Mehmet Özay 19 Aralık 2011
Myanmar’da ne olup
bitiyor? Gelişmeleri, uzun ama bir hayli uzun “demokrasi” bekleyişinin sonuna
gelindiği şeklinde mi yorumlamak gerekiyor? Yoksa kökleri yüzyıllar öncesine
uzanan yarı-kutsal bir lider arayışı mıdır yaşanan? 20. yüzyıl ulus-devlet,
demokrasi, küresel hegomanya vb. kavramları bağlamından bakılacak olursa,
genelde Güneydoğu Asya, özelde Myanmar toplumuna hakaret etmiş oluruz! Bölgede
hangi topluma ya da ulus/devlete baksak benzer bir manzarayı görmüyor muyuz?
Binyıllar öncesinin Hinduizm ve Budizmin bölge halkının ruh köküne kattığı ve
birbiri peşi sıra gelen krallıklarda kutsalın, dünyevi iktidar aygıtlarıyla
yanyanalığından bugüne hiçbir şey kalmadı dersek yanılırız. Öyle ya, ekonomik
kalkınma ekseninde Doğu Asya uluslarının Konfüsyüsçü kökenlerinin “bir etken”
olarak varlığı gündeme getirilirken, benzer dini geleneklerin modern dönem
siyasi yapılanmaları üzerinde niçin benzeri bir etkisi olmasın!
Yirminci yüzyıla
damgasını vuran Sukarno ve Suhartolu Endonezya, sultanlar hakimiyetinden
monarşik-demokrasiye adım atsa da, her bir eyaletteki sultanlara ilâveten
federal devletin “sultanı” ile taçlanan ve yönetici elitini saraylarla
ilişkisinden devşirmiş Malezya, siyasi meşruiyet ile dini alanın yani Budist
rahiplerin toplumsal barışın temeli olduğu Laos, Tayland gibi ülkeler, ismi ve
cismi kendinden menkul ve tarihin uzak bir diyarından bugüne sarkan “müzelik”
bir Brunei Darusselam Sultanlığı… Myanmar da bu ülkeler arasında kendilerine
“dışardan” kutsallık bahşedilen modern liderleri ile gündemde. Bugün bu
liderler silsilesinde sıra Myanmar’ın “sade” ve “şık” imajıyla Suu Kyi var. “Demokrasi
prensesi” olarak adlandırdığım ve bir süredir dünya medyasında yer tutan Suu
Kyi’nin hangi kaynaklardan beslendiğini, ne tür siyasi ve toplumsal dönüşümlere
tanık olduğunu ve böylece sadece yerel değil, küresel bir “demokrasi aktörü”
olarak ortaya çıktığını öz olarak anlamaya çalışalım. Bununla birlikte, olası
bir demokratikleşme süreciyle Myanmar’ın uluslararası ilişkilerinin nasıl
şekilleneceğine de değineceğim elbette.
Budist tapınaklar
ülkesi Myanmar’da demokrasi ikonu Suu Kyi’nin siyaset arenasındaki varlığı bir
dizi tesadüflerle şekillendi. Babası yani, bağımsızlık lideri ve ülkenin kurucu
figürü Aung San’ın bağımsızlıktan sadece altı ay önce, yani geçiş döneminde katledilmesi,
Katolik ve İngiliz Metodist okullarındaki öğrenimi, akabinde annesinin
Hindistan’a sürgüne gönderildiği yıllar ve Oxford’da geçen yirmi yıl. Tesadüflerin
Myanmar ayağında, annesinin ölüm döşeğindeki son günlerinde yanında geçirme
arzusuyla ortaya çıktı. Böylece, uzun bir aradan sonra 1988’de başkent Yangon’a
ayak basmasıyla bugüne kadar büyük bir bölümü “ev hapsinde” geçen siyasi
liderlik rolünün aktif liderliğe dönüşmesi umuduyla geçti. Babasının
katledilmesinin kırkıncı yılına tekabül eden 1988 yılı, Suu Kyi babasının
rolünü bıraktığı yerden devralmasıyla ülke tarihinde yeni bir döneme işaret
ediyordu. Bu süreçte giderek artan bir ivme ile Myanmar siyasi yaşamına
eklemlenmekle kalmayan Suu Kyi, uluslararası çevrelerin de odağı haline geldi
veya getirildi. 1988-1990 yılları arasında sergilediği Gandivarî pasif
eylemcilik tutumunun ardından 14 Ekim 1991 tarihinde Nobel Barış Ödülü’ne layık
görülmesi, bunun tastamam teyidinden başka bir şey değildir.
Gandhi demişken, bu
siyasi rol model etkileşiminin kaynakları muhtemelen Hindistan’da geçirdiği ilk
gençlik yılları kadar, muhalefet liderliği “anaç tavrı”nın ve belki de annesinin
ölümünün gölgesinde gelişmesinin de etkisi olabilir. Nasıl olmuştu da, ülkeden
uzun yıllar uzak kalan ve siyasetle şu veya bu şekilde de olsa hayatının bir
dönemin doğrudan ilgili olmayan bir kadın, geri kalmış ülkeler sıralamasında
Asya’da ilk sıraya oturmuş bir ülkede özgürlük lideri olarak gündeme gelmişti?
Bu sorunun cevabını Myanmar halkının sosyal hafızasının bir yansıması olarak
modern dönemde somut bir karşılık buluyordu. Sosyal hafıza geçmişin yarı kutsal
krallarının hakimiyetindeki bu topraklarda, halkın sadece bir siyasi lider
değil, “kutsal” bir lider olgusuna içkin sisayet anlayışına karşılığını bulur. Krallara
kutsallık kılan ve bu anlamda halk gözünde meşruiyet kazandıran kadim Budist
rahiplerinin sarayla “mutual” ilişkileriydi. Kral, rahipleri koruyup kollarken,
karşılığında kutsallık devşiriyorlardı.
Bu çerçevede, kısaca
Suu Kyi’nin babası Aung San’ın bağımsızlık mücadelesi ve modern Myanmar
devletini kurmadaki öncülüğü nedeniyle ülkede istisnai, “sosyal hafıza”
ışığında bakarsak “kutsal” bir yer edindiğine kuşku yok. Halkın, zalimler
karşısında kurtuluş reçetesini oluştururken, lider arayışlarında adres Aung
San’ın kızı olmasının böylesi bir metafizik ilişkiye işaret eder. Bunun
karşılığını da, Suu Kyi’nin “Bu sorumluluğu babam için alıyorum…”[1] ifadesinde bulabiliriz. İşte bu nedenledir ki, Suu Kyi’nin siyasetçi
olup olmaması önemli değil, önemli olan halkın ona biçtiği roldür... Öte
yandan, Suu Kyi’nin de bu sosyal hafıza’yı yadsımayacak bir karşılık verdiği,
babasının kızı olduğunu sürekli hafızasında tutarak bir sorumluluk bilinci ile
hareket etti. Kadim krallar dönemini hatırlatırcasına, bu süreçte sadece
Myanmar halkının sivil kesimleri değil, dini unsurları yani Budist rahiplerin
manastırlarından çıkarak Suu Kyi’nin dev mitinglerinde yerlerini almaları da
bahsi geçen kutsallık – liderlik ilişkisinin doğal bir yansıması ve kanıtıydı.
İşte bu süreçlerin akabinde “mitsel siyasi bir figürle” karşı karşıyayız. Kyi’nin
başkanlığında kurulan Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) üyelerinin çok farklı
siyasi fraksiyonlardan gelişi kadar, siyasi programındaki belirsizlik de,
yukarıda zikrettiğimiz mitsel figür taleplerinin geçerliliğine kanıt da
olabilir.
Sonun başlangıcına bir
dönelim… 1988 yılı yaz Mart-Eylül aylarında yaşananlar, aslında 1948 yılından
başlayarak ülkede siyasi sistemi tekelleri altına alanların ülkeyi durma
noktasına getirdiklerinin bir ilânıydı. Yönetici elit içerisinde bir yandan
istifalar yaşanırken, çözüm geçmişteki cunta rejimlerinin benzeri siyasaların
izlenmesi şeklinde tezahür ederek, halkın taleplerine kulak tıkanıyordu.
Böylece ordu, Yasa ve Düzenin Restorasyonu Konseyi (SLORC) adıyla kurulan bir siyasi
yapıyla yönetimi bir kez daha elinde tutma yönünde irade gösterirken, aslında
şaşırtıcı bir girişimle bir yandan da çok partili seçim taleplerine onay
veriyordu.[2]Tıpkı 1998’de Suharto’nun devrilmesinin ardından Endonezya’da
ortaya çıkan siyasi parti enflasyonunun benzeri, kurulan 235 parti ile
Myanmar’da da kendini gösterdi. Elbette, bu parti enflasyonu siyasi özgürlüğe
açlığın bir simgesi olmanın yanı sıra, adına demokrasi denilen oyunda
kuralların nasıl uygulanacağına dair bilgi ve tecrübe eksikliği şeklinde de
yorumlanabilir.
Böylece başgösteren
demokrasi ve temiz toplum taleplerine karşılık olarak ordu bir kez daha kendine
biçtiği rolü üstlendi. Gerçekleştirilen darbe ile çok partili seçim vaadine
karşın “demokrasi yanlılarının” dışlandığı sözde seçimlerin ardından bir kez
daha asker güdümlü siyasi elit merkeziyetçi politikaları yürürlüğe koydu. Ancak
bu safha, etnik unsurların taleplerinden ziyade, ülkenin merkezindeki orta
sınıfların talepleri olarak gündemde yer alsa da, ordu muhalefetin rengine ve
kategorisine bakmayarak ölüm makinesi olarak vazifesini icra ederken, çoğunluğunu
üniversite öğrencilerinin oluşturduğu eylemciler soluğu Kayin, Kachin ve Mon
bağımsızlık gruplarına sığınmada buldu. Bu süreç, en azından bir grup sivil
eylemcinin “militarize” olmalarına yol açtı. Bir yanda otonom talebiyle gelen
etnik unsurlar, öte yandan demokrasi talebini dillendiren öğrenciler ve orta
sınıfların birliği ülkede yeni bir siyasi modelin profilini oluşturuyordu. Bu
birliğin önce gizli ardından açık lideri ise Aung San Suu Kyi’di. Yaklaşık iki
yıl boyunca devam eden sivil ayaklanmalarda taraftarlarına orduya karşı şiddet
kullanılmaması, bir başka deyişle “pasif direnişi” öncellediğini ifade eden Suu
Kyi’nin kimi destekçilerinin bağımsızlık veya özerklik talebini dillendiren
etnik unsurlarla birleşmesine rağmen, çoğunluğu arkasına alarak 27 Mayıs 1990
seçimlerinden, 392 sandalye kazanarak, parlamento’nun %90’ını oluşturacak
şekilde büyük bir başarı anlamına geliyordu. Buna rağmen, cuntanın süprizleri
devam ediyordu… Cunta’nın siyasi alanı seçilmişlere bırakmaması siyaset
gözlemcileri tarafından “Nurnberg Sendromu” olarak adlandırılıyor. Yani,
korku’nun ürettiği şiddet, elde edilen kazanımların yitimi ile birleşince
ülkede altmış yıldır beklenen “olgun” şartlara adım bir türlü atılamıyor.
Aslında Myanmar’da iktidarın korku üzerine kurulması, Nurnberg’den çok daha önce,
İngiliz sömürgeciliğinin 19. yüzyılda Burmalılarla karşı karşıya geldiği üç
büyük savaş sonunda kurduğu düzenle çok daha çarpıcı benzerlikler taşıdığını
söyleyebiliriz. İşte bu, sömürge savaş etiğinin modern ulus-devlete aktardığı
kaçınılmaz miras… Suu Kyi’nin konuşmalarının derlendiği ve 1991 yılında
yayınlanan eserinin “Freedom From Fear” başlığını taşıması da elbette tesadüf
değil.
Bu bağlamda, ülkenin
bölge ve küresel aktörlerle ilişkilerinin ne minvalde sürdürüldüğüne kısaca
değinmemiz, yakın gelecekte yaşanabilecek siyasi değişimin akabindeki
gelişmelere ışık tutması açısından önem taşıyor. Myanmar’ın Çinle ilişkileri,
coğrafi olarak yakınlığından ötürü hem korku hem umudu birarada yaşatan
çelişkili bir faktör olarak hâlâ varlığını sürdürüyor. Önce ilki üzerinde
duralım… Niçin korku? Çin’in ideoloji ithali, iç siyasi dinamikler nedeniyle
Myanmar siyasi elitinin kabul edemeyeceği bir gerilim noktası. Öte yandan,
sömürgecilik döneminden kalan bir “miras” olarak, her şeye rağmen, batının
“gözetimci yaklaşımı” ülkeyi Çin’le aynı yastıkta kocatamayacak kadar derin
izler taşıyor. İkinci hususa gelirsek, yani umuda… Modern tarihi boyunca eksik
olmayan cunta rejimi ve uzantısı sivil yönetimlerin ülkedeki sadece azınlık
etnik unsurlara karşı değil, çoğunluk Barmalılara karşı da sergilemekten
vazgeçmediği zulüm ve baskı rejimine karşı Batı’nın klasik “liberal etkileşim
ağları” devreye girerek ülkeyi siyasi ve ekonomik “yaptırımlarla boğma”
politikası karşısında Çin bir çıkış kapısı işlevi görüyor. Peki öteki komşu
Hindistan diyenleriniz içinse… Hindistan’ın bu sulara yelken açması asla ve
kat’a mümkün olmadığından hiç söz konusu bile etmiyorum. Çin’le dostluk sınırlı
da olsa bu anlamda, pencerelerini tüm dünyaya kapatmış bir ülke için nefes
borusu mesabesinde. Çin’in bu ilişkideki çıkarlarına gelince, o çok daha büyük…
Myanmar’ın Bengal Körfezi ve Andaman Denizi’ne açılan uzun batı sahili boyunca
alabildiğine uzanan imkânlarla Çin’in Hint Okyanusu’na açılma düşüncesi tarihin
erken dönemlerinden itibaren gündemde olagelmiştir. Hadi, kadim Amiral Cheng
Ho’yu hatırlatalım da ne demek istediğimizi sembolik olarak ifade edelim!
Çin’in Myanmar üzerinden Bengal Körfezi-Andaman Denizi bağlantısı ile Hint
Okyanusu’na ulaşması bölgedeki su yollarının kaderi üzerinde belirleyici
olacaktır.[3]
Çin-Myanmar
yakınlaşmasını sağlayan önemli hususlardan biri, 1988’de Yangon’daki dev
gösteriler ordu tarafından bastırılırken, bir benzerinin 1989’da Tiennanmen’da
ortaya çıkmasıydı. Her ikisi de “kan”la sona erdi. Bu “kan”, her iki ülke
yönetimlerini birbirine yakınlaştırmanın adıydı aynı zamanda. Çin de bunu
açıkça ilân etmekten çekinmedi ve Myanmar’daki siyasi rejimi meşru bir oluşum
olarak gördüğünü açıkladı.[4] Düşman’a yani kendi halklarına karşı kazanılan zaferin ertesinde,
Batı’nın ekonomik ve siyasi direnç mekanizmasına aralarındaki işbirliği ile
yanıt veriyorlardı.
ABD başta olmak üzere
Fransa, İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkelerinin ülke topraklarının zengin
kaynakları özellikle de petrol ve doğal gaz rezervlerinin yanı sıra, tekstil ve
giyim sanayiini destekleyecek özellikle disiplinli ve ucuz işgücü piyasası son
derece cazip imkânlar sunuyor. Aslında Batı için 1950 ve özellikle 60 ve
70’lerde ekonomik yatırımlar ve hammadde tedariki anlamında
Malezya-Singapur-Tayland ne ise, Güneydoğu Asya’nın bu Hint-Çin sınırını teşkil
eden ülkesi için de aynı. Zaman zaman Batılı ulusaşırı tekelleri Myanmar
topraklarına girmedi değil. Ancak, siyasetin keskin kılıcını çokça gösterdiği
bu ülkede kalıcı olmak mümkün olmadı. İşte bu nedenledir ki, geçen ay Hillary Clinton’un
üst düzey ABD’li siyasetçi olarak elli yıl sonra Myanmar’a yaptığı ziyaret, ABD’nin
salt Myanmar “sevdalısı” olmasından kaynaklanmıyor elbette. Bölgedeki güç
dengesini doğrudan etkilemeye matuf olduğu apaçık bir vakı’a olarak bu ziyaret,
ABD’nin Çin’in bölgedeki siyasi ve de ekonomi alanındaki varlığını “zedeleme” yönünde
bir açılımı da içinde barındırıyor.
Ancak son yılların
Çin-ABD gerilimlerine sahne olduğu dikkate alındığında şu hususu dikkatlerden
uzak tutmamak gerekir. Suu Kyi önderliğinde demokratik kanallarla bir değişim,
ülkeyi Batı’ya açacağına kuşku yok. Peki Çin buna razı olur mu? Başka siyasi
kartları hesaba katmazsak, Myanmar özelinde Çin buna razı olmaz.
İstikrarsızlıkla malul bir Myanmar, bu çerçevede çok daha ehvendir Çin için…
Çünkü Myanmar, Çin için sıradan ve tek başına ele alınabilecek bir bölgede
bulunmuyor. Hint Okyanusu rüyası bunun kanıtı…
ASEAN’ın Myanmar
üzerindeki nüfuzuna bazı yazılarda değinme fırsatı bulmuştum. ASEAN üyeliği
1997’de başlayan Myanmar, kendini uluslararası arenadan kasıtlı “izolasyon”
politikasını burada da sürdürdüğünü söylemek mümkün. İlişkilerinin boyutu daha
çok, sınır ülkesi de olan Tayland’la yoğunluk taşıyor. Tayland’ın, Myanmar’ın
batı sahilindeki sahip olduğu doğal gaz işletimindeki rolü kadar, balıkçılık ve
su altı gibi önemli ekonomik kaynaklardaki varlığı, ASEAN’ın Myanmar’a
‘uzanabilmesinde’ onu kilit ülke yapıyor. Tabii tam da burada Tayland’daki
siyasi atmosferin Myannar’dan pek de geri kalır yanı olmadığı düşünülürse,
ASEAN’ın siyasi girişimlerinin -o da “iç işlere karışmama ilkesi”nin varlığı
nedeniyle- etkinliğinin boyutu da anlaşılabilir. Endonezya’nın dönem başkanlığı
boyunca, Susilo Bambang Yudhoyono’nun Myanmar’da gerekli siyasi reformlar için
teşvik edici bir yaklaşım sergilediğini de söyleyelim.
Dış ilişkiler ağında
Japonya’nın payını unutmayalım. Myanmar ordusunun mayasını tutan Japonya’nın
ülke dış siyasetinde önemli bir dinamik olarak yer alıyor. Elbette Japonya
40’lardaki bu girişiminden ve Myanmar halkı arasında oluşturduğu manevi havadan
sonra, kalkınma stratejileri ve fonlar sayesinde Myanmar’da maddi varlığını
sürdürüyor. Japonların Myanmar’daki gelişmelere kayıtsız kalmayacakları
yukarıdaki tarihi faktörlerin ötesinde, insani ve teknik yardım konularında
Asya ve Afrika ülkelerine yönelimleriyle deparalellik arz edecektir. Bu
bağlamda ilk sinyaller de gelmeye başladı. Geçen ayın sonunda iki Myanlar ve
Japonya arasında danışma toplantılarının başlaması ülkedeki kalkınma
önceliklerinin belirlenmesi ve Japonya’nın katkıları bağlamında önem taşıyor.
Ayrıca, bu ay sonunda Japonya Dışişleri Bakanı’nın resmi ziyareti bir dönüm
noktası olmaya aday. Böylece, ABD’nin somut girişiminin hemen akabinde
Japonya’nın üst düzey siyasetçiyi Myanmar’a göndermesi bölgede var olma amacı taşıyan
güçlerin ellerini çabuk tuttukları şeklinde de yorumlanabilir. Bu ilişki salt
ziyaretle kalmıyor. Demokrasiye dönüş yönündeki çabaları destekleyici mahiyette
NLD Genel Sekreteri Suu Kyi’nin Japonya’ya resmen davet edilmesi de gündemde.
Peki ülke, Suu Kyi ile
“düzlüğe çıkmaya” başladığında, dış ilişkilerde hangi aktör başat rol oynayacak
sorusunu soralım. Öncelikle bugüne kadar “bağlantısız” rolünü -aslında buna
izolasyon dense yeridir- ısrarla ve dirençle sürdüren Myanmar’dan bölgesel ve
küresel aktörlerle çoğul ilişkilere namzet bir Myanmar’a dönüşüm beklenebilir.
Bölgesel ve küresel gelişmeler özelinde bakarsak, insan hakları, demokrasi,
ekonomik ve sosyal kalkınma gibi ana başlıklarda ortak kanaatler ve
politikalara sahip ülkeler olarak ABD-Japonya-ASEAN birlikteliğinin, Çin’e
karşı siyasal ağırlığı olacağını öngörebiliriz. Bu, Suu Kyi’nin izleyebileceği
bir strateji olacaktır. İşte tam da bu ittifak olasılığıdır ki, Çin’le bağları
zaten kurmuş olan Myanmar statükocu eliti, Suu Kyi’e “demokrasi” oyununda arzu
ettiği oyun sahasını açmaktan kaçınmayı tercih edecektir. Çin de zaten bundan
hoşnut olacağına şüphe yok. Bir başka olasılık ise, ancak Çin’in ikna edilmesi
veya en azından, bölgesel sistemle Myanmar konusunda uzlaşması gerginliklerin
önünü alacağı gibi, Myanmar’da statükonun bir anda kendiliğinden çöküşü
anlamına gelecektir. Zaten daha önce de vurguladığımız üzere ASEAN -Birliğin
kendi iç yasası gereği ülkelerin birbirlerininin iç işlerine karışmaması
ilkesinden ötürü tek çıkış kapısı olarak- bölgedeki rolünden ötürü Çin
üzerinden Myanmar’da cunta rejimine ulaşma ve reformların gerçekleştirilmesini
istemektedir.
Peki, bu yabancı
unsurlar arasında eski sömürgeci İngilizlerin yeri yok mu diye sorabilirisiniz
elbette. Ancak İngilizlerin tek başına bu bölgede at oynatması mümkün değil
gibi gözüküyor. Kaldı ki, ABD’ye akıl hocası olarak gölgede kalmayı tercih
ettiğini de söyleyebiliriz.
Muhalefetin tek ve
önemli ismi konumundaki Suu Kyi, yeniden ülke gündeminde yer işgal etmeye başlaması,
elbette bölge ülkeleri kadar, belki de bundan daha çok Batılı ülkelerin Myanmar’ın
demokratikleşme sürecine yaklaşımı açısından önem taşıyor. Suu Kyi’nin, halka
öncülük rolünde, babasının uyguladığı siyasi ittifak yolunu tercih edeceğine ve
sivil hareketin yoğunluk kazanacağına kuşku yok. Ancak koşulların II. Dünya
Savaşı akabindeki gelişmelerden farklılık arz ettiği de bir gerçek. Örneğin bu
bağlamda, cunta olası bir demokrasiye geçiş durumunda, ülkeyi yönetecek
müstakbel sivillerin etnik unsurlara ve onların özgürlükçü söylemlerine nasıl
karşılık vereceğini dikkate almayı kendine vazife edinecektir. Kaldı ki, bu
“acil demokrasi” çağrılarının ülkenin %30’unu teşkil eden ve sınır boylarında
yaşayan etnik unsurlar üzerinde kısa vadede çözüm yolu açıp açmayacağı ise
meçhul. Bu gruplardan en büyüğünü teşkil eden Tayland sınırındaki Karenlerin
liderleri de bu şüplerini açıkça gündeme getiriyorlar. Karenlerin bu şüpheleri
bana, Suharto sonrasında Endonezya’da başgösteren reform ve demokrasi
çabalarının -kimi bölgelerde- Suharto’lu yılları aratmayacak denli zulme aracı
olduğunu hatırlıyor. Suu Kyi’nin 66 yaşında olduğu hatırlanacak olurka,
ülkedeki demokratik mekanizmanın inşasında Batılıların ve de ilgili bölge
ülkelerinin ellerini çabuk tutması gerekiyor. Aksi taktirde, Myanmar yeni bir
lider çıkarana kadar bir elli yıl daha kaybedebilir…
Not: Burma’yı bir
edebiyatçının gözüyle anlamak isterseniz hararetle George Orwell’in “Burma
Günleri”ni (Burmese Days) öneririm. Türkçe çevirisine Can Yayınları’ndan ulaşabilirsiniz.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=188479
[1]Peter
Popham, The Life of Aung San Suu Kyi: The
Lady and The Peacock, Random, London, 2011, s. 118.
[2]Robert
H. Taylor, “Pathways to the Present”, In Myanmar:
Beyond Politics to Societal Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H.
Taylor, Tin Maugn Than, ISEAS, Singapore, 2003, s. 21.
[3]N.
Ganesan, “Myanmar’S Foreign Relations: Reaching Out to the Worrld, In Myanmar: Beyond Politics to Societal
Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H. Taylor, Tin Maugn Than,
ISEAS, Singapore, 2003, s. 48.
[4]N.
Ganesan, s. 37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder