Mehmet Özay 15 Kasım 2012
Barack Obama'nın ikinci başkanlık süreci
sembolik anlamı oldukça güçlü ve Amerika'nın gelecek dönemde materyalize
edilebilecek en önemli dış politikalarından birine kapı aralamaya matuf bir
geziyle başlıyor. Obama'nın 19 Kasım'da Myanmar'ı ziyaret edecek olması,
Amerikan tarihinde bir ilk özelliği taşımasıyla gezinin sembolik anlamını
ortaya koyuyor. Birkaç yıl önce, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un kaleme
aldığı bir makalede ilân ettiği Asya Yüzyılı'na Amerikan yönetiminin geçen süre
zarfında giderek artan bir şeklide önem vermesi, belki de Amerika seçimlerinde
Obama'ya yönelen ilginin etkin faktörlerinden biri olarak zikredilmeye değer.
Ortadoğu, Afganistan savaşlarından sadece psikolojik olarak etkilenmemiş, aynı zamanda,
doğrudan ekonomiye etkisini de hayatlarında birebir tecrübe eden Amerika
halkının, yönetimin yeni dış politikasının aynı oranda psikolojik ve de
ekonomik cazibesine karşılık vermesi oldukça rasyonel bir çıkış gibi duruyor.
Peki Myanmar açısından bu ziyaretin anlamı
nedir? Aşağıda değineceğimiz üzere, 1948'deki bağımsızlığın ardından, dönemin
Başbakanı U Nu'nun önderliğinde, Soğuk Savaş'a taraf olanların baskılarına
boyun eğmeyerek 'Bağlantısızlar Grubu'nun önemli üyeleri arasında ve bu anlamda
1955 Bandung Konferansı girişimcileri arasında yer almış olan Myanmar, ancak
aradan geçen süreçte ve de özellikle de son gelişmeler ışığında
bakıldığında, kendi iradesinden daha çok dünyanın güç odaklarının
yönlendirmesine konu olan bir ülke profili çiziyor.
Modern dönemde, Amerika'nın Myanmar'la olan
ilişkilerinde dikkat çeken bir hususu hatırlatmakta fayda var. 1960'dan
itibaren kendini dışarıya kapatmış Myanmar, 1970'li yılların ikinci yarısı,
kalkınmış ülkelerin ilgisine giderek daha yoğun bir şekilde mazhar olurken,
sosyal ve ekonomik geri kalmışlığın aşılmasında Dünya Bankası'nın ve Japonya,
Almanya, Fransa, Avustralya, Kanada'nın yanı sıra ABD'nin girişimleri
sermaye aktarımı, dış teknik yardım ve ekipman desteği şeklinde gündeme
gelmişti. Ancak bu süreçte Burma yönetimi sosyalist ekonomi politikalarından
taviz vermeme yaklaşımı, batılı kurumların ve ülkelerin 'yardım' programlarının
palyatif bir düzeyde kalmasına neden olmuştu.
Amerika'nın Asya Açılımı'na dönerek son
dönemdeki gelişmeleri irdelemekte fayda var. ABD'nin ASEAN ve Asya-Pasifik
Ekonomik İşbirliği (APEC) üzerinden bölgeye dair plânlamalarını, tekil bir
girişim olarak Myanmar üzerinden girişimleri ucuz işgücü ve hammadde gibi
klasik yatırım fonksiyonları ve 'henüz bakir bir pazar' niteliği taşıması
bağlamında salt ekonomi alanı ile sınırlandırmak mümkün değil. Aynı şekilde, bu
nüfuzun Hindistan ve Çin gibi iki önemli kültür havzasının etkisinde varlık
sürmüş bölgenin, sömürgecilik dönemini paranteze alarak, uzun geçmişinde pek de
görülmemiş önemli dönüşümlere ve değişimlere kapı aralayacağını da
öngörebiliriz. Öncelikle bu unsurlardan ilkine göz atalım. Amerika'nın her
nereye giderse oraya tüm değerleri ve projeleriyle eğildiği bilindiğinden,
Myanmar özelinde de aynı yönelimin hakim olacağını söylemek kehanet
olmayacaktır. Bu çerçevede, bir yandan Myanmar demokrasisini yoluna koymada
'destek' olurken, bunun karşılığı olarak da ekonomik işbirliği, özellikle de
yatırımlar noktasında Çin ve de şimdilik arka plânda yer alan Hindistan'a karşı
güçlü bir açılım olacağına kuşku yok. Bu gücün bölgedeki önemli destekçilerinin
varlığı da unutulmamalı.
Obama'dan günler önce, Amerika Savunma
Bakanlığı'ndan üst düzey yetkililerin ziyaretinde Amerika'nın 2013 yılı
başlarında Tayland'da gerçekleştireceği "U.S.-Thai Cobra Gold" adıyla
bilinen Asya'nın en önemli askeri tatbikatına Myanmar'ın gözlemci olarak
katılımının hazırlıkları yapıldı. Bu katılımın birkaç anlamı var. İlki,
Myanmar'ın son iki yılı bulan reform sürecine ABD yönetiminin üst düzeyde
'onay' ve 'destek' verdiğidir. Bir diğeri ise ABD'nin Güneydoğu Asya'daki aktif
müttefik ülkelerine Myanmar'ın da katılması anlamına geliyor. Bu bağlamda,
Cakarta'dan, Singapur'a, Kuala Lumpur'dan bir yanda Bangkok'a öte yandan
Manila'ya çizilen ittifak haritasının Naypyitav'a ulaşması, Malaka Boğazı'ndan
Doğu'ya doğru Sunda Boğazı üzerinden Güney Çin Denizi'ne bağlayan küresel öneme
sahip su yollarını, bu sefer Malaka Boğazı'nın Batı'sından Bengal Körfezi'ne
taşıma ve böylece bölgeyi bir çembere oturtarak koruma ya da savunma bloku
oluşturması elbetteki gündeme getirilebilir. Bu Güneydoğu Asya ittifak blokunun
öncelikli hedefi Çin'in kaçınılmaz ekenomik ve de territoryal genişleme
siyasetini hedeflediği aşikâr.
Myanmar ordusunun da, kuruluşundan bu yana
sürekli dış yardıma muhtaç olduğu dikkate alındığında, ordu üst düzey
yönetiminin bu yeni gelişmeler ışığında Amerika'dan gerek teknik, gerek malzeme
ve donanım desteği almaktan oldukça memnuniyet duyacaktır. Bu destek, Çin'den
veya Kuzey Kore'den gelen yardımlarla kıyaslandığında büyük bir farkı ortaya
koyuyor. O da, Amerikan'ın askeri desteğini sunmada cömert davranırken,
karşılığında ülke ekonomilerini doğrudan etkileyen ve küresel pazar
oluşumlarına şu veya bu şekilde katkı sağlayan söz konusu ülke vatandaşlarına,
halklarına yönelik baskı, insan hakları ihlâlleri vb. olguları masaya şart
olarak koymasında yatıyor.
Peki Çin bu gelişmelerden nasıl etkilenir diye
de sormak gerekir. ABD-Myanmar ilişkisininin Çin'i etkilemesi 20. yüzyıl
boyunca Çin'in Myanmar üzerinde oynadığı rolde elbette ki bir değişim anlamı
taşıyor. Bu rol, Çin'in bir dönem siyasi ideolojisini ihraç edeceği bir arka
bahçe niteliğindeki Mekong Vadisi Havzası'ndaki varlığını da etkileyebilecek
boyutta. Bu ideoloji ihracı yerel komünist partiler üzerinden yürütülürken, öte
yandan askeri ve ekonomik yatırım ve belli ölçülerde yaptırımlarıyla bölge
ülkelerini kendine bağımlı kılma amacını taşıyordu. Bu ilişki, Myanmar
ordusunun ülkedeki etnik azınlıklarla sürgit devam eden savaşında üstünlük
kurmasıyla yakından bağlantılıydı. Kurulan ilişkinin 'tek boyutluluğu' Myanmar
ordusunun Çin'e mutlak bağımlılığı şeklinde bir algıya yol açması nedeniyle,
Amerika'nın bölgeye nüfuz çabasının dengeleyici rolü üzerinde duranlar da
olabilir. Myanmar yönetimi her halükârda dışa bağımlılığın getirdiği sancıyı
yaşamaya devam ederken, en azından yeri geldikçe kartları karma işinde bir rolü
olmasının avantajını elinde tutacaktır.
Aslında Güneydoğu Asya özelinde gündeme gelin
itiş kakış yeni değil. Öncelikle bunu ortaya koymakta fayda var. II. Dünya
Savaşı öncesinin İngiliz Sömürge Krallığı'nın hakimiyet ve sorumluluk
alanındaki bölge, savaş sonrasının şartları gereği yerini ABD'ye terk etmişti.
Bölge ülkeleri, bir yandan komünist blogun kendi sahalarına doğrudan nüfuzunu
engelleme adına ABD ve Batı ile stratejik ortaklıklarını sürekli gözetirken,
aslında bir yandan da Çin'in giderek güçlenen ekonomik yapısının kapsam alanı
içinde olmaktan da olabildiğinde istifade etmeyi amaçlıyorlardı. Bölge
ülkelerinin siyaset ehlinin kabiliyetine bağlı olarak ABD ve Çin çekişmesinden
azami ölçüde istifade edebildiklerini düşünmek bile mümkün. Bu anlamda ortaya
çıkan üçlü ilişkinin, ki bu ABD-Çin ve bölge ülkeleri bağlamı olarak
düşünüyoruz- tek yönlü, hiyerarşik değil, zamanla gelişen koşulların bir zorlaması
ya da doğurduğu imkânlar ölçüsünde çok yönlü ve kapsamlı boyuta evrildiği
yönündedir.
Bunca lafın ardından, sıra şu soruyu sormaya
geldi: Acaba Obama'nın, yıllarca ABD öncülüğünde insan hakları ihlâlleri
nedeniyle siyasi, ekonomik yaptırımlara maruz kalmış Myanmar'da son aylarda
giderek daha çok görsel platformlarda yer alan Rohingya Müslümanlarının
ahvaline dair bir çıkışı olacak mı? Bugün evleri yakılan, işlerlerine,
okullarına gidemeyen ve tüm bunlara neden olarak da ülke vatandaşı olarak tanınmayan,
bundan daha da önemlisi ülkenin 130 civarındaki etnik unsuru arasında yer
verilmeyen Rohingya Müslümanlarının son derece plânlı programlı bir şekilde
yurtlarından sökülüp atılmalarına Obama yönetimi nasıl karşılık verecek?
Aslında Rohingya Müslümanlarının mağduriyetine yirmi yılı aşkın süre önce ABD
nasıl karşılık vermişti sorusuyla başlamak gerekir. 1989'dan itibaren dönemin
Myanmar hükümeti iç-göç programıyla Arakan Eyaleti'nde Rohingya Müslümanlarının
çoğunlukta olduğu kuzey bölgelere Burma Budistlerini yerleştirme projesini
'başarıyla' yerine getirirken, yeni yerleşimlerin Müslümanlara ait evleri ve
topraklarını gasp ederken ve nihayetinde zulmün doruğa vardığı 1991 yılında
Myanmar ordusu marifetiyle 145.000 Rohingyalı Müslüman Bengaldeş'e zorunlu göçe
tabi tutulurken ve tıpkı bugün yapıldığı gibi Budist Myanmar yönetimi
Rohingyalıların 'dışarlıklı göçmenler' olduklarını, bu nedenle mal-mülk sahibi
olamayacakları gibi Myanmar'da yaşamaya da yasal olarak haklarının olmadığı
(Charney 2009: 184-5) iddiaları karşısında, ABD öncülüğündeki Batılı kurum ve
kuruluşlardan bir tepki gündeme gelmiyordu maalesef. Şayet böyle bir tepki
uluslararası kurumlar ve tekil ülkeler aracılığıyla –ki burada adına İslam
ülkeleri denilen bütünü es geçmememiz gerektiğini belirtelim- ortaya konmuş
olsaydı, son yıllarda Rohingyalıların teknelerle okyanusta ölüm/kalım
mücadelelerine ve de son aylarda ana vatanlarında maruz kaldıkları katliamlara
tanıklık etmeyecektik belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder