1 Ekim 2012 Pazartesi

Endonezya’da 30 Eylül 1965 Darbesi’nin Yıldönümü ve İlişkiler Ağı


Mehmet Özay                                                                                                                   30 Eylül 2012
30 Eylül 1965 Endonezya modern tarihinin dönüm noktalarından biridir. Altı generalin evlerinden kaçırılarak Timsah Deliği (Crocodile Hole) adı verilen mekanda katledilmeleri 1 Ekim sabahı saat 4 sularında gerçekleşse de, genelde tarihe G30S olarak geçti. Generalleri kimlerin kaçırdığı konusu aydınlığa kavuşturulamasa da bu suç devrim girişiminde bulunan dönemin Komünist Partisi’nin girişimi olarak ilân edildi ve hemen akabinde Suharto önderliğinde askerin karşı devrimiyle karşılandı.

Bu operasyon ve akabindeki gelişmeler, yol açtığı sonuçlar itibarıyla, ülkenin modern tarihinde karanlık deliklerinden biri olmayı sürdürüyor. O dönem, istihbarat biriminin başında olan ve adı sanı pek de duyulmamış Suharto’nun, bu vakıadan birkaç gün sonra ülkenin kurucu lideri Sukarno’yu görevden aldı. Sebebi, devlet başkanının komünistlerle işbirliği içinde olmasıydı... Aslında söz konusu bu gelişmeyi “askeri darbe” olarak değerlendirilmesine yol açacak iki önemli husus vardır. İlki, Suharto’nun öldürülen generallerden birinin görevine “kendisini ataması”dır; ikincisi ise dönemin devlet başkanı Sukarno’nun kendini Genelkurmay Başkanı mevkiinde görerek yardımcılığına da ordu üst düzey yönetiminden birini ataması. Ancak bu süreçte Suharto’nun “yönetime el koyarak” devlet başkanının yetkilerini askıya alması, siyasi ve askeri idarenin de facto kendi elinde toplanmasına neden oldu.

Adına Yeni Düzen (Orde Baru) denilen ve 1971’den başlayarak 1998 yılı Mayıs’ında Suharto’nun görevi bırakmasına kadar süren rejim ülkenin bugüne kadar devam eden ‘siyasi kimliğinin’ oluşmasında başat rol oynadı. 30 Eylül karanlığı, gene bu dönemde yazılan resmi tarihe göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Rus ve Çin komünist partilerinden sonraki en büyük Komünist Parti’nin ülkede devrim girişiminin önünü almak üzere yapıldı. Sayıları en az beş yüz bin ilâ bir milyonu aşkın parti üyesi ve sempatizanının öldürülmesi, binlercesinin hapsedilmesi, sürgün edilmesi, kovuşturmaya tabi tutulan kitlelerin yakınlarının bir vatandaşın devletten bekleyebileceği temel haklardan yoksullaştırılması ve geniş kitlelerin nefretinin odağı haline getirilecek kurmaca politakalara tabi tutulmaları gibi siyasi, toplumsal, psikolojik her türlü baskı ve şiddete maruz bırakılmaları ülkede siyasi ve toplumsal yaşamı derinden etkileyen bir hadisedir. Elbette bu baskının sadece adına “komünist” veya “komünist sempatizanı” denilen kitlelerle sınırlı olmadığı malumdur. Bir örnek vermek gerekirse, Suharto’nun darbesini halk nazarında meşrulaştırma görevi verilen üniversite öğrencileri, darbeden on yıl sonra aynı kampüslerde bu sefer Suharto’ya karşı gösterilere başladıklarında rol değişimine tabi tutulmuşlardı

Bu dönemin henüz hakkıyla anlaşılamamasında, bu olaylarda “baş rol oynadığı” izlenimi veren Suharto’nun 32 yıl boyunca iktidarda kalmasının hiç kuşku yok ki büyük önemi var. Bu 32 yılda neler olduğuna değinmeden önce, 30 Eylül 1965 öncesine kısaca göz atalım.

Karizmatik bir lider olan Sukarno’nun Amerikan eksenli Batı ideolojisine ve yapılanmasına meydan okuyan duruşu Rusya ve Çin ile siyasi flörte yol açarken, bir yandan da sahip olduğu siyasi kişiliğinin bir sonucu olarak kendini bir Asyalı lider olarak öne çıkarma çabası da dikkatlerden kaçmamaktadır. Bunun pratikteki örneğini Sukarno’nun” Bağlantısızlar Birliği” içerisinde oynadığı rolde görülür. Sukarno, Doğu-Batı eksenli ve dünyayı iki siyasi bloga ayıran paylaşıma ‘hayır’ diyen alternatif bir oluşum Bağlantısızlar Birliği’nde dikkate değer bir yeri vardı ve bunu 1955 yılındaki ses getiren Bandung Konferansı ile bu konumunu kurumsal bir boyuta taşımayı başararak gösterdi. Dönemin komünist ve sosyalist blogundan önemli isimlerin bir araya geldiği bu oluşumun Amerika’yı dönemin küresel bağlamında memnun etmeyeceği gibi, Endonezya gibi sahip olduğu Müslüman nüfusu, Hint ve Pasifik Okyanusları arasında uzanan geniş coğrafyası vb. yönleriyle “öteki blok”a terk edilemeyecek bir ülke konumundaydı.

Hattı zatında, coğrafyasının geniş bir bölümünün 350 yıla varan Hollanda sömürgeciliğine tabiiyeti, 20. yüzyılda Amerika’nın temsil ettiği eko-politik yönelimle şu veya bu şekilde çoktan ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Dış ilişkiler bağlamında bunlar olup biterken, 17 Ağustos 1947’de ilân edilen bağımsızlıktan itibaren “demokratik parlamenter sistemi” uygulamaya koyan Endonezya Cumhuriyeti aslında İslamcı akımların ve entellektüellerin çıkışının gölgesinde bağımsızlığa uzanmıştı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yılları, merkez güçlerin veya bir başka deyişle Cava Milliyetçisi ve sekülarist yapının, dönemin en güçlü İslamcı partisi Masyumi’yi ortadan kaldırmaya yönelik siyasi çekişmelere sahne oluyordu. Bu süreç, parlamenter sistemin zaafa uğraması üzerine Sukarno’nun “Denetimli Demokrasi” adını verdiği yeni bir siyasi oryantasyonu gündeme taşımasına neden oldu. Bu süreç, aynı zamanda, onun giderek daha fazla “komünist” bloga yaklaştığı yıllar oldu. Sukarno’nun İslamcı parti ve çevrelerle sürtüşmesini bir kenara not edelim. Çünkü bu sürtüşme, 30 Eylül 1965 sonrasında vukua gelecek “komünist kıyımlarında” çeşitli oluşumlara mensup Müslüman gençlerin ve halkın bizzat katılımlarına doğru evrilecek bir yapıyı bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Şimdi yeniden Suharto’ya dönebiliriz...

Suharto gücünü nereden almıştı sorusu önemli. Bu soruyu bugüne kadar pek çok araştırmacı gündeme getirdi ve cevabını bulmaya çalıştı. Suharto’nun dönemin pek de öne çıkmayan bir subayı olmasına rağmen, özellikle askeri istihbaratın başında bulunan bir isim olarak bu girişiminin ardındaki ilişkiler gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. Öte yandan, ülkenin iç dinamikleri bağlamında ordunun konumu üzerinde durulmayı hak ediyor. Endonezya ordusu, tıpkı üçüncü dünyanın diğer orduları gibi, varlığını ve gücünü “ülkenin birlik ve beraberliğini koruma” ile özdeşleştirmiş bir yapıdan alıyor. Endonezya’nın 1945-1949 yılları arasında eski sömürgesine geri dönen Hollanda güçlerine karşı Endonezya milliyetçileri etrafında odaklaşan militer gücün karşı koyması, bugüne kadar süre giden ordu-devlet etkileşiminin temellerini temsil eder. Bağımsızlık öncesindeki bu rol, orduyu “Halkın Ordusu” kılmaya yeten ve resmi ideolojinin bu kavram üzerinde gelişmesinde başat bir etkisi vardır. Öyle ki, ordu aradan geçen süreçte, sivil demokratik yapılanma karşısında konumunu meşrulaştırma adına ideolojik “reorganizasyonunu” sürdürerek kendisini “İkili İşlevi” (Dual Fungsi) bir ideolojik zemine taşımıştır. Ancak bugüne kadar özellikle de 30 Eylül geceyarısından sonra yaşananlar ordunun ülke modern tarihi kadar, İkinci Dünya Savaşı’nda modern devletler içinde halkının bir bölümü ideolojik nedenlerle yıkıma uğratan ülkeler sıralamasında ön sıralara taşımaya yetmiştir. Bu süreç ülkede, sosyal barışın “devlet terörüyle” (Heryanto 2006) kurulmaya çalışıldığı bir döneme aralanır.

Bu süreçe ülkenin gerek gelenekselci gerekse modernist İslamcı çevrelerinin nasıl bir bakış yönelttiği de önemlidir. Sukarno’yu hedef aldığı aşikâr olan ve Suharto yönelimli gelişme gösteren darbe sürecine eklemlenen “müslüman” unsurların kim adına araçsallaştırıldıkları belirsizliğini koruyor. Soğuk Savaş yıllarına denk gelen bu dönemde, gözlerden kaçmayan husus ise, Aradan geçen zaman diliminde ülkedeki Müslüman unsurların cunta rejiminin ve uzantılarının politik, ekonomik ve toplumsal varlıkları ve kasıtları karşısında yaptırım, zorlama, teşvik, kabullenme, benimseme gibi farklı tür etkileşimlere konu olduklarıdır. Öyle ki, 2000’li yıllara kadar geçen süre zarfında ülkenin adına parlamenter demokrasi denilen rejimine tanıklığının sadece 1950-57 yıllarını kapsadığı düşünüldüğünde babalığını Suharto’nun yaptığı Yeni Düzen politikalarının İslamcı partiler, cemaatler, sivil toplum oluşumları ve geniş Müslüman kitleler üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ülkedeki Müslüman unsurların, bağımsızlık öncesinde milliyetçi-seküler çevrelerle müzakereleri, Masyumi’nin giderek artan birleştirici siyasi gücü,  binlerce geleneksel dini okul, yayın ve basın faaliyetleri gibi unsurların varlığı dikkate alındıkta, Suharto’nun ordu başta olmak üzere, siyasi hayat, sivil toplum yapılanmalarını rejimin varlığı adına manipülasyonlarından İslami kesime de epeyce bir pay düşüyordu. Modern Endonezya’da hangi sistem dikkate alınsa İslamcı siyaseti manipülasyona ayarlı olduğu dikkat çeker. Bu anlamda Sukarno’nun Denetimli Demokrasi’sinin uygulandığı yıllarla kıyaslandığında Suharto’nun Yeni Düzen’li yıllarının çok daha sıkı tedbirlerin” alındığını ortaya koyar (Fealy-Hooker-White 2006: 45).

Bu süreçte ülke müslümanlarını ilgilendiren belki de en önemli husus, “Pengkhianatan G30S/PKI” adlı propaganda filminin açılış sahnesinde kimliği belirsiz kişilerce, ancak sembolik işaretlerle “komünistlere” atfın yapıldığı cami baskını olsa gerek. Ancak unutulmamalıdır ki, bağımsızlık öncesinde Sukarno ile yapılan ve önemli tartışmalara konu olan Pancasila ideolojisi, 1970’lerden itibaren yani Suhartolu yıllarda yeniden yapılandırılarak, içinde geniş Müslüman kitlelerin de yaşamlarına “kast edilen” halk kesimlerine dayatılan bir devlet aygıtına dönüştürülmüştü.

30 Eylül’den bugüne ne kaldığı önemli. Bu soru, ordunun üst düzey generallerinin asker üniformasını çıkartıp, sivil siyasette önemli konumlara adaylıklarında belirginlik kazanır. Aslında bu Güneydoğu Asya’nın asker rejimlerinin gelişimine örneklik bakımından da dikkat çekicidir. Öyle ki, Lee Kuan Yew’ın zamanında, Endonezya’daki bu gelişmeyi bölgenin diğer ülkelerine, örneğin Myanmar cuntasına alternatif olarak önerdiği de biliniyor. Bölgede ve küresel plânda siyasi yapılanmaların aldığı şekiller doğrultusunda askerin bizatihî yönetime gelmesinin önündeki engellere rağmen, asker kökenli siyasetçiler görevleri sırasında elde ettikleri büyük sermayelerle ve çıkar çevreleriyle kurdukları ilişkilerle sivil siyaset arenasında boy gösterme geleneğini doğurdu. Askerin sivil siyasete ilgisinin ardındaki gerçek, 32 yıllık Suhartolu yıllar boyunca ordunun sivil hayatın her alanına nüfuzunun bir ifadesidir. Öyle ki, 1988 sonrasında ülke siyasetinde onbeş yıl gibi uzun bir zaman diliminden sonra pek de tatminkâr olmayan bir süreçte ilerleyen “reform sürecinden” bahsediliyorsa bunun önemli nedenlerinden biri bürokraside hakim konumdaki Suharto kadrolarının varlığı olduğuna kuşku yok (Mietzner 2009: 38).

Elbette ülkenin şu veya bu şekilde “ekonomik” ve de belli ölçülerde “siyasi” kalkınmışlık göstergelerini göz ardı etmiyoruz. Aksine, bu sözde gelişmişliğin kimler elinde toplandığıyla bağlantılıdır. Bunda elbette Hussein Alatas’ın (1977: 8) aktardığı üzere kimi Batılı sosyal bilimcilerin Cava halkı özelinde dile getirdikleri “...İçinde bulunduğu durum karşısında sesini çıkartmayan bir halk. Aksine, öyle bir gönüllülükle yoksulluğun içine kıvrılmış bir halk görünümünde...” tanımlamasında olduğu üzere, üniformasını çıkarmış siyasi liderlerine yönelik yaklaşımlarında aradan geçen on yıllara rağmen, pek de farklı bir yaklaşımı ortaya koyamamış geniş halk kitlelerinin duruşu da hesaba katılmaya değer.

Suharto’nun askeri darbesinin izleri dolaylı değil, aksine doğrudan etkisini bugün de gösteriyor. Bunun en son sembolik göstergelerinden biri, o dönem Ordu Özel Birlikleri’nin başında görev yapan ve Orta Cava’da Endonezya Komünist Partisi sempatizanlarını hedef alan “girişimleri” yürütüne General Sarwo Edhii Wibowo’nun -ki şu anki devlet başkanı Susilo BambangYudhoyono’nun (SBY) kayınbabasıdır- Demokrat Parti’nin önerisi ve devlet başkanı SBY’ın da onayıyla “ulusal kahraman” ilân edileceği haberidir. Ülkedeki her toplumsal kurumu etkisi altına alan yarım yüzyıl önce gerçekleşen bu hadisenin derin boyutlarının ortaya konması daha çok vakit alacak gibi gözüküyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder