Mehmet Özay 30 Eylül 2012
30 Eylül 1965 Endonezya modern tarihinin dönüm noktalarından biridir. Altı
generalin evlerinden kaçırılarak Timsah Deliği (Crocodile Hole) adı verilen
mekanda katledilmeleri 1 Ekim sabahı saat 4 sularında gerçekleşse de, genelde
tarihe G30S olarak geçti. Generalleri kimlerin kaçırdığı konusu aydınlığa
kavuşturulamasa da bu suç devrim girişiminde bulunan dönemin Komünist
Partisi’nin girişimi olarak ilân edildi ve hemen akabinde Suharto önderliğinde
askerin karşı devrimiyle karşılandı.
Bu operasyon ve akabindeki gelişmeler, yol açtığı sonuçlar itibarıyla, ülkenin
modern tarihinde karanlık deliklerinden biri olmayı sürdürüyor. O dönem,
istihbarat biriminin başında olan ve adı sanı pek de duyulmamış Suharto’nun, bu
vakıadan birkaç gün sonra ülkenin kurucu lideri Sukarno’yu görevden aldı.
Sebebi, devlet başkanının komünistlerle işbirliği içinde olmasıydı... Aslında
söz konusu bu gelişmeyi “askeri darbe” olarak değerlendirilmesine yol açacak
iki önemli husus vardır. İlki, Suharto’nun öldürülen generallerden birinin
görevine “kendisini ataması”dır; ikincisi ise dönemin devlet başkanı
Sukarno’nun kendini Genelkurmay Başkanı mevkiinde görerek yardımcılığına da
ordu üst düzey yönetiminden birini ataması. Ancak bu süreçte Suharto’nun
“yönetime el koyarak” devlet başkanının yetkilerini askıya alması, siyasi ve
askeri idarenin de facto kendi elinde toplanmasına neden oldu.
Adına Yeni Düzen (Orde Baru) denilen ve 1971’den başlayarak 1998 yılı
Mayıs’ında Suharto’nun görevi bırakmasına kadar süren rejim ülkenin bugüne
kadar devam eden ‘siyasi kimliğinin’ oluşmasında başat rol oynadı. 30 Eylül
karanlığı, gene bu dönemde yazılan resmi tarihe göre, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında kurulan Rus ve Çin komünist partilerinden sonraki en büyük Komünist
Parti’nin ülkede devrim girişiminin önünü almak üzere yapıldı. Sayıları en az
beş yüz bin ilâ bir milyonu aşkın parti üyesi ve sempatizanının öldürülmesi,
binlercesinin hapsedilmesi, sürgün edilmesi, kovuşturmaya tabi tutulan
kitlelerin yakınlarının bir vatandaşın devletten bekleyebileceği temel
haklardan yoksullaştırılması ve geniş kitlelerin nefretinin odağı haline
getirilecek kurmaca politakalara tabi tutulmaları gibi siyasi, toplumsal,
psikolojik her türlü baskı ve şiddete maruz bırakılmaları ülkede siyasi ve
toplumsal yaşamı derinden etkileyen bir hadisedir. Elbette bu baskının sadece
adına “komünist” veya “komünist sempatizanı” denilen kitlelerle sınırlı
olmadığı malumdur. Bir örnek vermek gerekirse, Suharto’nun darbesini halk
nazarında meşrulaştırma görevi verilen üniversite öğrencileri, darbeden on yıl
sonra aynı kampüslerde bu sefer Suharto’ya karşı gösterilere başladıklarında
rol değişimine tabi tutulmuşlardı
Bu dönemin henüz hakkıyla anlaşılamamasında, bu olaylarda “baş rol
oynadığı” izlenimi veren Suharto’nun 32 yıl boyunca iktidarda kalmasının hiç
kuşku yok ki büyük önemi var. Bu 32 yılda neler olduğuna değinmeden önce, 30
Eylül 1965 öncesine kısaca göz atalım.
Karizmatik bir lider olan Sukarno’nun Amerikan eksenli Batı ideolojisine ve
yapılanmasına meydan okuyan duruşu Rusya ve Çin ile siyasi flörte yol açarken,
bir yandan da sahip olduğu siyasi kişiliğinin bir sonucu olarak kendini bir
Asyalı lider olarak öne çıkarma çabası da dikkatlerden kaçmamaktadır. Bunun
pratikteki örneğini Sukarno’nun” Bağlantısızlar Birliği” içerisinde oynadığı
rolde görülür. Sukarno, Doğu-Batı eksenli ve dünyayı iki siyasi bloga ayıran
paylaşıma ‘hayır’ diyen alternatif bir oluşum Bağlantısızlar Birliği’nde dikkate
değer bir yeri vardı ve bunu 1955 yılındaki ses getiren Bandung Konferansı ile
bu konumunu kurumsal bir boyuta taşımayı başararak gösterdi. Dönemin komünist
ve sosyalist blogundan önemli isimlerin bir araya geldiği bu oluşumun
Amerika’yı dönemin küresel bağlamında memnun etmeyeceği gibi, Endonezya gibi
sahip olduğu Müslüman nüfusu, Hint ve Pasifik Okyanusları arasında uzanan geniş
coğrafyası vb. yönleriyle “öteki blok”a terk edilemeyecek bir ülke konumundaydı.
Hattı zatında, coğrafyasının geniş bir bölümünün 350 yıla varan Hollanda
sömürgeciliğine tabiiyeti, 20. yüzyılda Amerika’nın temsil ettiği eko-politik yönelimle
şu veya bu şekilde çoktan ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Dış ilişkiler
bağlamında bunlar olup biterken, 17 Ağustos 1947’de ilân edilen bağımsızlıktan itibaren
“demokratik parlamenter sistemi” uygulamaya koyan Endonezya Cumhuriyeti aslında
İslamcı akımların ve entellektüellerin çıkışının gölgesinde bağımsızlığa
uzanmıştı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yılları, merkez güçlerin veya bir başka
deyişle Cava Milliyetçisi ve sekülarist yapının, dönemin en güçlü İslamcı
partisi Masyumi’yi ortadan kaldırmaya yönelik siyasi çekişmelere sahne
oluyordu. Bu süreç, parlamenter sistemin zaafa uğraması üzerine Sukarno’nun
“Denetimli Demokrasi” adını verdiği yeni bir siyasi oryantasyonu gündeme
taşımasına neden oldu. Bu süreç, aynı zamanda, onun giderek daha fazla
“komünist” bloga yaklaştığı yıllar oldu. Sukarno’nun İslamcı parti ve
çevrelerle sürtüşmesini bir kenara not edelim. Çünkü bu sürtüşme, 30 Eylül 1965
sonrasında vukua gelecek “komünist kıyımlarında” çeşitli oluşumlara mensup
Müslüman gençlerin ve halkın bizzat katılımlarına doğru evrilecek bir yapıyı
bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Şimdi yeniden Suharto’ya dönebiliriz...
Suharto gücünü nereden almıştı sorusu önemli. Bu soruyu bugüne kadar pek
çok araştırmacı gündeme getirdi ve cevabını bulmaya çalıştı. Suharto’nun
dönemin pek de öne çıkmayan bir subayı olmasına rağmen, özellikle askeri
istihbaratın başında bulunan bir isim olarak bu girişiminin ardındaki ilişkiler
gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Öte yandan, ülkenin iç dinamikleri bağlamında
ordunun konumu üzerinde durulmayı hak ediyor. Endonezya ordusu, tıpkı üçüncü
dünyanın diğer orduları gibi, varlığını ve gücünü “ülkenin birlik ve
beraberliğini koruma” ile özdeşleştirmiş bir yapıdan alıyor. Endonezya’nın
1945-1949 yılları arasında eski sömürgesine geri dönen Hollanda güçlerine karşı
Endonezya milliyetçileri etrafında odaklaşan militer gücün karşı koyması,
bugüne kadar süre giden ordu-devlet etkileşiminin temellerini temsil eder. Bağımsızlık
öncesindeki bu rol, orduyu “Halkın Ordusu” kılmaya yeten ve resmi ideolojinin
bu kavram üzerinde gelişmesinde başat bir etkisi vardır. Öyle ki, ordu aradan
geçen süreçte, sivil demokratik yapılanma karşısında konumunu meşrulaştırma
adına ideolojik “reorganizasyonunu” sürdürerek kendisini “İkili İşlevi” (Dual
Fungsi) bir ideolojik zemine taşımıştır. Ancak bugüne kadar özellikle de 30
Eylül geceyarısından sonra yaşananlar ordunun ülke modern tarihi kadar, İkinci
Dünya Savaşı’nda modern devletler içinde halkının bir bölümü ideolojik
nedenlerle yıkıma uğratan ülkeler sıralamasında ön sıralara taşımaya yetmiştir.
Bu süreç ülkede, sosyal barışın “devlet terörüyle” (Heryanto 2006) kurulmaya
çalışıldığı bir döneme aralanır.
Bu süreçe ülkenin gerek gelenekselci gerekse modernist İslamcı çevrelerinin
nasıl bir bakış yönelttiği de önemlidir. Sukarno’yu hedef aldığı aşikâr olan ve
Suharto yönelimli gelişme gösteren darbe sürecine eklemlenen “müslüman”
unsurların kim adına araçsallaştırıldıkları belirsizliğini koruyor. Soğuk Savaş
yıllarına denk gelen bu dönemde, gözlerden kaçmayan husus ise, Aradan geçen
zaman diliminde ülkedeki Müslüman unsurların cunta rejiminin ve uzantılarının
politik, ekonomik ve toplumsal varlıkları ve kasıtları karşısında yaptırım,
zorlama, teşvik, kabullenme, benimseme gibi farklı tür etkileşimlere konu
olduklarıdır. Öyle ki, 2000’li yıllara kadar geçen süre zarfında ülkenin adına
parlamenter demokrasi denilen rejimine tanıklığının sadece 1950-57 yıllarını
kapsadığı düşünüldüğünde babalığını Suharto’nun yaptığı Yeni Düzen
politikalarının İslamcı partiler, cemaatler, sivil toplum oluşumları ve geniş
Müslüman kitleler üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ülkedeki Müslüman unsurların, bağımsızlık
öncesinde milliyetçi-seküler çevrelerle müzakereleri, Masyumi’nin giderek artan
birleştirici siyasi gücü, binlerce
geleneksel dini okul, yayın ve basın faaliyetleri gibi unsurların varlığı
dikkate alındıkta, Suharto’nun ordu başta olmak üzere, siyasi hayat, sivil
toplum yapılanmalarını rejimin varlığı adına manipülasyonlarından İslami kesime
de epeyce bir pay düşüyordu. Modern Endonezya’da hangi sistem dikkate alınsa
İslamcı siyaseti manipülasyona ayarlı olduğu dikkat çeker. Bu anlamda
Sukarno’nun Denetimli Demokrasi’sinin uygulandığı yıllarla kıyaslandığında
Suharto’nun Yeni Düzen’li yıllarının çok daha sıkı tedbirlerin” alındığını
ortaya koyar (Fealy-Hooker-White 2006: 45).
Bu süreçte ülke müslümanlarını ilgilendiren belki de en önemli husus, “Pengkhianatan
G30S/PKI” adlı propaganda filminin açılış sahnesinde kimliği belirsiz
kişilerce, ancak sembolik işaretlerle “komünistlere” atfın yapıldığı cami
baskını olsa gerek. Ancak unutulmamalıdır ki, bağımsızlık öncesinde Sukarno ile
yapılan ve önemli tartışmalara konu olan Pancasila ideolojisi, 1970’lerden
itibaren yani Suhartolu yıllarda yeniden yapılandırılarak, içinde geniş
Müslüman kitlelerin de yaşamlarına “kast edilen” halk kesimlerine dayatılan bir
devlet aygıtına dönüştürülmüştü.
30 Eylül’den bugüne ne kaldığı önemli. Bu soru, ordunun üst düzey
generallerinin asker üniformasını çıkartıp, sivil siyasette önemli konumlara
adaylıklarında belirginlik kazanır. Aslında bu Güneydoğu Asya’nın asker
rejimlerinin gelişimine örneklik bakımından da dikkat çekicidir. Öyle ki, Lee
Kuan Yew’ın zamanında, Endonezya’daki bu gelişmeyi bölgenin diğer ülkelerine,
örneğin Myanmar cuntasına alternatif olarak önerdiği de biliniyor. Bölgede ve
küresel plânda siyasi yapılanmaların aldığı şekiller doğrultusunda askerin bizatihî
yönetime gelmesinin önündeki engellere rağmen, asker kökenli siyasetçiler
görevleri sırasında elde ettikleri büyük sermayelerle ve çıkar çevreleriyle
kurdukları ilişkilerle sivil siyaset arenasında boy gösterme geleneğini doğurdu.
Askerin sivil siyasete ilgisinin ardındaki gerçek, 32 yıllık Suhartolu yıllar
boyunca ordunun sivil hayatın her alanına nüfuzunun bir ifadesidir. Öyle ki,
1988 sonrasında ülke siyasetinde onbeş yıl gibi uzun bir zaman diliminden sonra
pek de tatminkâr olmayan bir süreçte ilerleyen “reform sürecinden” bahsediliyorsa
bunun önemli nedenlerinden biri bürokraside hakim konumdaki Suharto
kadrolarının varlığı olduğuna kuşku yok (Mietzner 2009: 38).
Elbette ülkenin şu veya bu şekilde “ekonomik” ve de belli ölçülerde
“siyasi” kalkınmışlık göstergelerini göz ardı etmiyoruz. Aksine, bu sözde
gelişmişliğin kimler elinde toplandığıyla bağlantılıdır. Bunda elbette Hussein
Alatas’ın (1977: 8) aktardığı üzere kimi Batılı sosyal bilimcilerin Cava halkı
özelinde dile getirdikleri “...İçinde bulunduğu durum karşısında sesini
çıkartmayan bir halk. Aksine, öyle bir gönüllülükle yoksulluğun içine kıvrılmış
bir halk görünümünde...” tanımlamasında olduğu üzere, üniformasını çıkarmış
siyasi liderlerine yönelik yaklaşımlarında aradan geçen on yıllara rağmen, pek
de farklı bir yaklaşımı ortaya koyamamış geniş halk kitlelerinin duruşu da
hesaba katılmaya değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder