyor. Ancak son birkaç yılda ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarının odağındaki isimlerin 2004 yılında ülkeyi yolsuzluklardan temizleme iddiasıyla gelen Demokrat Parti’nin üst düzey yöneticilerince gerçekleştiriliyor oluşu dikkat çekici. İş siyasette ‘money politics’e geldiğinde, o zaman son on yılı aşkın süredir uygulana geldiği ileri sürülen demokratikleşme bu gelişmelerin neresinde duruyor sorusunu da hakkıyla sormakta yarar var. Demokratikleşmeyi sadece belli periyodlarda birilerini bazı mevkilere seçmenin adı olarak anlayanlarla, bu yönetim biçimini şeffaflık, sorumluluk, hesap verebilirlik vb. ilkeler bağlamında anlayanlar arasında bir ayrım olduğu da kesin...

Yaşanan yolsuzluk hadiseleri, bir yandan halk nezdinde umutsuzluk girdabının da giderek güçlü bir şekilde yer edinmesinin nedeni olsa gerek. Unutmayalım ki, ‘çözüm’ olarak ortaya çıkanların dahi kökleşmiş yolsuzluk süreçlerine müdahil olmaları toplumda bu olgunun ‘kültürel bir değere’ dönüşmesine katkısı göz ardı edilemez.
Bu anlamda ülkenin köklü partilerinden epeyce ‘çekmiş’ Endonezya halkı, reform sürecinin önemli siyasi hareketi Demokrat Partisi’nin son sekiz yıllık iktidarında bu konuda gerekenlerin yapılamamış olmasından ötürü hayal kırıklığı yaşamadığını söylenemez. Demokrat Parti kurucusu ve son iki dönemdir Devlet Başkanlık koltuğunda oturan Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) sahip olduğu karizma, toplum desteği, uluslararası tanınırlık ve kabul yüzdesinin giderek artması gibi imkânları kendisi ve partisi lehine artı değer olarak ‘devşirip’ ülkede gerçek anlamda bir ‘temiz eller’ operasyonunu hayata geçirememiş olması Endonezya siyasetinin tıpkı 20. yüzyıl ikinci yarısı boyunca olduğu gibi, 21. yüzyıl başlarında da benzer sorunlarla yüzleşmek zorunda olduğunu ortaya koyuyor.

Bu anlamda, Suharto döneminde, ülkedeki etnik ve milliyetçi unsurlarla azınlık, ancak ekonominin başat unsuru Çinli işadamları grubu arasında bir anlamda gizli toplumsal sözleşmenin bir uzantısı olan ve zamanı geldiğinde her türlü siyasi muhalefete karşı bir ‘rejim kartı’ olarak kullanılabilecek bu silah bugünlerde farklı boyutlarda seyrediyor. Son yıllarda gerek ülke için reform çabaları, öte yandan ASEAN içerisindeki birlik kadar ülkenin bu birlik içerisinde liderlik oynama gibi bir uluslararası role soyunması, kalkınmakta olan ülkeler sıralamasında ilk yirmi içinde yer alan ve son yıllarda büyüme rakamları sürekli artı veren bir ülke konumundaki Endonezya’da bugünkü rüşvet ve yolsuzluk skandallarının boyutu da o ölçüde ‘göz kamaştırıcı’. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın üst düzey bürokratları ve Bakanı’na kadar ulaşan dev yolsuzluk bunun göstergesi olsa gerek. Endonezya bürokrasinin yapılanması dikkate alındığında, söz konusu yolsuzluk ve rüşvet hadisesinin birkaç kişi veya grupla sınırlı olmadığı, sistemik bir yapılanma arz ettiği dikkat çekiyor.

Aslında zaman zaman medyaya yansıyan ve akabinde Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nun (KPK) önüne gelen vak’alar zinciri, bir anlamda yukarıda dile getirilen hiyearşik ve sistemik yapı içerisinde ‘memnuniyetsizlerin’ ifşası olarak da adlandırılabilir. İşte tam da bu noktada, Hambalang Spor Kompleksi projesindeki yolsuzuluk iddialarının, Parti’nin bir zamanlar ‘kasası’ konumundaki Muhammed Nazaruddin’in ifadelerinin KPK’yı harekete geçtiği biliniyor. KPK bu süreçte Bakan’ın yanı sıra, Demokrat Parti’nin Başkanlığını yürüten Anas Urbaningrum’ın da aralarında yer aldığı altmış kişiyi dinledi. Nazaruddin, Bakan’ın yanı sıra, Parti Başkanı Ubraningrum’ın da bu yolsuzlukta payı olduğunu defaatle dile getirmişti.

Nazaruddin’in de benzer bir yolsuzluk suçlamasıyla yüzyüze kalması sonucu soluğu aldığı Kolombiya’da yakayı ele vermiş ve Cakarta’ya getirilerek yargılanarak hapse tıkıldığını hatırlatalım. Aşağıda değineceğimiz üzere, yolsuzluk ve rüşvetin egemen iktidar odakları ve bu odağa mensup görece genç siyasi aktörlerin öncülüğünde yürütülüyor oluşu, ülke otorite makamındaki kişiler ve çevreler kadar, üyeleri ve sempatizanlarının çokluğu ile dikkat çeken cemaatlerin bu kangren sorunuyla baş etmede ne denli başarılı olup olmadıklarını göstermesi açısından önemli. Bu husustan önce, Bakan’ın bu yolsuzluk sürecindeki üstlendiği ifade edilen role kısaca değinmekte fayda var.

ASEAN oyunları öncesinde önemli bir spor tesisinin inşasına gerek duyulmasıyla başlamış ve Bogor’da Hambalang Spor Kompleksi’nin inşasına karar verilmişti. Bakan’ın sorumluluğuna verilmeden önce, yani bir önceki Bakan Adhyaksa Dault döneminde proje bedeli 125 milyar Rupiah’dan (yaklaşık 12.9 milyon Amerikan Doları), 1.17 trilyon Rupiah’a (265 milyon Amerikan Doları) çıkartılmıştı. İşte sorunun ‘püf’ noktası da burada gizli...

Rüşvet ve yolsuzluk skandallarının ülke siyasetinde ve toplum yaşamına şu veya bu şekilde yansıması kadar, uluslararası arenada da ülkenin bir türlü bu ‘belâdan’ başını sıyıramamış olmasıyla dikkatlere sunuluyor. Halkının kahir ekseriyetinin Müslüman nüfusunu içermesiyle, Alimler Birliği (Nahdat’ul Ulama) ve Muhammediyye gibi ‘dev’ cemaat yapılarıyla dikkat çeken ve övünen bir ülkenin uluslararası çevrelerde kelimenin en hafif anlamıyla ‘ayıplanmasına’ karşın ortada sorunu çözecek bir ‘sosyal baskı grubu’ inisiyatifinin geliştirilememiş olması herhalde en çok Endonezya Müslümanlarını ve onları temsil makamındaki zikredilen iki dini oluşumu ve liderlerini rahatsız ediyordur. Milyonlarca mensubu ve sempatizanının siyasi partilerde, istihbarat dahil devlet bürokrasisinin her kademesinde ve çeşitli alanlarda faaliyet gösteren sivil toplum oluşumlarındaki varlığı dikkate alındığında, söz konusu cemaat yapılarının devlet içerisinde olduğu kadar, Müslüman nüfusuyla övünmesiyle dikkat çeken ülkenin İslam ümmeti içindeki durduğu yer konusunda kayda değer bir çabanın en azından toplumsal alanda görünürlük kazanmamış olmasının arkasında yatan neden nedir diye sorulması gerekir.

Yolsuzluk skandallarının kapsamını ‘siyasetin dar aralığına’ gömmek, Endonezya toplum yapısını olsa olsa sosyoloijik miyoplukla anlama çabasının bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Niçin bu konuya dikkat çektiğimize dair küçük bir örnek verebiliriz. Son yolsuzluk suçmalarına karışan kişilerden biri olan Demokrat Parti Başkanlığı’nı yürüten Anas Urbaningrum, adı ülkenin seçkin sivil toplum kuruluşları arasında zikredilen Müslüman Öğrenciler Mezunlar Derneği (KAHMI)’nin çok kısa bir süre önce gerçekleştirilen başkanlık seçimlerine katılmış, ancak Başkanlığa seçilememişti. Sözde ulusal siyasetle pek de ilintisi olmadığı söylenen KAHMI’de alınan sonuç, Demokratların ‘Müslüman seçmenler’ nezdindeki destek yitimi olarak dikkatlere sunulması aslında ülkede dini gruplar, sivil oluşumlar ve aktif siyaset arasındaki ilişkinin boyutlarını ortaya koyması açısından incelenmeye değer bir olgu olarak dikkat çekiyor. Demokratlar bir yana, ülkenin genel siyaset ağıyla ‘organik’ olduğu açıkça dillendirilmese de kaçınılmaz bir ilişkisi olduğu ifade edilen KAHMI içinde yer almak, hele hele başkanı olmak, seçimlerde gelecek ‘oy kitlesi’ bakımından gözardı edilemeyecek bir sivil güç edinimine olanak tanıyor. Bu nedenledir ki, gündemde isim yapan siyasilerin içinde yer almak zorunda hissettikleri bir kurum boyutunda KAHMI. Bu anlamda KAHMI’nin, Ariel Heryanto’nun (2006) dolaylı bir bağlamda  dile getirdiği üzere ‘siyasi enerji deposu’ olduğunu iddia etmek abartı olmayacaktır.

Bu noktada, kimileri çıkıp, ‘Tamam işte, Yolsuzlukla Mücadele Kurumu gereğini yapmış ya!’ diyebilir. Ancak, tabiri caizse kazın ayağı maalesef öyle değil. İlk soruşturmaların 2010 yılı sonlarında başladığı Hambalang Vak’asında ‘ağır işleyen sürecin’ hız kazanmasının ve 6 Aralık 2012 günü Bakan’ın istifasına neden olmasının, KPK’nın başkanının değişmesinin akabinde gerçekleşmesi oldukça ilginç. -Es geçilmemesi gereken bir hususa kısa bir notla değinelim. Son birkaç aydır ‘Endonezya Emniyet Müdürlüğü’nce KPK’da görev yapan bir kaç önemli isme yönelik yolsuzluk suçlamasına dayalı olarak kuruma yönelik baskın girişimimin Hambalang yolsuzluğunu ört bas etmeye yönelik olup olmadığı da üzerinde durulması gereken bir başka gelişme-. KPK bu yolsuzluk ve rüşvet skandalında Bakan’a ‘seyahat yasağı’ koymasından saatler sonra Bakan ‘Suçu üzerime atıyorlar’ manasına gelecek demeçine rağmen, istifasını vermek zorunda kaldı.

Sorunun bu dini/toplumsal vechesi kadar, son dönem yolsuzluk ve rüşvet vak’alarına konu olan baş aktörlerinin Demokrat Parti’nin önemli isimleri arasında yer almaları ilk etapta ülke Başkanı olarak Susilo Bambang Yudhoyono’yu, öte yandan da, ülkeyi reform sürecinde düzlüğe çıkaracağı varsayılan Demokrat Parti’yi kamuoyun nezdinde siyasi meşruiyetini büyük ölçüde zedeliyor. Son gelişmeler çerçevesinde, adı yolsuzluk skandalında baş aktör olarak geçen Bakan, 2004-2009 yılları arasında SBY’nın sözcülüğü görevini üstlenmesi ve danışmanlığıyla sınırlı değildi. Bundan belki de çok daha önemlisi, -ya da bunun doğal süreçlerinden biri olarak da telakki ediyebilir-, önümüzdeki dönemde Parti Başkanlığı’na, dolayısıyla ismi Devlet Başkanlığı’na aday olarak geçecek bir siyasetçiyle irtibatlı olmasında yatıyor. Siyasetle içli dışlı bir aileden gelen ve doktorasını bir Amerika’daki bir üniversiteden almış Andi, meslek yaşamına Makassar Hasanüddin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak başlaması, akabinde ulusal siyaset ağında ‘smart’ bir aktör olarak belirmesi, bugün gelinen noktada ülkenin yolsuzluk-rüşvet bağlantılarının hangi siyasi ve toplumsal ağlara dayandığının da bir göstergesi olarak okunabilir. Son dönemde yaşanan yolsuzluklar zincirinin son halkası olarak adlandırılan Hambalang Vak’asındaki aktörlerin ülkenin siyasi elitlerine yakınlığı 2014 seçimleri öncesinde Demokrat Parti’nin kan kaybının devam ettiğini ortaya koyuyor. Acaba SBY, ‘Nasıl olsa ikinci dönem sonrası seçilmem söz konusu değil. Emeklilik günlerim yaklaşıyor...’ diyerek Partisi’ne mensup üst düzey kadroların bulaştıkları skandallara gözünü mü kapatacak ya da reform sürecinin önemli aktörü olduğunu dikkate alarak Suharto sonrası dönemi siyasi tarihine adını layıkıyla yazdırmayı hedef alacak acil girişimlere başvurup vurmayacağını ilerleyen aylarda göreceğiz.

Yazının hülâsası anlamında şunları söyleyebiliriz. Bir yandan ülkeyi kalkınmakta olan ülkeler ve ASEAN içerisinde ‘parmakla gösterilecek’ ülkeler arasına katma mücadelesi olarak adlandırılabilecek reform sürecinin bir sonucu olarak KPK’nın varlığı, öte yandan, kökleri toplumsal dinamiklerin epeyce derinlerde yer alan ve adına kimilerinin ‘ihlas’ dediği ve bu anlamda meşrulaştırılan yoksulluk-rüşvet ilişkilerinin mücadelesinin keşistiği bir evre yaşanıyor. Bu evrede siyasi aktörler, bürokraside gücü ve imtiyazı elinde tutan kimsenin el uzatamayacağı kilit isimler, ülkenin ‘İslamlaşma’ süreçlerine şu veya bu şekilde katkıda bulunan Alimler Birliği ve Muhammediyye’nin nasıl bir sınav vereceğini tanık olunacak. Seküler yasa güçlerinin veya dini eksenli toplumsal yapılanmaların varlığı şeklinde olsun ülkenin gelecek on yıllarda nasıl bir toplum fotoğrafı ortaya koyacaklarında belirleyici olacak. Özellikle, “Ben sadece ‘kitap kuning’i mi okurum, gerisine karışmam” diyen geleneksel Müslüman çevrelerin ya da “Benim ilgi alanım sadece ‘sosyal refah’ alanları bunun dışındaki süreçlere özellikle de siyasete dair bir yaklaşımım olmaz” diyen modernist Müslüman çevrelerin mi, yoksa İslam’ın insanlığa sunduğu tüm değerleri toplum yaşamında praktize etme mücadelesindeki Müslüman duyarlılığının mı Endonezya toplumun ve siyasi yaşamının adalete, hakkaniyete dayalı bir sisteme evrilmesine katkı yapıp yapmayacağını göreceğiz. Bu kadar lafdan sonra, ülke içi siyasi ve toplumsal alanlarını kuşatma altına almış yolsuzluğun uluslararası boyutu nedir sorusuna da başka yazılarda değineceğiz.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=238148

10 Aralık 2012 Pazartesi

Malezya’da ‘Halkçı’ Söylem


Mehmet Özay                                                                                                                    2 Aralık 2012


Geçen yıl 5 Aralık’ta yayınlanan yazımızda ‘seçimin kapıda’ olduğuna vurgu yapmış ve beklemeye koyulmuştuk. Bekleyiş o bekleyiş... 13. Genel Seçimler’in sonuçlarıyla ilgili bir yazıyla Malezla bağlamında karşınıza çıkmaktı düşüncem. Ancak zorunlu olarak gene seçimin bir durak öncesindeyiz... Aradan tamı tamına bir yıl geçti ve her önemli siyasi toplantıda ‘seçim kapıda’ söylemini işiterek “Tamam şimdi!” herhalde düşüncesine kapılarak bugüne kadar geldik. O yazıda bir Malay akademisyenin “Necib güçlü olduğunu hissettiğinde sandığı halkın önüne koyacaktır” cümlesi bütün bir yıl boyunca hafızamdaydı. Bu cümlenin içeriğine gönderme yaparak, şöyle bir sonuç çıkartılabilir: Demek ki, Başbakan Necip halen birtakım eksikliklerin varlığından muzdarip ki, sandığı ortaya koymuş değil. Bununla birlikte, oklar 2013 Baharı’nı gösteriyor...

27 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında Kuala Lumpur Putra Dünya Ticaret Merkezi, 66. UMNO Genel Kurul Toplantısı’na ev sahipliği yaptı. Kadın, -kız ve erkek- Gençlik Kolları’nın yanı sıra genel kurulun atmosferi Başbakan Necib’in konuşmasına odaklıydı. Bu çerçevede, toplantıyı özetleyecek bir ifade seçmek gerekirse hiç zorlanmadan ‘Halkçı UMNO’ oldukça uygun düşecektir. Bununla birlikte, UMNO’da ‘liderin’ varlığının son derece dinamik bir olgu olduğundan hareketle ‘Halkçı Necib’ demek te mümkün. Halkın taleplerine kulak kesilen Başbakan büyük bir enerji sarfederek toplumun her kesimiyle biraraya gelerek bunu kanıtlamaya çalışıyor. ‘Halk değişim istiyorsa, değişiriz de’ denilebilecek bu siyasi söylemin küresel gelişmelerden etkilenmediği söylenemez... Bu nedenledir ki, hükümetin gündemini belirleyen büyülü sözcük ‘dönüşüm’ (transformation) oluyor. Genel Kurul günlerinde, Malezya Başbakanlarının kitap yazma geleneğinin yeni bir örneği olarak Başbakan Necib’in kaleme aldığı ve yukarıda zikredilen ‘dönüşüm’politikalarını kapsamlı bir şekilde elan alan, “Political Transformation: Recognizing Human Rights and Democratic Leadership, By the People For the People” başlıklı kitap çalışmasının tanıtımı da yapıldı. 

Bu tabir, Başbakan Necib’in son üç yılına damgasını vuran ve giderek hayatın her alanında bir ‘projeye’ dönüşen önemli değişim hamlesini yansıttığına hiç kuşku yok. Malezya, her ne kadar, kendine yeter bir ülke olsa da; dünyanın önemli ülkelerinin ve bölgelerinin ekonomik krizlerle boğuşurken yıllık büyümeyi %4-5’lerde götürebilen bir ülkeyden, sürekli yeni dış yatırımları ülkeye akarken, halkının dar gelirli, yoksul, kıt kanaat geçinen kesimleri olmadığı söylenemez. Zaten bu kapitalizmin nişanelerinden biri değil mi? Bu nedenledir ki, Başbakanı halkın derdiyle dertlenmeye iten, bu sosyo-ekonomik açığı nasıl olur da giderebiliriz sorusu oldu ve olmaya devam ediyor. Unutmayalım, Başbakan Necib, ülkenin ikinci başbakanı Razak’ın oğlu... Bir UMNO mensubu olmak ve bu anlamda UMNO geleneğinden gelmek kadar, belki de Başbakan için çok daha önemlisi ülkenin siyaseten ve ekonomik anlamda son derece “gri döneminde” başbakanlık koltuğuna oturmuş babası Razak’ın ne tür politikalar izlediğine şahit olması, şahit olanlardan dinlemesi, dönüp o döneme dair yazılanları okuması ve incelemesinin de bu süreçteki payı unutulmamalı. Buna ilâve olarak 2008’de yaşanan siyasi tsunaminin UMNO üzerinde bıraktığı ‘şok’un atlatılabilmesinde çıkış yolu olabilecek her alternatif gündemde yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bunlar arasında, ülkenin muhalefet yönetimindeki eyaletlerinde sorunlardan, Güneydoğu Asya’daki bölgesel sorunların çözümüne sunulabilecek katkılara, Ortadoğu’nun karmaşık siyasi iklimine ‘Malay tadında’ bir katkıya ve küresel ölçükte ‘ben de varım’ diyebilecek bir argüman olduğunu düşünebileceğimiz ‘ılımlı İslam’ destekçiliğine kadar her şeyi dahil edebiliriz.
Giriş paragrafında zikredilen ‘eksikliği’ bir anlamda Necip konuşmasının satır aralarında değil de, açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. “Yaptığımız hatalardan dolayı özür diliyor. Bunların telâfisi için söz veriyoruz.” diyerek kendi dönemi öncesine göndermelerde bulunuyor. Bu anlamda, Necib’i ayrıcalıklı kılan bir öge olarak dikkat çekilebilir. Bununla birlikte ‘ne gibi hatalar’ yapıldığını bilmiyoruz... Halktan dilenen bu özürden sonra, sıranın ‘halkın özür dilemeyeceği’ bir seçim sonucu istediğine geldi Başbakan’ın. 13. Genel Seçimleri, sıradan dört veya beş yılda bir yapılan siyasi yaşamın kaçınılmazı bir icraat olarak görmenin ötesinde, ülkenin geleceği için ‘kader’ telâkki ediyor. Açıkçası sadece Başbakan’da değil, herkeste az çok böylesi bir algının varlığı hissedilmiyor değil...

Bu kaderi, muhalefetin ‘Ne olur bir kere de bir yönetelim’ söylemiyle halkın oyuna talip olduğunda da bulmak gerekir. Bu bir kere ülkenin bağımsızlığından bugüne geçen 55 yılda gerçekleşmediğindendir ki, ‘kader’ mesabesinde bir seçim önümüzde duruyor. Bu ‘kaderin’ önemlice bir bölümü muhalefetin de adı olan ‘Enver İbrahim’in de kaderiyle bağlantılı... 64’ündeki Enver’in bu seçimle Başbakan olması onun modern Malezya siyasetinde gelebileceği bir zirve olacakken, kaybetmesi halinde -ki bu Enver’in biyolojik ömrüyle doğrudan alâkalı- Malezya muhalefetinin belki de önemli bir süre etkinliğini yitirmesi anlamına gelecek. Enver zaten bunu “Kaybedersem öğretim görevliliğine dönerim!” diyerek kendi de dile getiriyor. Bu ‘Bir kerecik’ söyleminin ötesinde, derinlerde yatan bir başka siyasi değişim olgusu ise ‘iki partili’ sistem isteği. Ülkenin siyasi yapısının yeniden ‘yapılandırılması’ anlamına gelen bu öneri, modelini İngiltere ve Amerikan alıyor tabii ki.

UMNO’yu bu kadar hırçın kılan ne diye sormak gerekir? Sıradan bir iktidar kavgası verdiği düşünülebilir birilerince. Ancak UMNO dünden bugüne sahip olduğu tarihi bir mirasın taşıyıcısı olarak siyaset sahnesinde yer alıyor. Tarihi miras öyle az buz değil yetmiş yıla varan bir dönemi gözler önüne koyuyor. İngilizlerin Pasifik Savaşı sonrasında Kuala Lumpur’a dönmeleriyle başlayan ve egemenlik noktasında belki de 19. yüzyılın adına ‘Resident’ denilen ‘Danışmanlık’ sisteminden elbette ki çok daha derinlerde bir siyasi nüfuza sahip Malay Birliği (The Union of Malaya) dayatmasına karşı çıkmanın adı. Bu süreçte, başkalarının da ‘Biz de karşı çıktık’ dedikleri olmuyor değil!

UMNO 1940’ların ikinci yarısından bugüne değin uzanan süreçte Malayların haklarını gözeten bir siyasi blok olarak ortaya koyuyor kendini. Aradan geçen on yıllarda yaratılan Malay orta sınıfı bunun sosyolojik olarak kanıtı konumunda. Parti’nin dinamizmi de önemli ölçüde buna dayanıyor. Ancak bugünkü siyasetin odağında, bu ‘orta sınıflaşmanın’ dışında, adına gençlik denilen kesimin, ne kadar sınırlı olduğu tartışmalı taleplerini dikkate alıp almamakla eşanlamlı gibi. Bu nedenledir ki, sayısı 2.5 milyona varan ve seçimlerin ‘karar merciiliğinde’ yadsınamayacak bir denge gücüne sahip genç seçmeni UMNO kurmaylarının yadsımadığı bir kitle olarak görmek lazım. Halkçı yönelimin önemli bir kesimini de işte bu kitle oluşturuyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=237155

8 Aralık 2012 Cumartesi

Moro’da Barışa’a Bir Şans


Mehmet Özay                                                                                                                      9 Ekim 2012

Filipinler’in güneyinde Moro-Mindanao Adası ve çevresindeki Malay Müslümanların Filipinler merkezi yönetimine karşı yaklaşık kırk yıldır sürdürdükleri bağımsızlık mücadelesi birkaç gün önce Kuala Lumpur’da taraflarca Barış Anlaşmasına atılan imzalarla tarih oldu.

Barış görüşmeleri özellikle yaklaşık iki yıl önce Filipinler’de devlet başkanlığına seçilen Benigno S. Aqiuno’nun ülkenin güneyindeki bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman özgürlük hareketiyle masaya oturma kararlılığının bir sonucu olduğu ileri sürülüyor. Söz konusu bu barış girişimi, bölgede uzun erimlilik gösteren silahlı özgürlük mücadelelerinin geçirmekte olduğu değişimi ortaya koyması bakımından da dikkat çekici.

Kuala Lumpur’da tarafların temsilcilerinin ulaştığı barış anlaşması, önümüzdeki Pazartesi günü başkent Manila’da yapılacak resmi törene konu olacak. Bu anlaşmanın en önemli maddesi hiç kuşku yok ki, ‘Bangsamoro’ (‘Moro Halkı’ anlamına gelmektedir) olarak anılan bölgeye özerklik verilmesi oldu. Ancak, imzalanan anlaşmanın nihai olmadığını da vurgulamakta fayda var. Birkaç yıllık süreyi kapsayacak ve adına geçiş dönemi diyebileceğimiz zaman diliminde Bangsamoro’da Müslümanların hakimiyetinde otonom yönetim kurulması ve akabinde 2016 yılında taraflar arasında nihai, kalıcı anlaşmanın gündeme gelmesi bekleniyor. Anlaşmaya karşın, hareketin lider kadrosu, silahların bırakılması şartını kesin anlaşmasının sağlanmasıyla gerçekleşeceğini ileri sürmeleri, taraflar arasında “güven” sorununun devam ettiği şeklinde de yorumlanabilir. Öyle ki, anlaşmanın imzalandığı saatlerde, Mindanao’ya az sayıda da olsa yeni askeri birliklerin girmesi hareket tarafından protesto edilmişti. Bu geçiş sürecinin son derece hassas dengeler üzerine inşa edildiği dikkate alınmalı ve 2008 yılında benzer bir anlaşmaya ramak kala, merkezdeki siyasetin muhalefet kanadı, gelişmeleri anayasaya aykırılığını ileri sürerek, süreci sabotaj ettiği unutulmamalı.

Bu barış sürecini tüm açılımları ile ele almak kapsamlı bir çalışmanın konusu olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, bu olguya kısaca değinmekte fayda var. 2005’de Açe’de başlayan barış süreci, Tayland’ın güneyinde Patani ve Filipinlerin güneyinde Moro için kimi bağlamlarda örneklik temsil ediyor. Söz konusu hareketler içinde kararlılık, etkinlik ve süreklilik bağlamlarında en kayda değer güç olan Açe Özgürlük Hareketi’nin merkezi Jakarta hükümeti ile yaptığı barış anlaşmasından sonra, bu harekete mensup sivil çevrelerin zaten onyıllarca bir şekilde etkileşim içinde oldukları Patani ve Moro’daki güçlerin barış koşullarına adaptasyonunda bir çaba sergiledikleri biliniyor.

Barış sürecini ve gelinen nokta Açe örneğinden hareketle incelenmeye devam edildiğinde son yedi yılda Açe Barışı’nın ne gibi safhalardan geçtiği, başarılar, meydan okumalar, çatışmalar vb. dikkate alınmalıdır. Buna mukabil, Bangsamoro’yu içine alan “yarı-otonom yönetim” biçiminin neye tekabül ettiği konusunda siyasi ve hukuki eş-anlayışın ortaya konulup konulmadığını önümüzdeki birkaç yılda gözlemleme fırsatı bulacağız. Zaten Devlet Başkanı Aquino da, Kuala Lumpur Anlaşmaı ile herşeyin bitmediğini, üzerinde anlaşılmayı bekleyen detayların olduğunu açıkça dile getiriyor. Söz konusu bu detaylar üzerinde anlaşma, 15 kişiden oluşacak “Geçiş Komisyonu”nun sorumluluğunda olacak. Özellikle, merkezi hükümetin, barışın kalıcılığını sağlama adına özerk yönetim yasası ve bu yasanın içeriğini oluşturması yukarıda zikredilen detaylar üzerindeki görüş birliğinin sağlanmasıyla gerçekleşecek. Kuala Lumpur imzalanan bu “ön” Anlaşma’da siyasi güç paylaşımı kadar, teritoryal ve maddi gelirlerin paylaşımı ön sıralarda yer alan konular arasındaydı. Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, sürecin en önemli aşamasını özgürlük hareketinin siyasallaşması ve nihayetinde bölgenin sivil yönetimine talep olacak bir yapılanmaya bürünmesi olacak. Bu süreçte, iç ve dış kanalların bölge üzerindeki nüfuz çabalarına bağlı olarak sorunsuz geçeceği söylenemez. Tüm Müslümanları temsil makamında bir siyasi oluşumun gerçekleşememesi halinde, zaten sosyo-ekonomik “geri kalmışlıkla” anılan bölgede yaşayan halkı daha da zor günlerle karşılaşmaya zorlayabilir.

Bu tür özgürlükçü hareketlerin barış görüşmelerinin “tam kapsamlı bir metne” dönüştürülememesinin çeşitli sebepleri olduğu malum. Bunların başında, çatışmaların sürdüğü ülkelerdeki siyasi iktidara yeni bir ismin ve partinin taşınması, mevcut siyasi ve askeri stratejiler, uluslararası konjonktür, barış sürecine iştirak eden bölgesel ve uluslararası çevrelerin yaptırım gücü vb. gibi faktörler tarafları masada buluşturmakla birlikte, sorunların tam anlamıyla çözüldüğü bir sürece hangi boyutlara girildiği şüpheli. Örneğin Aquino, tıpkı 2004 yılında Susilo Bambang Yudhoyono’nun vaadi gibi iktidara gelmesiyle birlikte sorunu çözüme kavuşturacağını açıklaması dikkat çekiyordu. Öte yandan, özgürlük hareketinin aradan geçen on yıllara rağmen, istenilen hedefe ulaşılamaması gerek hareket içerisinde gerekse de bölgede yaşam süren kitleler üzerinde “caydırıcı” bir etkisi olduğu ve zamanla bölünmelere yol açtığı ileri sürülebilir. Bu çerçevede özgürlük hareketi içinde değerlendirilen Moro Ulusal Özgürlük Cephesi’nin, Moro İslami Özgürlük Cephesi’nden bağımsız olarak 1996 yılında merkezi hükümetle anlaşmasına buna örnek teşkil eder. Bu ögelerin birleştiği noktada ortaya bir barış metni çıkmakla birlikte, siyasi ve hukuki yapılanma ve toplumsal barışın tesisinde ne tür süreçlerin yaşanacağı, kimlerin bu süreçlerde aktör rolüne soyunacağı, kimlerin dışlanacağı gibi oldukça komplike yapılanmalar da gözardı edilemeyecek gelişmeler arasında yer alıyor.

Bölgedeki özgürlük hareketinin neye tekabül ettiğine kısaca değinmekte fayda var. Katolik Hıristiyanlıkla özdeşleşen ve doksan milyona yaklaşan Filipinler nüfusu içerisinde, ülkenin güneyinde Malay ırkına ve İslama mensubiyetiyle azınlık konumundaki Müslümanlar yüzde beşlik oranla temsil ediliyor. Filipinlerin güney adaları, Güneydoğu Asya’nın Doğu Asya ile buluştuğu ve Müslüman Malay dünyasının kuzeydeki en uç noktası kabul ediliyor. Nüfusu dört milyona varan Müslüman kitle beş eyalette –Maguindanao, Lanao del Sur, Sulu, Tawi-tawi ve Basilan- yaşam sürüyor. Bu antropolojik ve tarihsel devamlılığın  bir sonucu olarak Mindanao Adası tarihte Sulu İslam Sultanlığı’nın merkezi olmuş ve bölgede görece önemli bir mevki işgal etmişti. “Sulu” adı, bugün dahi Kalimantan Adası ile Filipinler arasındaki su yoluna isim vermeye devam eder. Bu anlamda, Sulu Sultanlığı’nın Hint Okyanusu’nun iki ucu diyebileceğimiz Sri Lanka’dan güneydeki ucu Filipinlere kadar uzanan devasa ticaret havzasında kurulan İslam Sultanlıklarından biri olduğuna kuşku yok.