26 Nisan 2012 Perşembe

Cakarta: Doğu’da Bir Sömürge Başkenti


Mehmet Özay                                                                                  24 Nisan 2012

Bugün Endonezya Cumhuriyeti’nin başkenti olan Cakarta, sömürgecilik tarihinin önemli başkentlerinden biri olmasıyla dikkat çeker. Günümüzde Mexico City, Rio de Jenaro, Kahire, Delhi gibi üçüncü dünya ülkelerinin sorunlarla boğuşan metropolleri arasında yer alan Cakarta, ülkenin modernleşme süreçlerinde yaşadığı şehirleşme problemlerini 21. yüzyılın ikinci on  yılına taşıyor. Her ne kadar, son dönemde şehrin sorunlarının çözümü konusunda en azından siyasi vaatler ortaya konmuş olsa da, bunun kararlılıkla uygulanmaya konulması zaman alacak. Cakarta, Endonezya Takımadaları’nın ortasında Sunda Denizi ile Doğu Molukkas denizleri arasında dördüncü adayı teşkil eder. Cava Adası’nın ve dolayısıyla, zamanla ekonomi ve ticaret merkezi olarak öne çıkan Cakarta’nın nüfus yoğunluğu, Sumatra, Kalimantan gibi büyük adalarla kıyaslandığında adanın özellikle orta bölgelerinde, bazılarının günümüzde de aktif olduğu yanardağların yüzyıllar boyu süren etkisiyle oluşan verimli tarım arazilerinin varlığına borçludur. Bu doğal özelliğinin yanı sıra, Cakarta’nın gelişiminde Hollanda sömürgeciliğinin katkısı göz ardı edilemez.

Hollanda Krallığı’nın amacı, Portekiz’lilerin Hint Okyanusu macerasında, Avrupa’da kurdukları tekel denmese de ticari gücün önüne geçmekti. Hollanda’nın bu girişimindeki ciddiyetini ortaya koyması bakımından aşağıda detaylarını sunacağımız üzere, devlet sermayesiyle bir denizcilik filosu kurması dikkat çekicidir. Hollanda, Avrupa piyasası için o dönemler büyük önem arz eden biber ve baharatların ticaretinde -tıpkı diğer Avrupalı sömürgeci güçler gibi- tekel kurarak öncü güç olmayı plânlıyordu.[1]

Malaka Boğazı çevresindeki baharat ticaretine hakim olma noktasında Açe Darüsselam Sultanlığı ile bölgedeki sömürgeci Portekizliler arasındaki rekabet, bir diğer Avrupalı güç olan Hollanda’nın bölgeye gelmesiyle daha da karmaşık ilişkilerin doğmasına yol açtı. Hollanda’nın bölgeye yeni bir aktör olarak var olma arzusunun en temel nedenlerinden biri 16. yüzyılda Avrupa’ya ihraç edilen biber miktarının üç kat artmış olması ve bu ticarette yer alan tüccarların devletlerine önemli gelirler sağlamasıydı. Öte yandan, Avrupa’daki siyasi gelişmelerin de göz ardı edilmeyecek etkisi vardır. Örneğin, Hollanda’nın 1594 yılında Habsburg Hanedanlığı’ndan bağımsızlığını kazanması bunun en önemli göstergelerindendir.[2] Hollanda Krallığı’nın amacı, Güneydoğu Asya’da, Portekizlilerin giremedikleri bölgelere girmek suretiyle baharat ticaretinde yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkmaktı. Cava Adası’nda Batavia’yı üs olarak seçen Hollanda ile bölgedeki yerli bir krallık olan Mataram Krallığı arasındaki mücadele eşit güçler şeklinde devam ederken, Avrupa’daki endüstri devrimi ile teknoloji gücünü ele alan Hollanda zamanla başarılı olarak hakimiyet alanını genişletti.[3]

Hollandalıların Batavia adını verdikleri, Cava Adası’nın kuzey-batısında yer alan şehrin kaderi, 20 Mart 1602 tarihinde 17’ler Meclisi olarak da bilinen Hollanda’nın önde gelen deniz ticaret şirketlerinin ortaklığında doğu denizlerinde ticaret tekelini ele geçirmek amacıyla kurulan Doğu Hint Şirketi’nin (VOC-Vereenigde Oost-Indische Compagnie) kalıcı bir merkez arama sürecinde değişecektir. [4] Söz konusu şirket, Sumatra, Molukkas, Timor gibi zengin ticaret şehirlerinin bulunduğu coğrafyalardaki arayışlarına 1619 yılında Cava Adası’nın kuzeybatısında yer alan ve batısında Sunda Boğazı ve Malaka Boğazı, kuzeyinde Çin Denizi doğusunda Endonezya Takımadaları’nın baharat zengini adalarına ulaşımı ile stratejik bir öneme sahip olan Jayakarta’ya yerleşmeye karar verdi.

Önceleri adı Jayakarta olan bu liman kasabasının, tıpkı Malaka gibi, Müslümanların hakimiyetindeki diğer önemli liman şehirlerinin sömürgeciler elinde benzer bir akibete uğradığı görülür. Bu bir anlamda, bölge İslam Sultanlıklarının -Açe gibi bazı istisnalar hariç- sömürgecilik evresinin başlarında maruz kaldıkları -en azından maddi sebepler dikkate alındığında- siyasi ve askeri yapılanmalarının doğal bir sonucuydu. Cava Adası’nın önemli İslam Sultanlıkları arasında zikredilen Banten Sultanlığı’na bağlı bir Müslüman valinin yönetimindeydi. Hollandalıların liman şehrine yerleşme plânları çerçevesinde yaşanan mücadele, 1619 yılı Mayıs ayında Jan Pieters Zoo Coen liderliğinde Avrupa’dan gelen sayıca az, ancak teknik donanımı yüksek donanma birliği Banten Sultanlığı’na bağlı küçük bir vasal yönetim olan Jayacarta’yı ele geçirip sarayı ve şehir camiini yaklamaları ile başlayan değişim süreci şehrin adının Batavia (bugünkü Cakarta) olarak değiştirilmesiyle devam etti. Böylece Hollanda doğu denizlerindeki krallığının merkezini böylece kurmuş oldu. Batavya’nın kurulmasıyla Hollanda Doğu Hint Şirketi Takımadalar’da güçlü bir konum elde etti. Batavia limanı, dev ticaret gemileri için güvenli bir liman olduğu kadar, zengin tarım arazilerinin bulunduğu ‘hinterlandda’ da zamanla hakimiyet kurulması ile önemi daha da arttı.[5] Batavia şehri, Güneydoğu Asya Hollanda sömürge imparatorluğunun başkenti olarak yaklaşık 350 yıl boyunca yönetim merkezi olmayı sürdürdü. Bu sömürge başkenti, doğu’da Hollanda varlığının yanı sıra, Hint Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyadaki İslam ve Budist devletlerinin siyasi ve toplumsal varlığını da yakından ilgilelendiren tüm kararların alındığı bir şehir olarak önemli bir yönetim merkezi stasüsündeydi.

Şehir 1811-1816, 1942-45 yılları gibi kısa dönemli istisnalar hariç sürekli Hollandalıların hakimiyetinde kaldığı gibi, meşhur kanalları, mimarisi gibi alt yapı özellikleri ile doğu’da bir Hollanda şehri olarak yükseldi. Bugün şehirde halen görülebilecek sömürge yapıları arasında eski Arşiv binası tüm görkemi ile  gezenleri büyülemeye devam ediyor. Öte yandan, Kıta Avrupası’ndaki Hollanda’nın kapladığı coğrafyanın kendine özgü şartlarının bir sonucu olarak inşa edilen kanallar, tropiklerin yoğun yağışlara konu olan mevsimi dolayısıyla Hollanda yönetimi eliyle Cakarta’ya da taşındı. Her ne kadar günümüzde önemli bir drenaj sorunu ve zaman zaman sel baskınlarına yol açan bu dev kanallar geçmişte önemli işlevler görmüştü. Hollandalıların Cakarta’daki hakimiyetleri, 17 Ağustos 1945 tarihinde Endonezya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilânına kadar sürdü.

Yukarıda kısaca ifade edildiği üzere, Hollandalılar Batavya’dan başlayan hakimiyetlerini zamanla bütün Cava Adası’na yayma olanağı buldular. Bu dönemde Ada’da yönetim olarak babadan oğula geçen hükümdarlıklarla yapılan anlaşmalarla Hollanda dolaylı yönetimi tüm adaya yaymaya başladı. Böylece, zengin tarım ürünleri Hollanda Doğu Hint Şirketi altında faaliyet gösteren yerli hükümdarlıklar vasıtasıyla başkente akmaya başladı. Hollandalıların bu süreçteki roller ise, yönetim ve ticari faaliyeti kontrolleri altında tutarak Avrupa bürokrasisini bölgeye taşımak şeklinde oldu. Yerli görevlilere danışmanlık yapan adına Resident denilen genellikle de Hollandalılardan oluşan  memurlar bulunuyordu. Böylece erken dönemlerden başlayarak Hollandalılar Dolaylı (indirect) bir yönetimi benimsemiş oldular. Bu yönetim sistemi içerisinde yerli liderler iç işleri, Hollandalı memurlar da şirketin ticaretle ilgili işlerini yerine getiriyordu. Kahve plântasyonlarında olduğu üzere, Hollandalı görevliler aynı zamanda, birer kontrolör olarak da görev yapıyorlardı.[6]

Hollanda’nın Takımadalar’da oluşturduğu ticaret ağı, bölgesel ve uluslararası olmak üzere iki aşamalıdır. Baharat zengini Molukkas’daki plântasyonlar vasıtasıyla elde edilen ürünler Cava Denizi vasıtasıyla Cava Adası’nın Kuzey sahili boyunca uzanan limanlara, tabii ki özellikle de Batavia limanına, oradan da Malaka Boğazı vasıtasıyla Malaka’ya ve ardından Hindistan’a ulaştırılıyordu. Bunun karşılığında Takımadalar’da büyük talep gören Batı Hindistan sahillerinin önemli tekstil ürünleri Malaka ve Cava limanlarına taşınıyor; Cava Adası’nın bol pirinci Malaka Yarımadası ve Baharat Adaları’na aktarılıyordu. Bu bölgesel ticaretin uluslararası ayağını ise çeşitli bölgelerden toplanan biber ve baharatın Ümit Burnu aşılarak Avrupa’ya nakli teşkil ediyordu.[7]

Pek çok kıymetli metaın taşınmasına olanak tanıyan bu uzun deniz yolculuklarının gerçekleştirilmesinde en önemli unsur olan gemicilik sektörü, Avrupa’da kendini kanıtlamış olan Hollanda liman şehirlerindeki üretim hacminin giderek artırılmasına neden oldu. Bunun nihai bir souncu olarak Hollandalılar 1596 yılında iki gemi ile başladıkları doğu denizlerindeki ticarette kısa sürede dramatik bir başarı kazanarak dönemin Avrupa ulusları arasında gıpta ile anılır oldular. Söz konusu bu başarıyı bazı rakamlarla ortaya koymakta fayda var. 1650’de yani, 17. yüzyılın ilk yarısı dolduğunda doğrudan müdahil oldukları doğu ticaretine başlamalarından itibaren geçen yarım yüzyıllık süre zarfında, balıkçı tekneleri ve iç denizlerde faaliyet gösteren küçüp çaplı tekneler hariç olmak üzere 2000 gemilik bir ticaret filosuna ulaştılar. Söz konusu bu filo, altmış ila seksen bin mürettabata iş olanağı tanıyordu. 1673 yılında bir çatışma sonunda esir düşerek Batavya’da hapse atılan İngiliz Edward Barlow bu dönemde doğuda Hollanda Doğu Hint Şirketi’ne ait 150 ila 200 geminin yaklaşık otuz bin mürettabatla faaliyet gösterdiğini belirtir. Başlanıçta kiralik gemilerle ticari faaliyetlere başlayan Doğu Hint Şirketi, 1615 yılından itibaren altı büyük deniz ticaret odası yani Amsterdam, Middelburg, Rotterdam, Delft, Hoorn ve Enkhuizen kendi gemilerini inşa etmeye başladı.[8]

İnsan kapasitesi, gelişmiş denizcilik teknolojisi ve ekonomik değerleri ile Doğu ve Güneydoğu Asya tarihinde yeri süreklilik taşıyan Çin’le ilişkiler Hollanda Krallığı’nın deniz ticaretinde ve de Batavia liman şehrinin gelişiminde başat rol oynadığı görülür. Batavya limanı Çin’den gelen ve şeker, porselen ve envai türde tekstil kargosu taşıyan dev junglara da ev sahipliği yapıyordu. Bu gemiler sayesinde Hollandalılar liman gelirleri ile ayrı bir gelir elde ettikleri gibi her seferinde önemli sayıda Çinli yerleşimciyi taşıyordu. Bu durum, Cava Adası’nda çeşitli üretim kademelerinde çalıştıracakları insan gücünü tedarik etmesi nedeniyle Hollandalıların sömürgeci emelleri için bir avantaj sağlıyordu.[9]

Hollandalıların, Güneydoğu Asya’ya ayak basmalarından itibaren karşılarında Avrupalı herhangi gerçek bir rakip bulduklarını söylemek güç. Bu durum, Hollanda’nın bölgede giderek siyasi ve ekonomik gücünü artırmasının temel nedeni olarak gözükmektedir. Öte yandan, Cava, Kalimantan, Molukkas’da da Hollandalılara meydan okuyacak kapsamlı bir yerli direnişten bahsetmek mümkün değil. Ta ki, 19. yüzyılda sömürge topraklarının değişik bölgelerinde ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerine kadar.


[1]Anthony Reid, Southeast Asia in the Age of Commerce 1450-1680, Volume Two: The Lands below the Winds, Yale University Press, 1988, s. 273; Horace St. John, The Indian Archipelago: Its History and Present State, Cilt I, Longman, London, 1853, s. viii.
[2]Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge University Press, 7th Edition, 1995, s. 471.
[3]Gilbert Khoo-Dorothy Lo, Asian Transformation -A History of Southeast, South and East Asia- Heinemann Educational Books (Asia) Ltd. Singapore, 1977, s. 433-4.
[4]Jean Gelman Taylor, Indonesia: Peoples and Histories, Yale University Press, New Haven, 2003, s. 145; J. S. Furnivall, Netherlands India: A Study of Plural Economy, s. 24; R. Ptak; D. Rothermund, “Restrictive Trading Regimes: VOC and the Asian Spice Trade in the 17th Century”, (Ed.), Om Prakash, Precious Metals and Commerce, Variorum, 1994, s. 109; Ashin Das Gupta; M. N. Pearson, “The Dutch East India Company in the Trade of the Indian Ocean” (Ed.), Om Prakash, Precious Metals and Commerce, Variorum, 1994, s. 186.
[5]C. R. Boxer, “The Dutch East-Indiamen: Their Sailors, their Navigators, and Life on Board: 1602-1795”, (Ed.), Dutch Merchants and Mariners in Asia: 1602-1795, Variorum Reprints, London, 1988, s. 89; Jean Gelman Taylor, Indonesia: Peoples and Histories, Yale University Press, New Haven, 2003, s. 146.
[6]J. S. Furnivall, Colonial Policy and Practice: A Comparative Study of Burma and Netherlands India, New York University Press, First United States Edition, 1956, s. 218-9; Arif Hizbullah Sualman, Muhammad Natsir (1908-1993): His Role in the Development of Islamic Da’wah in Indonesia, International Islamic University Malaysia, 1995, s. 112; Ensiklopedi Indonesia, s. 660-61. 
[7]David Joel Steinberg, “The Eighteenth Century World”, (Ed.), In Search of Southeast Asia: A Modern History, University of Hawaii Press, Honolulu, 1987, s. 56.
[8]C. R. Boxer, “The Dutch East-Indiamen: Their Sailors, their Navigators, and Life on Board: 1602-1795”, 1988, s. 82-3.
[9]Ashin Das Gupta; M. N. Pearson, “The Dutch East India Company in the Trade of the Indian Ocean” (Ed.), Om Prakash, Precious Metals and Commerce, Variorum, 1994, s. 190. 

18 Nisan 2012 Çarşamba

“Terengganu” Gizemine Bir Bakış


Mehmet Özay                                                                                                                      14 Nisan 2012

Bir Cuma sabahı Terengganu’dayız... Terengganu Eyaleti, Malay Yarımadası’nın doğusunda Güney Çin Denizi’ne bakan eyaletlerinden biri. Bu coğra    fi konumu Eyaleti tarih boyunca Tayland, Kamboçya, Vietnam ve Çin’le ilişkiler geliştirmesine neden olmuş.

Kelantan gibi kendine özgü değerleri ile ülkede farklı bir yeri olan Terengganu, yaklaşık 250 km uzunluğundaki sahili altın kumsallarla kaplı olduğu gibi açık denizde onlarca adası ile Malay ve Çin dünyasının kesişme noktası özelliği taşıyor. Öte yandan, Güneydoğu İslam tarihi bağlamında da önemli bir olguya ev sahipliği yapıyor. İslamiyetin Malay Yarımadası’na ulaştığının kanıtı olan Batu Surat’ın Terengganu’da bulunması.

Eyalet’in başkenti adını eyaleti ikiye ikiye kesen nehirden alıyor: Kuala Terengganu. Eyalette karşılaştığımız ilk dikkat çekici özellik, kendine özgü Malayca diyalektiğinin konuşulması oldu. Öyle ki, kimi Malay dostlarla yaptığımız görüşmelerde Kuala Lumpur’lu veya Cohor’lu Malayların dahi Terengganu lehçesini anlamakta zorlandıklarını biliyorduk. Bir diğer özellik ise Eyalet’te Cuma gününün resmi tatil olması. Pazar günü ise çalışma günü...

Yerli ve yabancı turistleri çeken popüler yönü ise Redang Adası’na buradan ulaşılıyor olması.  Şehir merkezinden kalkan feribotla yaklaşık iki/ikibuçuk saatlik deniz yolculuğun ardından ulaşılan Redang Adası, su altı varlığı nedeniyle bölgenin en önemli dalış merkezlerinden biri olarak da biliniyor. Bu nedenle, Singapur, Avustralya başta olmak üzere çeşitli ülkelerden onbinlerce turistin uğrak yeri olmayı sürdürüyor.  

Birkaç günlüğüne keşif gezisine çıktığımız bu güzel belde de birbirinden farklı özellikleri ile dikkat çekiyor.. Tarihi tekneleri, bölgede İslamiyetin 14. yüzyıl başlarında ilk yayılışına dair önemli otantik kaynak (Batu Surat), geleneksel evleri, camileri, altın kumsalı, masmavi denizi, şehrin merkezindeki Sultan mezarları  ile her açıdan görülmeye değer bir yer. İslam Medeniyetinin önemli mimari yapılarının minyatürlerinin yer aldığı İslam Medeniyeti Parkı, Sultan Zainal Abidin Camii (bir diğer adıyla Beyaz Camii), saraylar (örneğin, Istana Maziah), Kristal Camii kadar, belki de çok önemlisi şehir müzesi Terengganu tarihi ve kültürü önümüze seren görsel ve yazılı kaynakları ile önemli bir mekân. Buna ilâve olarak, neredeyse tüm Güneydoğu Asya’nın önemli şehirlerinde olduğu gibi, Kuala Terengganu’da da mimarisiyle, insan ve maddi unsurlarıyla şehre farklı bir atmosfer kazandıran Çin Mahallesinin varlığını zikretmemek olmaz.

Terengganu içerisinde öyle biryer var ki adını tüm dünyaya duyurmuş: Pulau Duyong. Terengganu Eyaleti’nin başkenti Kuala Terengganu’yu doğu-batı istikametinde kesen genişçe nehrin tam ortasındaki bu ada, Terengganulular tarafından, adanın coğrafi yapısından ötürü ‘Nehrin Dili’ olarak adlandırılıyor. Şehir merkezinden Ada’ya, şehri ikiye kesen nehir üzerinde 1970’lerde inşa edilmiş köprü vasıtasıyla 15 dakikada ulaşılıyor. Bu köprü şehrin iki yakasını birleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda, Kelantan Eyaleti’nin başkenti Kota Bharu’ya ulaşan karayolu olması dolayısıyla da oldukça yoğun bir trafiğe konu oluyor.

Ada, uzun bir geçmişe yayılan geleneksel tekne inşaası ile ilgili çevrelerin dikkatini çekmiş bir belde. Atadan usta-çırak ilişkisi ile yetişen tekne ustalarından bugüne sadece birkaçını kaldığını görmek üzücüydü. Üstüne üstlük artık değişen maddi koşullar nedeniyle pek de kimsenin itibar etmediği geleneksel tekne yapımcılığının geleceğinin ümitvar olmadığına tanık olduk. Son nesil ustalar bu geleneksel sanatın devamı konusunda herhangi bir girişimin olmamasından da ayrıca endişe içindeler. Bu kısa gezimizde vaktimizin önemli bir kısmını geçirdiğimiz bu adada gözlemlerimizin yanı sıra röportajlar da yapma fırsatı bulduk. “Cengal” adı verilen bir ağaçtan inşa edilen geleneksel tarihi Terengganu yelkenli teknelerinin son nesil ustaları birer birer görüşürken, uzun yıllar adada yaşayan Christen’e ve Kamboçlayı Malay eşi Avee’ye de uğramadan etmedik.
Genel bir adlandırmayla ‘Perahu’ adı verilen bu yelkenli tekneler özelliklerine göre Pinis, Bedar, Katup, Sekoci, Kolek gibi adlarla anılıyor. Bu teknelerden birkaçı günümzde şehir müzesinin bahçesinde sergileniyor. 1970’li yıllardan bu yana Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan Kanada’dan geleneksel tekne tutkunlarının vazgeçemediği Terengganu tekneleri Pulau Duyong’da (Duyong Adası) inşa ediliyor.

Tek katlı evlerin kapladığı adanın en önemli varlığı geleneksel tersaneleri. Geçmişte sayıları otuzu kırkı bulan tekne ustalarından artık bugüne birkaç kişi almış. Bunlar arasında uluslararası bir üne de sahip olan 75 yaşındaki Hacı Abdullah bin Muda. Hakkında tezler yazılan, uluslararası ve ulusal medyada röportajların yayımlandığı, National Geographic’in çekim için ziyaret ettiği bir usta. Ulusal ve uluslararası pek çok ödüle layık görülmüş olan Hacı Abdullah’ın şahsi kayıtları arasında uluslararası müşterilerine yaptığı ilk teknenin 1965 yılına tarihlendiğini görüyoruz. Biz de kendisini ziyaret ettik.  Hacı Abdullah’ın yanı sıra Hasni (64) ve Abdurrazzak (65) adında iki usta da halen aktif olarak tekne yapımı ile ilgileniyorlar. Kadim zamanlardan bugüne taşınan tekne yapımcılığının bu üç uta ismi ile yaptığımız röportajları ayrı bir yazıya konu olacağını ifade edeyim.


Kuala Terengganu’da dikkat çeken yapılar arasında şehir merkezine 20 kilometre mesafede ‘Rusila’ adıyla anılan bölgedeki küçük bir ada üzerine inşa edilmiş olan Tengku Tengah Zaharah Camii. Şehir merkezindeki Kerinci mescidi (Surau Hacı Muhammed Kerinci), tarihin bir döneminde Terennganu’ya İslami tebliğe gelen Sumatra’nın Kerinci bölgesinden bir alimin yaptırdığı ifade ediliyor. Tarihte sahip olduğu geleneksel dini okullar, yani Pondoklardan artık günümüzde sadece birkaç tanesine rastlanıyor. Elbette bu kurumların, hızla “çözülmesinin” nedenlerinin başında, “modernleşme” sürecinde ortaya çıkan ve bir anlamda aileleri, çocuklarının geleceğini konusundaki “maddi çıkar” olgusu karşısındaki çaresizlikleri geldiğini görüyoruz. Bir zamanlar önemli alimlerin yetişmesinde rol oynamış pondokların günümüzde sadece bir elin parmakları sayısınca kaldığını görmek, sadece Terengganu için değil, bölge için bir kayıp olduğuna kuşku yok. 

16 Nisan 2012 Pazartesi

Myanmar’ın ‘Demokrasi Prensesi’: Suu Kyi


Mehmet Özay                                                                                                          19 Aralık 2011

Myanmar’da ne olup bitiyor? Gelişmeleri, uzun ama bir hayli uzun “demokrasi” bekleyişinin sonuna gelindiği şeklinde mi yorumlamak gerekiyor? Yoksa kökleri yüzyıllar öncesine uzanan yarı-kutsal bir lider arayışı mıdır yaşanan? 20. yüzyıl ulus-devlet, demokrasi, küresel hegomanya vb. kavramları bağlamından bakılacak olursa, genelde Güneydoğu Asya, özelde Myanmar toplumuna hakaret etmiş oluruz! Bölgede hangi topluma ya da ulus/devlete baksak benzer bir manzarayı görmüyor muyuz? Binyıllar öncesinin Hinduizm ve Budizmin bölge halkının ruh köküne kattığı ve birbiri peşi sıra gelen krallıklarda kutsalın, dünyevi iktidar aygıtlarıyla yanyanalığından bugüne hiçbir şey kalmadı dersek yanılırız. Öyle ya, ekonomik kalkınma ekseninde Doğu Asya uluslarının Konfüsyüsçü kökenlerinin “bir etken” olarak varlığı gündeme getirilirken, benzer dini geleneklerin modern dönem siyasi yapılanmaları üzerinde niçin benzeri bir etkisi olmasın!

Yirminci yüzyıla damgasını vuran Sukarno ve Suhartolu Endonezya, sultanlar hakimiyetinden monarşik-demokrasiye adım atsa da, her bir eyaletteki sultanlara ilâveten federal devletin “sultanı” ile taçlanan ve yönetici elitini saraylarla ilişkisinden devşirmiş Malezya, siyasi meşruiyet ile dini alanın yani Budist rahiplerin toplumsal barışın temeli olduğu Laos, Tayland gibi ülkeler, ismi ve cismi kendinden menkul ve tarihin uzak bir diyarından bugüne sarkan “müzelik” bir Brunei Darusselam Sultanlığı… Myanmar da bu ülkeler arasında kendilerine “dışardan” kutsallık bahşedilen modern liderleri ile gündemde. Bugün bu liderler silsilesinde sıra Myanmar’ın “sade” ve “şık” imajıyla Suu Kyi var. “Demokrasi prensesi” olarak adlandırdığım ve bir süredir dünya medyasında yer tutan Suu Kyi’nin hangi kaynaklardan beslendiğini, ne tür siyasi ve toplumsal dönüşümlere tanık olduğunu ve böylece sadece yerel değil, küresel bir “demokrasi aktörü” olarak ortaya çıktığını öz olarak anlamaya çalışalım. Bununla birlikte, olası bir demokratikleşme süreciyle Myanmar’ın uluslararası ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine de değineceğim elbette.

Budist tapınaklar ülkesi Myanmar’da demokrasi ikonu Suu Kyi’nin siyaset arenasındaki varlığı bir dizi tesadüflerle şekillendi. Babası yani, bağımsızlık lideri ve ülkenin kurucu figürü Aung San’ın bağımsızlıktan sadece altı ay önce, yani geçiş döneminde katledilmesi, Katolik ve İngiliz Metodist okullarındaki öğrenimi, akabinde annesinin Hindistan’a sürgüne gönderildiği yıllar ve Oxford’da geçen yirmi yıl. Tesadüflerin Myanmar ayağında, annesinin ölüm döşeğindeki son günlerinde yanında geçirme arzusuyla ortaya çıktı. Böylece, uzun bir aradan sonra 1988’de başkent Yangon’a ayak basmasıyla bugüne kadar büyük bir bölümü “ev hapsinde” geçen siyasi liderlik rolünün aktif liderliğe dönüşmesi umuduyla geçti. Babasının katledilmesinin kırkıncı yılına tekabül eden 1988 yılı, Suu Kyi babasının rolünü bıraktığı yerden devralmasıyla ülke tarihinde yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu süreçte giderek artan bir ivme ile Myanmar siyasi yaşamına eklemlenmekle kalmayan Suu Kyi, uluslararası çevrelerin de odağı haline geldi veya getirildi. 1988-1990 yılları arasında sergilediği Gandivarî pasif eylemcilik tutumunun ardından 14 Ekim 1991 tarihinde Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi, bunun tastamam teyidinden başka bir şey değildir.

Gandhi demişken, bu siyasi rol model etkileşiminin kaynakları muhtemelen Hindistan’da geçirdiği ilk gençlik yılları kadar, muhalefet liderliği “anaç tavrı”nın ve belki de annesinin ölümünün gölgesinde gelişmesinin de etkisi olabilir. Nasıl olmuştu da, ülkeden uzun yıllar uzak kalan ve siyasetle şu veya bu şekilde de olsa hayatının bir dönemin doğrudan ilgili olmayan bir kadın, geri kalmış ülkeler sıralamasında Asya’da ilk sıraya oturmuş bir ülkede özgürlük lideri olarak gündeme gelmişti? Bu sorunun cevabını Myanmar halkının sosyal hafızasının bir yansıması olarak modern dönemde somut bir karşılık buluyordu. Sosyal hafıza geçmişin yarı kutsal krallarının hakimiyetindeki bu topraklarda, halkın sadece bir siyasi lider değil, “kutsal” bir lider olgusuna içkin sisayet anlayışına karşılığını bulur. Krallara kutsallık kılan ve bu anlamda halk gözünde meşruiyet kazandıran kadim Budist rahiplerinin sarayla “mutual” ilişkileriydi. Kral, rahipleri koruyup kollarken, karşılığında kutsallık devşiriyorlardı.

Bu çerçevede, kısaca Suu Kyi’nin babası Aung San’ın bağımsızlık mücadelesi ve modern Myanmar devletini kurmadaki öncülüğü nedeniyle ülkede istisnai, “sosyal hafıza” ışığında bakarsak “kutsal” bir yer edindiğine kuşku yok. Halkın, zalimler karşısında kurtuluş reçetesini oluştururken, lider arayışlarında adres Aung San’ın kızı olmasının böylesi bir metafizik ilişkiye işaret eder. Bunun karşılığını da, Suu Kyi’nin “Bu sorumluluğu babam için alıyorum…”[1] ifadesinde bulabiliriz. İşte bu nedenledir ki, Suu Kyi’nin siyasetçi olup olmaması önemli değil, önemli olan halkın ona biçtiği roldür... Öte yandan, Suu Kyi’nin de bu sosyal hafıza’yı yadsımayacak bir karşılık verdiği, babasının kızı olduğunu sürekli hafızasında tutarak bir sorumluluk bilinci ile hareket etti. Kadim krallar dönemini hatırlatırcasına, bu süreçte sadece Myanmar halkının sivil kesimleri değil, dini unsurları yani Budist rahiplerin manastırlarından çıkarak Suu Kyi’nin dev mitinglerinde yerlerini almaları da bahsi geçen kutsallık – liderlik ilişkisinin doğal bir yansıması ve kanıtıydı. İşte bu süreçlerin akabinde “mitsel siyasi bir figürle” karşı karşıyayız. Kyi’nin başkanlığında kurulan Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) üyelerinin çok farklı siyasi fraksiyonlardan gelişi kadar, siyasi programındaki belirsizlik de, yukarıda zikrettiğimiz mitsel figür taleplerinin geçerliliğine kanıt da olabilir. 

Sonun başlangıcına bir dönelim… 1988 yılı yaz Mart-Eylül aylarında yaşananlar, aslında 1948 yılından başlayarak ülkede siyasi sistemi tekelleri altına alanların ülkeyi durma noktasına getirdiklerinin bir ilânıydı. Yönetici elit içerisinde bir yandan istifalar yaşanırken, çözüm geçmişteki cunta rejimlerinin benzeri siyasaların izlenmesi şeklinde tezahür ederek, halkın taleplerine kulak tıkanıyordu. Böylece ordu, Yasa ve Düzenin Restorasyonu Konseyi (SLORC) adıyla kurulan bir siyasi yapıyla yönetimi bir kez daha elinde tutma yönünde irade gösterirken, aslında şaşırtıcı bir girişimle bir yandan da çok partili seçim taleplerine onay veriyordu.[2]Tıpkı 1998’de Suharto’nun devrilmesinin ardından Endonezya’da ortaya çıkan siyasi parti enflasyonunun benzeri, kurulan 235 parti ile Myanmar’da da kendini gösterdi. Elbette, bu parti enflasyonu siyasi özgürlüğe açlığın bir simgesi olmanın yanı sıra, adına demokrasi denilen oyunda kuralların nasıl uygulanacağına dair bilgi ve tecrübe eksikliği şeklinde de yorumlanabilir.

Böylece başgösteren demokrasi ve temiz toplum taleplerine karşılık olarak ordu bir kez daha kendine biçtiği rolü üstlendi. Gerçekleştirilen darbe ile çok partili seçim vaadine karşın “demokrasi yanlılarının” dışlandığı sözde seçimlerin ardından bir kez daha asker güdümlü siyasi elit merkeziyetçi politikaları yürürlüğe koydu. Ancak bu safha, etnik unsurların taleplerinden ziyade, ülkenin merkezindeki orta sınıfların talepleri olarak gündemde yer alsa da, ordu muhalefetin rengine ve kategorisine bakmayarak ölüm makinesi olarak vazifesini icra ederken, çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu eylemciler soluğu Kayin, Kachin ve Mon bağımsızlık gruplarına sığınmada buldu. Bu süreç, en azından bir grup sivil eylemcinin “militarize” olmalarına yol açtı. Bir yanda otonom talebiyle gelen etnik unsurlar, öte yandan demokrasi talebini dillendiren öğrenciler ve orta sınıfların birliği ülkede yeni bir siyasi modelin profilini oluşturuyordu. Bu birliğin önce gizli ardından açık lideri ise Aung San Suu Kyi’di. Yaklaşık iki yıl boyunca devam eden sivil ayaklanmalarda taraftarlarına orduya karşı şiddet kullanılmaması, bir başka deyişle “pasif direnişi” öncellediğini ifade eden Suu Kyi’nin kimi destekçilerinin bağımsızlık veya özerklik talebini dillendiren etnik unsurlarla birleşmesine rağmen, çoğunluğu arkasına alarak 27 Mayıs 1990 seçimlerinden, 392 sandalye kazanarak, parlamento’nun %90’ını oluşturacak şekilde büyük bir başarı anlamına geliyordu. Buna rağmen, cuntanın süprizleri devam ediyordu… Cunta’nın siyasi alanı seçilmişlere bırakmaması siyaset gözlemcileri tarafından “Nurnberg Sendromu” olarak adlandırılıyor. Yani, korku’nun ürettiği şiddet, elde edilen kazanımların yitimi ile birleşince ülkede altmış yıldır beklenen “olgun” şartlara adım bir türlü atılamıyor. Aslında Myanmar’da iktidarın korku üzerine kurulması, Nurnberg’den çok daha önce, İngiliz sömürgeciliğinin 19. yüzyılda Burmalılarla karşı karşıya geldiği üç büyük savaş sonunda kurduğu düzenle çok daha çarpıcı benzerlikler taşıdığını söyleyebiliriz. İşte bu, sömürge savaş etiğinin modern ulus-devlete aktardığı kaçınılmaz miras… Suu Kyi’nin konuşmalarının derlendiği ve 1991 yılında yayınlanan eserinin “Freedom From Fear” başlığını taşıması da elbette tesadüf değil.

Bu bağlamda, ülkenin bölge ve küresel aktörlerle ilişkilerinin ne minvalde sürdürüldüğüne kısaca değinmemiz, yakın gelecekte yaşanabilecek siyasi değişimin akabindeki gelişmelere ışık tutması açısından önem taşıyor. Myanmar’ın Çinle ilişkileri, coğrafi olarak yakınlığından ötürü hem korku hem umudu birarada yaşatan çelişkili bir faktör olarak hâlâ varlığını sürdürüyor. Önce ilki üzerinde duralım… Niçin korku? Çin’in ideoloji ithali, iç siyasi dinamikler nedeniyle Myanmar siyasi elitinin kabul edemeyeceği bir gerilim noktası. Öte yandan, sömürgecilik döneminden kalan bir “miras” olarak, her şeye rağmen, batının “gözetimci yaklaşımı” ülkeyi Çin’le aynı yastıkta kocatamayacak kadar derin izler taşıyor. İkinci hususa gelirsek, yani umuda… Modern tarihi boyunca eksik olmayan cunta rejimi ve uzantısı sivil yönetimlerin ülkedeki sadece azınlık etnik unsurlara karşı değil, çoğunluk Barmalılara karşı da sergilemekten vazgeçmediği zulüm ve baskı rejimine karşı Batı’nın klasik “liberal etkileşim ağları” devreye girerek ülkeyi siyasi ve ekonomik “yaptırımlarla boğma” politikası karşısında Çin bir çıkış kapısı işlevi görüyor. Peki öteki komşu Hindistan diyenleriniz içinse… Hindistan’ın bu sulara yelken açması asla ve kat’a mümkün olmadığından hiç söz konusu bile etmiyorum. Çin’le dostluk sınırlı da olsa bu anlamda, pencerelerini tüm dünyaya kapatmış bir ülke için nefes borusu mesabesinde. Çin’in bu ilişkideki çıkarlarına gelince, o çok daha büyük… Myanmar’ın Bengal Körfezi ve Andaman Denizi’ne açılan uzun batı sahili boyunca alabildiğine uzanan imkânlarla Çin’in Hint Okyanusu’na açılma düşüncesi tarihin erken dönemlerinden itibaren gündemde olagelmiştir. Hadi, kadim Amiral Cheng Ho’yu hatırlatalım da ne demek istediğimizi sembolik olarak ifade edelim! Çin’in Myanmar üzerinden Bengal Körfezi-Andaman Denizi bağlantısı ile Hint Okyanusu’na ulaşması bölgedeki su yollarının kaderi üzerinde belirleyici olacaktır.[3]

Çin-Myanmar yakınlaşmasını sağlayan önemli hususlardan biri, 1988’de Yangon’daki dev gösteriler ordu tarafından bastırılırken, bir benzerinin 1989’da Tiennanmen’da ortaya çıkmasıydı. Her ikisi de “kan”la sona erdi. Bu “kan”, her iki ülke yönetimlerini birbirine yakınlaştırmanın adıydı aynı zamanda. Çin de bunu açıkça ilân etmekten çekinmedi ve Myanmar’daki siyasi rejimi meşru bir oluşum olarak gördüğünü açıkladı.[4] Düşman’a yani kendi halklarına karşı kazanılan zaferin ertesinde, Batı’nın ekonomik ve siyasi direnç mekanizmasına aralarındaki işbirliği ile yanıt veriyorlardı.

ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkelerinin ülke topraklarının zengin kaynakları özellikle de petrol ve doğal gaz rezervlerinin yanı sıra, tekstil ve giyim sanayiini destekleyecek özellikle disiplinli ve ucuz işgücü piyasası son derece cazip imkânlar sunuyor. Aslında Batı için 1950 ve özellikle 60 ve 70’lerde ekonomik yatırımlar ve hammadde tedariki anlamında Malezya-Singapur-Tayland ne ise, Güneydoğu Asya’nın bu Hint-Çin sınırını teşkil eden ülkesi için de aynı. Zaman zaman Batılı ulusaşırı tekelleri Myanmar topraklarına girmedi değil. Ancak, siyasetin keskin kılıcını çokça gösterdiği bu ülkede kalıcı olmak mümkün olmadı. İşte bu nedenledir ki, geçen ay Hillary Clinton’un üst düzey ABD’li siyasetçi olarak elli yıl sonra Myanmar’a yaptığı ziyaret, ABD’nin salt Myanmar “sevdalısı” olmasından kaynaklanmıyor elbette. Bölgedeki güç dengesini doğrudan etkilemeye matuf olduğu apaçık bir vakı’a olarak bu ziyaret, ABD’nin Çin’in bölgedeki siyasi ve de ekonomi alanındaki varlığını “zedeleme” yönünde bir açılımı da içinde barındırıyor.

Ancak son yılların Çin-ABD gerilimlerine sahne olduğu dikkate alındığında şu hususu dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Suu Kyi önderliğinde demokratik kanallarla bir değişim, ülkeyi Batı’ya açacağına kuşku yok. Peki Çin buna razı olur mu? Başka siyasi kartları hesaba katmazsak, Myanmar özelinde Çin buna razı olmaz. İstikrarsızlıkla malul bir Myanmar, bu çerçevede çok daha ehvendir Çin için… Çünkü Myanmar, Çin için sıradan ve tek başına ele alınabilecek bir bölgede bulunmuyor. Hint Okyanusu rüyası bunun kanıtı…

ASEAN’ın Myanmar üzerindeki nüfuzuna bazı yazılarda değinme fırsatı bulmuştum. ASEAN üyeliği 1997’de başlayan Myanmar, kendini uluslararası arenadan kasıtlı “izolasyon” politikasını burada da sürdürdüğünü söylemek mümkün. İlişkilerinin boyutu daha çok, sınır ülkesi de olan Tayland’la yoğunluk taşıyor. Tayland’ın, Myanmar’ın batı sahilindeki sahip olduğu doğal gaz işletimindeki rolü kadar, balıkçılık ve su altı gibi önemli ekonomik kaynaklardaki varlığı, ASEAN’ın Myanmar’a ‘uzanabilmesinde’ onu kilit ülke yapıyor. Tabii tam da burada Tayland’daki siyasi atmosferin Myannar’dan pek de geri kalır yanı olmadığı düşünülürse, ASEAN’ın siyasi girişimlerinin -o da “iç işlere karışmama ilkesi”nin varlığı nedeniyle- etkinliğinin boyutu da anlaşılabilir. Endonezya’nın dönem başkanlığı boyunca, Susilo Bambang Yudhoyono’nun Myanmar’da gerekli siyasi reformlar için teşvik edici bir yaklaşım sergilediğini de söyleyelim.

Dış ilişkiler ağında Japonya’nın payını unutmayalım. Myanmar ordusunun mayasını tutan Japonya’nın ülke dış siyasetinde önemli bir dinamik olarak yer alıyor. Elbette Japonya 40’lardaki bu girişiminden ve Myanmar halkı arasında oluşturduğu manevi havadan sonra, kalkınma stratejileri ve fonlar sayesinde Myanmar’da maddi varlığını sürdürüyor. Japonların Myanmar’daki gelişmelere kayıtsız kalmayacakları yukarıdaki tarihi faktörlerin ötesinde, insani ve teknik yardım konularında Asya ve Afrika ülkelerine yönelimleriyle deparalellik arz edecektir. Bu bağlamda ilk sinyaller de gelmeye başladı. Geçen ayın sonunda iki Myanlar ve Japonya arasında danışma toplantılarının başlaması ülkedeki kalkınma önceliklerinin belirlenmesi ve Japonya’nın katkıları bağlamında önem taşıyor. Ayrıca, bu ay sonunda Japonya Dışişleri Bakanı’nın resmi ziyareti bir dönüm noktası olmaya aday. Böylece, ABD’nin somut girişiminin hemen akabinde Japonya’nın üst düzey siyasetçiyi Myanmar’a göndermesi bölgede var olma amacı taşıyan güçlerin ellerini çabuk tuttukları şeklinde de yorumlanabilir. Bu ilişki salt ziyaretle kalmıyor. Demokrasiye dönüş yönündeki çabaları destekleyici mahiyette NLD Genel Sekreteri Suu Kyi’nin Japonya’ya resmen davet edilmesi de gündemde. 

Peki ülke, Suu Kyi ile “düzlüğe çıkmaya” başladığında, dış ilişkilerde hangi aktör başat rol oynayacak sorusunu soralım. Öncelikle bugüne kadar “bağlantısız” rolünü -aslında buna izolasyon dense yeridir- ısrarla ve dirençle sürdüren Myanmar’dan bölgesel ve küresel aktörlerle çoğul ilişkilere namzet bir Myanmar’a dönüşüm beklenebilir. Bölgesel ve küresel gelişmeler özelinde bakarsak, insan hakları, demokrasi, ekonomik ve sosyal kalkınma gibi ana başlıklarda ortak kanaatler ve politikalara sahip ülkeler olarak ABD-Japonya-ASEAN birlikteliğinin, Çin’e karşı siyasal ağırlığı olacağını öngörebiliriz. Bu, Suu Kyi’nin izleyebileceği bir strateji olacaktır. İşte tam da bu ittifak olasılığıdır ki, Çin’le bağları zaten kurmuş olan Myanmar statükocu eliti, Suu Kyi’e “demokrasi” oyununda arzu ettiği oyun sahasını açmaktan kaçınmayı tercih edecektir. Çin de zaten bundan hoşnut olacağına şüphe yok. Bir başka olasılık ise, ancak Çin’in ikna edilmesi veya en azından, bölgesel sistemle Myanmar konusunda uzlaşması gerginliklerin önünü alacağı gibi, Myanmar’da statükonun bir anda kendiliğinden çöküşü anlamına gelecektir. Zaten daha önce de vurguladığımız üzere ASEAN -Birliğin kendi iç yasası gereği ülkelerin birbirlerininin iç işlerine karışmaması ilkesinden ötürü tek çıkış kapısı olarak- bölgedeki rolünden ötürü Çin üzerinden Myanmar’da cunta rejimine ulaşma ve reformların gerçekleştirilmesini istemektedir.

Peki, bu yabancı unsurlar arasında eski sömürgeci İngilizlerin yeri yok mu diye sorabilirisiniz elbette. Ancak İngilizlerin tek başına bu bölgede at oynatması mümkün değil gibi gözüküyor. Kaldı ki, ABD’ye akıl hocası olarak gölgede kalmayı tercih ettiğini de söyleyebiliriz.

Muhalefetin tek ve önemli ismi konumundaki Suu Kyi, yeniden ülke gündeminde yer işgal etmeye başlaması, elbette bölge ülkeleri kadar, belki de bundan daha çok Batılı ülkelerin Myanmar’ın demokratikleşme sürecine yaklaşımı açısından önem taşıyor. Suu Kyi’nin, halka öncülük rolünde, babasının uyguladığı siyasi ittifak yolunu tercih edeceğine ve sivil hareketin yoğunluk kazanacağına kuşku yok. Ancak koşulların II. Dünya Savaşı akabindeki gelişmelerden farklılık arz ettiği de bir gerçek. Örneğin bu bağlamda, cunta olası bir demokrasiye geçiş durumunda, ülkeyi yönetecek müstakbel sivillerin etnik unsurlara ve onların özgürlükçü söylemlerine nasıl karşılık vereceğini dikkate almayı kendine vazife edinecektir. Kaldı ki, bu “acil demokrasi” çağrılarının ülkenin %30’unu teşkil eden ve sınır boylarında yaşayan etnik unsurlar üzerinde kısa vadede çözüm yolu açıp açmayacağı ise meçhul. Bu gruplardan en büyüğünü teşkil eden Tayland sınırındaki Karenlerin liderleri de bu şüplerini açıkça gündeme getiriyorlar. Karenlerin bu şüpheleri bana, Suharto sonrasında Endonezya’da başgösteren reform ve demokrasi çabalarının -kimi bölgelerde- Suharto’lu yılları aratmayacak denli zulme aracı olduğunu hatırlıyor. Suu Kyi’nin 66 yaşında olduğu hatırlanacak olurka, ülkedeki demokratik mekanizmanın inşasında Batılıların ve de ilgili bölge ülkelerinin ellerini çabuk tutması gerekiyor. Aksi taktirde, Myanmar yeni bir lider çıkarana kadar bir elli yıl daha kaybedebilir…

Not: Burma’yı bir edebiyatçının gözüyle anlamak isterseniz hararetle George Orwell’in “Burma Günleri”ni (Burmese Days) öneririm. Türkçe çevirisine Can Yayınları’ndan ulaşabilirsiniz.


http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=188479



[1]Peter Popham, The Life of Aung San Suu Kyi: The Lady and The Peacock, Random, London, 2011, s. 118.
[2]Robert H. Taylor, “Pathways to the Present”, In Myanmar: Beyond Politics to Societal Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H. Taylor, Tin Maugn Than, ISEAS, Singapore, 2003, s. 21.
[3]N. Ganesan, “Myanmar’S Foreign Relations: Reaching Out to the Worrld, In Myanmar: Beyond Politics to Societal Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H. Taylor, Tin Maugn Than, ISEAS, Singapore, 2003, s. 48.
[4]N. Ganesan, s. 37. 

15 Nisan 2012 Pazar

Manuscript "Masail al Muhtadi fi ikhwanil Mubtadi"


Risalah Masail al Muhtadi li Ikhwanil Mubtadi, a text written by Shaikh Daud bin Ismail bin Mustafa Rumî and its relation with the development of critical thinking. This manuscript has been taught as the  standard text and has been in existence  for the last 250 years. It is widely used in pesantren, the traditional religious education centers in the Malay world. 

14 Nisan 2012 Cumartesi

Açe Depremi'nin Ardından

Mehmet Özay                                                                                                               14.04.2012

Geçen Çarşamba günü Açe Eyaleti’ne bağlı Simeulue Adası açıklarında okyanus tabanında meydana gelen depremin ardından yankılar sürüyor. Açe halkı, 8.6 Richter şiddetindeki depremin şokunu atlatmaya çalışırken, Endonezya Cumhuriyeti devlet başkan yardımcısı Boediono Cuma günü bir saatlik ziyaret için Açe’ye geldi.

Açe’de, geçici vali Tarmizi Karim ve yetkililerden depremi konu alan görüşmelerin yanı sıra, Ulee Lhee’ye geçerek tsunami acil uyarı sisteminin işlerliğini sahada izledi. Boediono, ziyareti sonrası yaptığı açıklamalarda 26 Aralık 2004 deprem ve tsunami sonrasında açık denizde kurulan acil uyarı sistemlerinin bir bölümünün çalışmadığının fark edildiğini söylemesi, açıkçası Açelilerin nasıl bir “krizle” karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Depremden birkaç gün sonra devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono ise Cakarta’da gazetecilere yaptığı açıklamada deprem sonrası Açelilerin “azıcık panik yaptıklarını” belirtmesi de gözlemcilerce ilginç notlar arasında zikrediliyor.

Öte yandan, Çarşamba günkü deprem, sadece Açe Eyaleti’ni etkilemiş değil. Bir yanda kuzeydeki komşu Malezya ve Tayland kadar, Doğu Afrika sahilleri ve İran, Sri Lanka, Hindistan gibi ülkeleri de kapsayan genişlikte bir etki alanı yarattı. Bu çerçevede özellikle Malezya’da, Singapur’da ve Hawaii’deki tsunami erken uyarı sistemlerinin ne kadar istikrarlı çalıştığı test edilme imkanı doğdu. Malezya’daki ilgili kurumun yetkilileri yaklaşık yarım saatlik süre zarfında tsunami erken uyarı sisteminin tüm birimlerce harekete geçirilebildiğini tespit ettiklerini açıkladılar. Açe’yi doğrudan etkileyen deprem, kimi sahil şeridinde dalgaların 50 cm ila 80 cm’lik yüksekliğe ulaşmasına neden olsa da, tehdit edici boyutlara ulaşmaması en azından şimdilik sevindiriciydi.

Buna ilâve olarak, Singapur’daki kimi uzmanlar, Avustralya ve Endonezya arasında kalan katmanların enerji üretiminin bu depremle birlikte daha da gerildiğini ve tıpkı 2004’deki tsunamiyi doğuracak bir depremin kapıda olduğunu söylemesi de kaygıları artırıcı boyutta olduğu aşikar. Peki bu durumda ne yapılabileceği sorusu da ortada duruyor. Güneydoğu Asya’da bu gelişmeler olurken, New York Times’de çıkan bir habere yorum yazan bir kişi, Açe’de Çarşamba günü gerçekleşen depremin nedenini Avustralya açıklarındaki ABD Deniz kuvvetlerinin kimi faaliyetleriyle irtibatlandırması farklı açılımları da gündeme getirmiyor değil. Öyle ki, 2004 depremi ve tsunaminin ardından Açe’de bulunan bir amerikalı bilim adamı da şifahi olarak benzer bir olasılığı o dönem için gündeme getirdiğini hatırlarsak, konunun “doğal bir afet” olmanın ötesinde, doğrudan insan yaşamını hedef alan çeşitli askeri faaliyetlerin sonucu olabileceği şüphesini uyandırmıyor değil. Bu çerçevede, bir yandan tsunami erken uyarı sistemleri üzerinde çalışmalar devam ederken, başta Endonezya Cumhuriyeti ve Açe Eyalet yönetiminin konunun üzerine gitmesinin ve uluslararası çevreleri harekete geçirmesinin kaçınılmazlığıda ortada. 

12 Nisan 2012 Perşembe

Prof. Dr. Anthony Reid ve Çalışmaları / Anthony Reid and His Works


Mehmet Özay                                                                                                                          12.04.2012

English 

Anthony Reid, one of the founding fathers of rediscovery of Southeast Asian history in the last few decades, has been inspiring many academicians in various fields of social sciences, and particularly history.

The attention which we are trying to take is related to his mentorship in Aceh history. The way of his study has become very encouraging for not only Acehnese, Indonesian, but also for some other researchers and nationalities such as Australian, Malaysian, Japanese, American, German, British etc.  We may argue that Prof. Reid has a special attention to Aceh history.

He developed his relations with Acehnese academicians such as Isa Sulaiman and became a board member of Aceh Institute. Though Isa Sulaiman passed away in the tsunami 26th December, 2004, Reid has continued to be mentor of some young intellectuals who come together at Aceh Institute.

The importance of Reid in terms of Aceh his attempts to organize international Aceh conferences after MoU Helsinki, 15th August, 2005. Thus he established a board of international members to highlight an institutions establishment. Though he had more difficulties throughout the process he seems to have succeeded to have held three conferences titled International Center of Aceh Indian Ocean Studies (ICAIOS). The first in 2007, at Hermes Palace in Banda Aceh, the second (2009) and third (2011) at Unsyiah and IAIN Ar-Raniry.


Turkish 

Güneydoğu Asya tarihi çalışmaları konusunda önemli isimlerin başında gelen Prof. Dr. Anthony Reid Avustralya kökenli bir akademisyen. Reid’i konu almamıza yol açan unsur nedir diye sorulabilir? Reid, sadece genel itibarıyla Güneydoğu Asya tarihi değil, özelde Açe tarihi konusunda köklü çalışmaları ile bir anlamda görece genç akademisyenlere rehber olmuş bir şahsiyettir. Bu rehberliği sadece görev yaptığı üniversite(ler) ile sınırlı olmamış, Açe’yi şu veya bu şekilde ilgi alanına almış başta Açeli, Endonezyalı olmak üzere Avustralya, İngiltere, Almanya, ABD, Japonya, Malezya gibi dünyanın hemen her yanından araştırmacılara, akademisyenler onun eserleri ile Açe’ye nüfuz etme gereği duymuşlardır.

Bu bağlamda, Reid’in, Açe’ye dair özel bir ilgi beslediğini söyleyebiliriz. 1990’lı yıllarda, Açe’nin önde gelen sosyologu İsa Süleyman başta olmak üzere, o dönem Açeli genç akademisyenler ile birlikte Açe Enstitüsü’nü kurmuş ve yönetim kurulu üyeliği yapmıştır. Bir anlamda kurumun ‘beyni’ hüviyetinde olan İsa Süleyman, 26 Aralık 2004 tarihinde gerçekleşen tsunamide hayatını kaybetmesi kuruma kan kaybettirmiş olabilir. Ancak Açe Enstitüsü “mentor” İsa Süleyman’ın yolundan gitmeye devam ediyor. Bu çerçevede Anthony Reid de danışmanlık noktasında söz konusu kurumu yalnız bırakmıyor.

Reid’in Açe için önemli kılan bir diğer yönü, elbette Helsinki Barış Anlaşması’nın imzalandığı 15 Ağustos 2005 tarihinden bugüne kadar gerçekleştirilmesine öncülük ettiği Uluslararası Açe Konferansları dizisi oldu. Bu konferanslar Uluslararası Açe ve Hint Okyanusu Konferansı (ICAIOS) olarak yapılandı ve kurumsallaşma konusunda önemli girişimler gerçekleştirildi. İlki 2007, ikincisi 2009 üçüncüsü 2011’de Banda Açe’deki çeşitli mekanlarda gerçekleştirilen bu konferanslar dizisi, özellikle Açe gerçeğini tarihi, kültürel, sosyal, ekonomik, barış süreci vb. bağlamları ile çok geniş bir katılımla ele alınmasında gözardı edilemeyecek bir birikimin oluşmasına neden oldu. Reid, bu konferanslar dizisi başlangıcında oluşturduğu uluslararası komite (ki içinde Türkiye’den de bir üye bulunuyor) ile bu oluşumun kurumsallaşmasını planlıyordu. Ve ilgili ülkeler adına katılımcı üyelerin gayretleri ile bu gerçekleştirilecekti. Ancak bu güne kadar sözde ülkeler adına yer alan katılımcıların (şayet varsa) çabalarının olumlu sonuç doğurduğu söylenemez. Örneğin, en son 2001 yılı Mayıs ayında yapılan üçüncü konferansın eş-başkanlığını yürüten kıymetli dostumuz Dr. Saiful Mahdi, Reid’in kişisel desteği olmasaydı, bu konferansın gerçekleştirilemeyeceğini dile getirmişti.  

Burada amacım, söz konusu kurumsallaşmayı detayına ele almak değil. Sadece Reid’in sadece Açe ve uluslararası akademi dünyası için değil, Açe halkı için ne anlam ifade ettiğini ortaya koymak adına kısada olsa bir değini yapmak istedim.

Uzun yıllar Singapur Ulusal Üniversitesi (NUS) Asya Araştırmaları Merkezi’nden görev yapan Reid, yaklaşık birbuçuk yıl once emekli oldu. Reid, emekliliğinin ardından doğduğu topraklara yani Avustralya’ya dönerek Avustralya Ulusal Üniversitesi’nde göreve başladı.

Aşağıda, benim de çeşitli çalışmalarımda kaynak olarak kullandığım Reid’in eserlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bugüne kadar ulaştığım bu kaynaklara ilave olarak henüz “keşfedemediğim” eserleri olabilir. Bu bağlamda, siz okuyucuların katkısına açığım. Reid’in çalışmalarını en son yayınlanan eserden başlayarak yazıldığını hatırlatmak isterim.  

Anthony Reid'in Eserleri

Anthony Reid, R. Michael Feener and Patrick Daly (eds), Mapping the Acehnese Past. Leiden: 163-181, 259-278. (Kadı, İsmail Hakkı, Peacock, A.C.S. and Gallop, Annabel Teh. 2011. Writing History. The Acehnese embassy to Istanbul, 1848-52.)

Anthony Reid, To Nation By Revolution, Indonesia in the 20th century, NUS, Singapore, 2011.

Anthony Reid, “Chinese on the mining frontier in Southeast Asia” Chinese Circulations: capital, commodities, and networks in Southeast Asia / Eric Tagliacozzo and Wen-Chin Chang, (eds), Duke University Press, 2011.

Anthony Reid, Imperial Alchemy: Nationalism and Political Identity in Southeast Asia, Cambridge University Press, Cambridge, 2010.

Anthony Reid,  Aceh and the Turkish connection. In Arndt Graf, Susanne Schroeter, Edwin Wieringa (eds)  Aceh: history, politics and culture.  Singapore: 26-38, 2010.

Anthony Reid, “Fr Pecot and the Earlier Catholic Imprints in Malay”, In Lost Times and Untold Tales From the Malay World, (ed) Jan van Der Putten; Mary Kilcline cody, NUS Press, Singapore, 2009, pp. 177-186.

Anthony Reid and Michael Gilsenan (eds),  Islamic legitimacy in a plural Asia, Roudledge, London, 2007.

Anthony Reid, “Aceh between two worlds: an intersection of Southeast Asia and the Indian Ocean”, Cross Currents and Community Networks; the history of the Indian Ocean world / edited by Himanshu Prabha Ray and Edward A. Alpers, Oxford University Press, New Delhi, 2007.

Anthony Reid, “Indonesia's post-revolutionary aversion to federalism”, Federalism in Asia, edited by Baogang He, Brian Galligan, Takeshi Inoguchi. Cheltenham, UK; Northampton, MA : Edward Elgar, 2007.

Anthony Reid, “Introduction”, (Ed.) Anthony Reid, Verandah Of Violence -The Background to the Aceh Problem-, Singapore University Press, 2006, (p. 1-22).

Anthony Reid, “The Pre-modern Sultanate’s View of Its Place in the World”, (Ed.) Anthony Reid, Verandah Of Violence -The Background to the Aceh Problem-, Singapore University Press, 2006, (pgs. 52-72).

Anthony Reid, “Colonal Transformation: A Bitter Legacy”, (Ed.) Anthony Reid, Verandah Of Violence -The Background to the Aceh Problem-, Singapore University Press, 2006, (s. 96-108).

Anthony Reid, “Remembering and forgetting war and revolution”, Beginning to remember: the past in the Indonesian present / edited by Mary S. Zurbuchen. Seattle : Singapore University Press in association with University of Washington Press, 2005.

Anthony Reid, “Writing the history on Independent Indonesia”, Nation-building: five Southeast Asian histories (eds), Wang Gungwu, Southeast Asian histories, Singapore : Institute of Southeast Asian Studies, 2005. 

Anthony Reid, The Ottomans in Southeast Asia, Asia Research Institute (ARI), Working Paper Series, No. 36, National University of Singapore, February, 2005.

Anthony Reid, “Global and Local in Southeast Asian History”, International Journal of Asian Studies, Vol. 1, No. 1, 2004.

Anthony Reid, “Aceh’s View of Its Place in the World: 1500-1873”, (Ed.), The Historical Background of the Aceh Problem,  Asia Research Institute National University of Singapore, 28-29 May 2004, Singapore.

Anthony Reid, “Chinese trade and Southeast Asian economic expansion in the later eighteenth and early nineteenth centuries : an overview”, Water Frontier: commerce and the Chinese in the Lower Mekong Region, 1750-1880 / edited by Nola Cooke and Li Tana, Singapore : Singapore University Press ; Lanham, MD : Rowman & Littlefield, 2004.

Anthony Reid, An Indonesian Frontier -Acehnese and Other Histories of Sumatra-, Singapore University Press, Singapore, 2005.

Anthony Reid, “Economic and Social Change: 1400-1800, (Ed.), Nicholas Tarling, The Cambridge History of Southeast Asia, Vol. II: From 1500-1800, Cambridge University Press, Cambridge, 2004.

Anthony Reid, “Technology and Language: Negotiation The Third Revolution in the Use of Language”, In Language Trends in Asia, (ed), Jennifer Lindsay, Tan Ying Ying, Asia Research Institute, National University of Singapore, Singapore, 2003.

Anthony Reid, "The VOC and Euro-Chinese Urban Model", In Traders as Historians Studying Southeast Asian History From the Dutch East India Company (VOC) Records, An International Symposium, Presented by Humanities and Social Studies Education Academic Group, National Institute of Education, Nanyang Technological University, Singapore, 6 September, 2002.

Anthony Reid, “Understanding Melayu (Malay) as a Source of Diverse Modern Identities”, Journal of Southeast Asian Studies, 32 (3), syf 295-313, October 2001, The National University of Singapore, Sinpagore.

Anthony Reid, Charting The Shape of Early Modern Southeast Asia, Cornell University Library, Ithaca, New York, 1999.

Anthony Reid, Witnesses to Sumatra -A Travellers’ Anthology-, Oxford University Press, Kuala Lumpur, 1995.

Anthony Reid, “Islamization and Christianization in Southeast Asia: The Critical Phase, 1550-1650, (Ed.); Anthony Reid, Southeast Asia in the Early Modern Era: Trade, Power and Belief, Cornell University Press, Ithaca, 1993.

Anthony Reid, “Introduction”, (Ed.), Anthony Reid, The Making of An Islamic Political Discourse in Southeast Asia, Aristoc Press Pty, Centre of Southeast Asian Studies, Monash University, Clayton-Victoria, Australia, 1993, (s. 1-17).
           
Anthony Reid, “Economic and Social Change: 1400-1800”, (Ed.), Nicholas Tarling, The Cambridge History of Southeast Asia, Vol. I, Part I: From early times to 1500, Cambridge University Press, Cambridge, 1992.

Anthony Reid, “King, Kadis and Charisma in the Seventeenth Century Archipelago”, (Ed.), Anthony Reid, The Making of An Islamic Political Discourse in Southeast Asia, Aristoc Press Pty, Centre of Southeast Asian Studies, Monash University, Clayton-Victoria, Australia, 1993, (pgs. 83-109).

Anthony Reid, “The System of Trade and Shipping in Maritime South and Southeast Asia, and the Effects of the Development of the Cape Route to Europe” In H. Pohl (eds.), The European Discovery of the World and its Economic Effects on Pre-Industrial Society, 1500-1800, Stuttgart: F. Steiner, 1990 (pp. 73-96).

Anthony Reid, “Elephants and Water in the Feasting of Seventeenth Century Aceh”, JMBRAS, Vol 62, Part 2, No 257, 1989.

Anthony Reid, Southeast Asia in the Age of Commerce 1450-1680, Volume One: The Lands below the Winds, Yale University Press, 1988.

Anthony Reid, Southeast Asia in the Age of Commerce 1450-1680, Volume Two: The Lands below the Winds, Yale University Press, 1988.

Anthony Reid, “Contests And Festivals In Seventeenth Century Aceh”, Bunga Rampai Temu Budaya Nusantara PKA-3 (Pekan Kebudayaan Aceh) (The Third Aceh Cultural Festival), (Ed.), H. Ismuha, (Ed.), Syiah Kuala University Press, Banda Aceh, 1989, (pgs. 9-33).


Anthony Reid, “The Islamization of Southeast Asia”, In Historia: Essays in Commemoration of the 25th Anniversary of the Department of History University of Malaya, (eds.) Muhammad Abu Bakar, Amarjit Kaur, Abdullah Zakaria Ghazali, Kuala Lumpur: The Malaysian Historical Society, 1984.

Anthony Reid, “The Structure of Cities in Southeas Asia, Fifteenth to Seventeenth Centuries”, JSAS (Journal of Southeast Asian Studies), Vol. XI, No. 2, September 1980.

Anthony Reid, The Blood of the People -Revolution and the End of Traditional Rule in Northern Sumatra, Oxford University Press, Kuala Lumpur, 1979.
           
Anthony Reid, “The Structure of Cities in Southeast Asia: 15th-17th Centuries,  (Ed.), ‘The Indian Ocean in Focus’ International Conference on Indian Ocean Studies, Section III The History of Commercial Exchange&Maritime Transport, Perth Western Australia, People Helping People, 1979.

Anthony Reid, “Trade and State Power in the 16th and 17th Century Southeast Asia”, Seventh IAHA Conference, 22-26 August 1977, Bangkok, Vol. I. Proceedings, (pgs. 391-421).


Anthony Reid&Shiraishi Saya. (1976). Rural Unrest in Sumatra 1942: A Japanese Report” Indonesia, No. 21 (April), Cornell Modern Indonesia Project, (pgs. 115-134).

Anthony Reid, “Habib Abdurrahman Az-Zahir: 1833-1896, Indonesia, No. 13 (April), Cornell Modern Indonesia Project, 1972. (syf. 37-61)

Anthony Reid. (1971). The Birth of the Republic in Sumatra”, Indonesia, No. 12 (October), Cornell Modern Indonesia Project, (pgs. 21-46).

Anthony Reid, The Contest For North Sumatra -Acheh, The Netherlands and Britain (1858-1898)-, Oxford University Press, Kuala Lumpur, 1969.

Anthony Reid, “Indonesian Diplomacy A Documentary Study of Atjehnese Foreign Policy in the Reign of Sultan Mahmud: 1870-4”, JMBRAS, Volume XLII, Part 2, December, 1969. (pgs. 74-115)

Anthony Reid, “Sixteenth Century Turkish Influence in Western Indonesia”,  JMBRAS, Vol. X, No. 3, December, 1969.

Anthony Reid, “Nineteenth Century Pan-Islam in Indonesia and Malaysia”, The Journal of Asian Studies, February 1967, 26, 2.

A. J.S. Reid. (1966). “A Russian in Kelandan?”, Peninjau Sejarah, Journal of the History Teachers’ Association of Malaya, Vol 1. No. 2, December, (pgs.: 42-47).