Mehmet Özay 5
Kasım 2012
Bugün Laos'un başkenti Vientiane önemli bir
toplantıya ev sahipliği yapıyor. Mekong
Nehri'nin suladığı vadinin yanı başındaki Vientiane'de başlayan 9. Avrupa
Birliği ve ASEAN Zirvesi, Güneydoğu Asya'da yeni bir düzenin tesis edilmekte
olduğunun güçlü işaretini veriyor. Mekong'dan bahsetmişken, sembolik olarak
dünün Tuna'sını, Elbe'sini, Ren'ini ve de Volga'sını hatırlamamak mümkün değil.
Herhalde Avrupalı yetkililer de otellerinin yanı başında akan Mekong için,
yukarıda zikrettiğim Avrupa Nehirleri'nin geçtiği coğrafyaları şekillendiren
gelişimçi süreçlerin hayalini kuruyorlardır.
Aslında, genelde Asya, özelde ASEAN'da
kurulmakta olan bu yeni düzenin ayak izlerini Güney Kore'de, Singapur'da,
Tayvan'da, Tayland'da vd. yerli hükümetlerin ve de özellikle
"otokrat" liderlerinin son dönem kalkınmacı politikalarında
görmüştük. Bu politikalar, bir anlamda, geçmişle, dolaylı olmasa bile, yüzleşme
eğilimindeki siyasi elitin Batı'ya yönelik intikam hislerinden kaynaklandığı
söylemek abartı olmayacaktır.
Bununla birlikte, bölgenin, sömürgecilikten
emperyalizme evrildiği yılları içine alan yakın geçmişine dikkat çekildiğinde,
kalkınmacılığın kökenlerinin temelde Batılı kalkınma paradigmalarının devamı
mahiyetinde olduğunu ortaya koyacak gelişmelerin daha o dönemlerde temellerinin
atıldığı da bir gerçek. Her ne kadar, söz konusu o dönemler, Batı'nın insan
haklarını öncelleyen, ırk/din/dil ayrımcılığı kaldırmayı "model
olarak" da olsa gündemine sokan, doğanın sömürülmesine "sözde de
olsa" karşı koyma talebini dillendiren liberal demokrasisinin gün yüzüne
çıkmadığı yıllar olarak hatırlansa da, kapitalizmin ulaşmak istediği hedeflerin
aracısı olarak bölge kaynaklarının ve de insanlarının kullanılmasında pek de
sınır tanınmadığı aşikâr.
Bugün bir yandan ASEAN içinde ortaya konulmaya
çalışılan bölgesel güç tesisine yönelik emekleme çabaları, öte yandan, -her ne
kadar tarihin değişik evrelerinde neşet eden ve yaşadığımız dönemde bir kez
daha nüksettiğine tanık olduğumuz "çatışmacı yaklaşımlara" rağmen-
Çin ve Japonya ekseninde ortaya çıkan ve devam eden süreç, Hindistan'ın sessiz
sedasız yükselişi gibi siyasi ve ekonomik ögeler bölgenin Batılı ekonomi
algısının izleğinde olduğuna dair ipuçları sunarken, Batılı değerleri yüksek
sesle dillendiren en önemli araç konumundaki Avrupa Birliği, Asyalı ulusların
artık "güçlü ekonomiler haline gelmesini", "yüzmilyonlarca
insanı 'fakirlikten' kurtarmasını", "dünya sahnesinde öz-güven
kazanımını" alkışlarken, aslında kendi kurmuş olduğu bir düzenin tesis
edilmesini alkışlarken, ortaya çıkan gururdan haklı olarak kendisine pay
çıkarıyor. Oysa ki, yeni güç paylaşımında ortada yeni aktörlerden ne kadar
bahsedilebileceği şüpheli olduğu kadar, milyonlarca insanın fakirlikten
kurtuluşundan mı, yoksa farklı bir safhaya geçen ilişkiler ağında yeni bir tür
'köleci düzenin' tesisinden mi bahsedilebileceği hakkıyla tartışılmalıdır.
Bu ekonomik atıfların yanı sıra, Batılı anlamda
seküler güçlerin ve de bu güçlerin dozunu artıracak Budizm gibi "bu
dünyacı, tanrısız" dinlerin desteğini alan iç dinamiklerin bu süreçlerdeki
rolü yabana atılır cinsten olduğu söylenemez. Japonya'da hakim gelenekselci
yaklaşım, "atom-bombası kompleksini" üzerinden atabilmek için
sarıldığı "endüstrileşme" savaşında, ulaştığı kapitalizm seviyesiyle
zaferini ilân ederken, aslında "teslim bayrağını" çektiğini
gösteriyordu. Bugün, Çin'de yaşayan ve önümüzdeki birkaç ayda neşet edecek
siyasi kadro değişimine odaklanan beklenti, Batılı ekonomik ve sosyal
değerlerine eklemlenmede güçlü bir adım atacak lider kadronun oluşumu yönünde
olacak. Tayland, Singapur, Taiwan gibi "orta yolcu" Budizm ve
Konfüçyüscü değerlere bağlı toplumlarının kapitalizmin hangi "orta
yoluna" denk gelecek atılımlara imza attıkları ortadayken, sırada
Myanmar'ın, Vietnam'ın, Laos'un dönüşümü ve değişiminin kimlere hizmet
edeceğini tahmin etmek güç değil.
Bu geniş fotoğraf içerisinde tüm çekincelere
rağmen, kendi has bir yeri olduğunu düşündüğümüz bir İslam coğrafyası var ki,
oynayabileceği rol ile, bu yeni bölgesel ve de nihayetinde küresel yapılanmaya
katalizör katkısı yapabileceği gibi, alternatif bir "model" teşkiline
de kapı aralayabilecek bir potansiyeli içinde barındırmıyor değil. Bununla
birlikte, dünya Müslümanları içerisinde, yaklaşık üçyüz milyon gibi önemi
azınmanmayacak bir kitlenin bu gelişmelerde yukarıda zikredilen rollerden ne
kadar azade oldukları kuşkulu. Gerek ASEAN içinde, gerekse tek tek ülkeler
bağlamında hangi rolleri oynamak istedikleri veya bu süreçte kendilerine ne
gibi roller tahsis edildiği üzerinde durulmayı hak ediyor. Kalkınmacılık
ruhunun alabildiğine güçlü bir şekilde etkisini sürdürdüğü bir ortamda, gerek
bölge Müslümanlarına gerekse diğer Üçüncü Dünya ülkelerine "modellik"
noktasında sahnenin ön sıralarında yer aldığı imajını veren devletlerin
"kapitalizmle" hesaplaşma süreçlerini dumura uğratacak bir
girişimleri olduğunu görmek zor. Öte yandan, bu siyasi güçlerin, bugün için
orta ve uzun vadeli geleceğe yönelik İslam düşünce ve medeniyeti çerçevesine
oturtulabilecek bir hareketten veya hareketler zincirinden bahsedip edilemeyeceği
sorunu gündeme getirilmeyi bekliyor.
Bölgenin kabataslak sınırları çizilecek olursa
Batısında Maldiv Adaları'nın ve Açe'nin, ortasında Malay Yarımadası'nın,
doğusunda Bangsamoro adıyla bilinen Katolik Filipinlerde yaşanan Müslümanların
ana yurdu Mindanao'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı düşünmek gerekiyor.
Elbette Patani, Rohingya gibi tarihin derinliklerinde iz bırakmış olanlar
kadar, Kamboçyası, Laos'u, hatta ve hatta Singapur'u gibi Budist/dikta rejimler
olarak değerlendirmenin hiç de temelsiz olmadığı siyasi güçlerin gölgesi
altında etnik, dini, politik kısacası toplumsal bir bütün olarak -şu ya da bu
şekilde- var olma savaşı veren Müslüman unsurların yaşadığı beldelerin de bölge
içerisindeki önemlerinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Tüm bu dış ve iç
sınırların çevrelediği alan, bölgenin kadim İslam kültür ve medeniyetinin
yeşerdiği topraklar olmakla en azından bölge için vazgeçilmez bir önem olarak
dikkat çekerken, tüm bu unsurların bugün hangi emel, amaç, hedef birliği içinde
oldukları sorusu karşısında verilebilecek bütüncül bir cevap bulunmuyor
maalesef. Dünün anlam yüklü özgürlük hareketleri, gelişen şartlar muvacehesinde
yerini birer birer "savaşma, özgürce üret ve tüket" mantığına uygun
bir sürece çekilirken, hem "içerden" hem de "dışardan" gelen
cazip tekliflerle onyılları içine alan mücadelelerin "ruh kökü"
unutulmaya yüz tutturuluyor. Dün Açe'de, bugün Bangsamoro'da yaşanan dönüşüm,
verilen mücadelenin dinamiklerini ne şekilde hayata yansıttığı elbette sadece
bu coğrafyalarda yaşayan halklara liderlik edenlerin tekelinde değil elbette.
Bu hareketler kadar, bu hareketlere şu veya bu şekilde zaman zaman cephe almış,
şimdi ise bölgelerin ekonomik dönüşümüne öncülük yapma yarışına girmiş bölge
ülkeleri ve liderlerini büyük bir sorumluluk beklediğine kuşku yok. İslamla
bağlantıları olduğu iddiasını zamanı ve yeri geldiğinde yüksek sesle
dillendirmekte çekince görmeyen bölge siyasi liderleri, içinde yer aldıkları
bir İslam kültür ve medeniyetini tüm çerçevesi ile yaşanan gelişmelere
yansıtacak bir bakış açısı geliştirmeleri sorumluluğunu taşıyorlar. Çünkü bugün
yaşananlar, dün yaşananlardan mahiyet itibarıyla hiç de ayrı düşmüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder