Mehmet Özay 12 Ekim 2012
Bir ülke düşünün ki, emsali ülkelerle birlikte aynı yıllarda bağımsızlıkla
tanışmış, benzer ‘kurtarıcı ordu’ olgusuna sahip olmuş, bir zamanlar sömürgeci
olan ancak ardından yeni bağımsız ulus-devletin modernleşmesine “gönüllü”
katılımcılar olarak Batılı yönetimlerin desteğini almış, bununla birlikte
aradan geçen altmış yıllık süreçte emsallerinden hayli geriye düşmüş. İşte bu
ülke Myanmar. Güneydoğu Asya’nın dünyaya kendini kapatmış ülkesi Myanmar, yeni
bir hamle ile bu emsal ülkelerle aradaki farkı kapatmaya karar vermiş bir
görünüm çiziyor. Bununla birlikte, azınlıklar konusu ülkenin eti-kemiği
mesabesinde. Bu sorunları aşmadan, Batı’dan ya da Doğu’dan gelecek ekonomik ve
siyasi desteklerin uzun erimli olması güç. Ülke askeri eliti süreci kendi
lehine çevirme adına, dünya ile barışmanın ölçütü olarak eline silah almış tüm
etnik unsurlarla masaya oturdu. Bunun ötesinde, anlaşma için masaya
oturanların, masaya oturma nedenlerinin dışında gizemli bir elin değişiyle
birlikte hareket ettikleri imajını ortaya çıkaracak şekilde üzerinde
anlaştıkları bir diğer husus daha var. O da, Rohingyalıların konumu.
Rohingyalıların, ne ülke askeri/siyasi elitinin ‘siyasi yatırımlarında’, ne de
“ortak dil geliştirme becerisi göstermeleri beklenen azınlık grupların
söylemlerinde yeri var.
Hint-Çini/Tibet/Malay dünyası arasındaki bu geçiş ülkesi resmi rakamlara
göre 130 civarındaki etnik unsuru ile tam bir antropoloji cenneti. Bu etnik ve
kültür mozayiğinin üretebileceği geniş evren yerine, bu topraklarda çoğunluk
unsurunu teşkil eden Burma etnisitesinin Avrupa’nın ürettiği milliyetçiliğin en
vulgar biçimini sergilemeyi tercih etmesiyle, istisnasız bütün toplulukların
hayatını kabusa çevirmeye yetmiştir. O dönemki adıyla Burma’da bizzat yaşayarak
toplumu gözlemleme ve inceleme imkânı bulan Furnivall’ın ürettiği “çoğulcu
toplum” kavramına gerçek hayatta hakkıyla işlerlik kazandıracak ve bundan azami
ölçüde istifade edecek bir toplum inşası yerine, ülke askeri elitin statik
duruşu ve bakışı altında bir “ordu devletine” dönüşmüştür. Bu anlamıyla,
benzerlerine dünyanın değişik yerlerinde, örneğin Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları arasındaki dönem ile ellili ve altmışlı yıllarda rastlanabilecek
türden ultra-faşizan duruş, Myanmar’ın üzerine öylesine yapışmış ki, çıkmak
bilmiyor. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ve bağımsızlıkla devam eden
süreçteki rolü ile, ülkenin kurucu unsuru olma iddiasına “milli ideoloji”
haline dönüştüren generaller topluluğu, yarım yüzyıl boyunca ürünü oldukları
Japon faşizanlığını aşabilmiş değiller. Faşizanlığı praktize etmede mahir cunta
rejimi, bu olgunun felsefi temellerini Burma Krallığı’nda bulduğu iddia
edilebilir.
Öyle ki, ordunun dün sömürgeciye karşı başkaldıran, bugün halklar üzerinde
tek karar mercii olmasında somutlaşan kendi içinde maruz kaldığı bu ideolojik
evrim, artık bu kurumun varlığının “ülke, halk, vatandaş” gibi unsurların
korunması, gözetilmesi için değil, bizâtihi kendi varoluşunun teyidi ve tasdiki
adına vatandaşı, halkı aleyhine işletilen bir mekanizmanın üretilmesine yol
açmıştır.
Bu fotoğraf içinde Rohingya (Arakan) Müslümanlarının nerede durduğu sorusu
önemli. Ülke yönetimiyle özdeşleşen faşizan yapılanmanın tarihsel köklerinin
Burma Krallığı’na uzandığını söylerken, Rohingyalıların maruz kaldıkları tüm
imkânsızlıkların da başlangıç noktası, 1784’de Arakan bölgesine yönelik
Burma istilâsıdır. Bu tarih, aynı
zamanda, daha birkaç ay öncesinde yaşanan saldırılar ve zorunlu göç
hadiselerinin ilki olmakla, Rohingyalıların içine itildikleri açmazın tarihsel
sürekliliğini anlama noktasında da ciddi bir öneme sahiptir. Rohingyalıların
maruz kaldıkları “exodus”, belki de pek çoklarınca, imparatorluklar çağı
savaşlarının doğal süreçlerinden biri kabul edilebilir. Bununla birlikte, bu
“exodus”ların modern versiyonlarını tanımlamada kullanılabilecek yegâne kavram
ise “apartheid”dan başkası olmasa gerek.
Ülkenin aktif siyasetinin yeniden yapılanması sürecine konu olan son birkaç
yılda başat bir figür olarak öne çıkmakla kalmayan, belki bundan da önemlisi,
küresel sempati objesi haline ge/tiri/len Suu Kyi’nin Rohingya meselesindeki
duruşu, bir başka deyişle duramayışı, demokrasi prensesinin rejimin temel paradigmasına
ne kadar yakın durup durmadığını göstermesi bakımından da ilginç bir veri
sağlıyor. Rohingya sorunu karşısında verdiği “Bilmiyorum” cevabıyla, yaşanan
dini ve etnik ayrımcılığa dolaylı teşvikte geri kalmadığını ortaya koyan Suu
Kyi’nin bu yaklaşımı, mensubu olduğu Burma etnik yapısının tarihsel ve sosyal
hafızasının bir yansıması aslında. Modern ve seküler siyaset anlayışına içkin
demokrasi ve insan hakları bağlılığı bile Suu Kyi’yi içinde yeşerdiği Budistlikle
meczedilmiş Burmalılık etnik unsurunun maruz kaldığı tarihi/psikolojik
baskısından kurtulabilmiş değil. Rohingyalıların görünürde Rakhine Budistleri
elinde maruz kaldıkları ‘apartheid’ aslında tabiri yerinde kullanarak ifade
edersek, buz kütlesinin görünen yüzü. İstisnasız tüm etnik unsurların katılımı
ve desteğiyle cunta rejimine karşı daha düne kadar verilen demokrasi, eşit
haklar vb. olgular çerçevesinde yürütülen mücadelelerin unutulduğunu ortaya
koyarcasına, bugün bu unsurların önde gelenleri Rohingyalıları ülke
topraklarında yeri olmadığı hükmünü çıkarsamada cuntacılardan hiç de geride
kalmıyorlar. Üstüne üstlük bu yaklaşımlarıyla, Güneydoğu Asya’da apartheid
olgusunu canlı bir şekilde dünyaya ilân ediyorlar. Tüm bu yaşananlara tanık
olanlar Arakan Eyaleti’nde olan bitenin uluslararası camianın algısının
ötesinde olduğunu ileri sürerken, geçenlerde Yangon’da yapılan “21. Yüzyıl
Myanmar’ında Ulusal Aidiyet ve Kimlik” tartışmalarının nasıl bir anlamı
olabileceği üzerinde düşünmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder