Mehmet Özay
Genel anlamda Asya Kıtası’nın son dönemde giderek küresel anlamda ilgi
odağı olmaya başladığını görüyoruz. Bu devasa kıtanın iki önemli medeniyet
unsuru Çin ve Hindistan tarih öncesinden başlayarak özellikle Hint Alt Kıtası,
Doğu ve Güneydoğu Asya bütününde sözü geçen belirleyici medeniyet taşıyıcısı
rolünü icra etmiştir. Yirminci yüzyılla birlikte, boyunca bağımsızlık ve
ulus-devlet yapılanmasının yanı sıra, bağlantısızlar blogu ile kendini tanıtan bu
iki medeniyetin siyasi bileşeninin Bandung Konferansı’nda biraraya geldiği
dikkat çeker. Süreçte Çin komünist ideolojinin kendine has donanımı ile öne
çıkarken, Hindistan’ın daha çok ‘bağlantısız’ ekseninde yol alıyordu. Bu iki
gücü, bundan yarım yüzyıl önce karşı karşıya getiren ise, bir ayı aşkın bir süreyle
sınırlı da olsa Hindistan’ın Kuzeydoğusu’ndaki Arunachal Pradesh
Eyaleti’nde sıcak çatışmaydı.
Her iki ülke, genel anlamda Asya, özelde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın son
birkaç on yıl içerisinde elde ettiği ekonomik kazanımlar ve evrilmeye başladığı
siyasi yapısı ile birlikte dünyanın ilgisine mazhar olurken, aynı zamanda,
giderek artan bir şekilde gizli veya açık rekabet ortamına sürüklendikleri de
gözlerden kaçmıyor. Çin’in “süper güç”lüğüne karşılık, Hindistan’ın sessiz
sedasız “önemli bir güç” olma arzusu ve nükleer ve uzay çalışmalarında ortaya
çıktığı üzere sergilediği çabalar, elli yıl önceki karşılaşmanın yeniden
gündeme taşınmasına neden oluyor.
Bu iki siyasi varlığın bizce izlenmeye değer oluşuna katkı yapan bir diğer
etken ise, Güneydoğu Asya özelindeki güç oluşumlarındaki şu veya bu şekildeki
baskın rolleridir. Bu minvalde, elli yıl
önceki savaşı hatırlayarak bugüne ve yakın geleceğe projeksiyon tutmakta fayda
var. Söz konusu bu savaşın dağlık bölgeleri içine alan 4057 km ile dünyanın en
uzun sınırlarından biri olmakla iki ülke arasında sınır anlaşmazlığından kaynaklanması
kadar, Komünist Çin’in dünya siyasi arenasında varlık gösterisine “katkı yapan”
bir girişim olarak değerlendirilebilir. Tibet Platosu’nda sınır hesaplaşmasının
bir neticesi olarak 20 Ekim 1962 tarihinde Çin ordusunun saldırısı ile başlayan
“sıcak karşılaşma” en yoğun nüfuslu iki ülkeyi karşı karşıya getirmesiyle
dikkat çeker. Çin özelinde bakıldığında, dünyanın o dönemki “süper” güçlerinin
kendi aralarındaki -Küba Krizi gibi- meşguliyetlerinden istifadesinden yola
çıkarak, stratejik bir “gözü açıklıkla” icraata geçirildi. Hatta bu girişimin
bir benzeri Mao’nun 1950-51’de Tibet girişiminde bulmak mümkün. Çin’in
saldırganlığını gündeme getiren sınır anlaşmazlığı, saldırı sonrasında elbette
giderilmiş değil. Ancak bundan öte sonuçlar doğurduğu da kesin. Bunlardan biri
Hindistan’ın uluslararası arenada “siyasi onuruyla” oynanmasıdır. Aslında
bunun, sömürgecilik dönemine kadar uzanan tarihi nedenleri olmadığı
söylenemez... Sömürgeci İngilizlerin potansiyel
tehditlere karşı sınır boylarını belirlemede kullandıkları “tampon bölge”
oluşturma arzuları, o dönemde Çin yönetimini aşağılayıcı anlaşmalara konu
olurken, yirminci yüzyılın ortalarında bu sefer Çin benzer bir girişimi silah
gücüyle Hindistan üzerinde uygulamaya geçirmiştir. Bu bağlamda, İngilizlerin
Hindistan’ı kuşatan sömürge dönemindeki sınır yaptırımları dikkate alındığında,
1962 saldırısının Çin için özel bir anlamı olduğu söylenebilir.
Hindistan’ın “hazırlıksız yakalandığı” bu Çin saldırısından ders almakta
gecikmemiş ve akabinde ordusunun modernizasyonu kadar, sınır anlaşmazlığına
konu olan bölgedeki askeri varlığını takviye etmiştir. Bu çerçevede,
Hindistan’ın nükleer silah kapasitesinin Pakistan bağlamında bir yönelim olduğu
dikkate sunulsa da, bu girişimin Çin’i dikkate almadığını söylemek bölge siyasi
ve askeri yapılanmasında gerçekçi olmayacaktır. 1950 yılında dönemin İçişleri
Bakanı Sardar Vallabhbhai Patel’in Nehru’yu Çin konusundaki uyarısında
ipuçlarının bulunabileceği şekilde, Hindistan nükleer gücünü salt Batı’daki
komşusu için değil, doğudaki için de önleyici bir tedbir olarak görmektedir.
Yarım yüzyıl önceki bu sıcak gelişmenin bugün hatırlanmasının son dönemdeki
Doğu-Güneydoğu Asya minvalinde gün yüzüne çıkan eko/politik stratejiler
olduğunu söylemiştik. Bunu daha özele indirgediğimizde karşımıza Hind-Çini
bölgesinin bir başka deyişle, Tibet’ten başlayarak güneyde Malay dünyasına
kadar uzatılabilecek ve odağında ‘Mekong Vadisi’nin yer aldığı- münbit
topraklardaki siyasi ve ekonomik değişimlerin çıktığı görülür. Bu bağlamda
Hind-Çini’nin kestiği Burma/Myanmar bu olası karşılaşmaya en somut örnektir.
Myanmar üzerinde tarih boyunca Çin kadar Hindistan’ın nüfuzu göz ardı
edilemeyecek bir öneme sahiptir.
Çin siyasi ve askeri
elitinin yarım yüzyıl önceki girişiminin doğuş ve gelişimini dikkate almak, bir
süredir Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki Adalar Krizi’nde bölge ülkeleri
üzerinde “güç deneme” çabalarının yakın gelecekte nasıl bir yönelim seyredeği
konusunda fikir verebilir. Hiç kuşku yok ki, elli yıl önce Nehru’nun “Çin üç
beş mermilik atışmanın ötesinde bir girişimde olmaz” düşüncesine dayanan naif
bakışının nasıl yanıltıcı olduğu kanıtlandığına göre, yakın gelecekte bir dizi
dışsal faktörlerin de etkisiyle Çin’in sınır anlaşmazlıklarında nelere
başvuracağı konusunda iyi hesap etmek gerekir. Bu bağlamda, çevre ülkelerle
paylaştığı geniş sınırlarının belirsizliğiyle, Çin’in ‘21. Yüzyıl Asya Çağı’nda
bir Pan-Asya oluşumuna mı zemin hazırlayacağı yoksa, doğusunda batısında
teritoryal haklar bağlamında irili ufaklı savaşların tetikleyicisi mi olacağı
konusu üzerinde stratejistlerin önemle duracağına kuşku yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder