Mehmet Özay 26 Aralık 2012
Tsunami’den bu yana 8 yıl
geçti. Her yıl olduğu gibi bu yılda söz konusu bu doğa fenomeninin yol açtığı sosyal,
siyasi gelişmeleri, değişmeleri, ve kimi sonuçlarıyla değerlendirmeye devam
ediyoruz.
Bugünlerde, tsunami’de yakınlarını kaybedenler
kadar bu afetten şu veya bu şekilde etkilenmiş olan Açeliler merkez camilerde
düzenlenen zikir, dua vb. dini merasimlerde biraraya gelmek suretiyle bir
yandan ahirete intikal edenlere ‘sorumluluklarını’ eda ederken öte yandan da ‘toplumal
hafızalarını’ yeniliyorlar. Söz konusu merasimlerin odağında yer alan camiler,
sekiz yıl öncesine ait hatıralarda önemli yer işgal etmiş olan ekranlar ve
fotoğraf karelerindeki devasa yıkımların ortasında tek başına ayakla kalmış
binalar olarak bir kez daha canlanıyor. Bu kutsal mekânlar, aynı zamanda Açe
toplumsal yaşamında önemini ve işlevini büyük ölçüde devam ettirmesiyle de
dikkat çekiyor. Yüce değerler etrafında toplumun birliğinin bir kez daha
pratiğe döküldüğü bu ve benzeri toplantılar doğusundan batısına Açe’nin her
köşesinde, özellikle önemli kayıpların yaşandığı Batı Açe’deki Melaboh şehri ve
Eyalet Başkenti Banda Açe’de gerçekleştiriliyor. Bununla birlikte, tsunaminin
etkisinin az hissedildiği Kuzey Açe’deki etkinliklerin merkezi Lhokseumawe şehrinde
inşa edilen İslam Merkezi’nin görkemli Camii oluyor. Örneğin buradaki merasime
sadece Lhokseumawe’den değil, Kuzey ve Doğu Açe’nin diğer önemli şehirleri
Langsa, Bireun’dan da binlerce kişi katıldı. Din eksenli bu faaliyetler
bağlamında, tıpkı dün olduğu gibi, bugün de Açeliler tsunamiyi Allah’a
yakınlaşmaya vesile kılan bir vakı’a olarak telâkki ediyorlar ve bunu kendi
doğallığı içinde açıkça ortaya koyuyorlar.
26 Aralık 2004’de depremin tetiklediği tsunami Hint Okyanusu’nu çevreleyen
on civarındaki ülkeyi etkilemiş olsa da, etkisini büyük ölçüde Açe’de ortaya
koyduğu ortak bir kabul. Bu kabulü, kimilerinin ısrarla sürdürdüğü üzere sadece
söz konusu doğal afetin Açe coğrafyasında neden olduğu insan ve maddi kayıpla
sınırlandırmak mümkün değil elbette. Açe’nin o dönem içinde bulunduğu ve ‘ilk
müdahaleleri’ engelleyen savaş ortamı, Endonezya merkezi hükümeti ve Açe
Özgürlük Hareketi’nin İsveç’deki lider kadrosu ile bu iki yapıyla irtibatta olan
uluslararası unsurlar arasında yoğun bir trafiğin yaşanmasına neden olmuştu. On
yıllarca olduğu gibi, tsunami öncesinde de bu coğrafyaya olan ‘uzaklığımız’
ancak uluslararası ajansların kemaralarından o ‘müthiş’ görüntülerin ekranlara
yansımasıyla ‘yardım’ unsuru ile dikkatleri çekmiş ve Açe’yi ‘yeniden
keşfedişin’ sihirli eli bizlere değmişti. Elbette akabinde düşünmeye,
tartışmaya, araştırmaya ve eleştirmeye
değer pek çok şey olacaktı... Zaman zaman değindiğimiz ve kitaplaştırılması
gereken bu gelişmeleri burada ele almak yerine, tsunamiden hemen birkaç ay
öncesine gidip Açe’nin içine dolandı(rıldı)ğı ‘örümcek ağından’ sıyrılışına
değineceğim. Yani, Açe’nin her köşesini kasıp kavuran şiddet ortamından bugün
‘barış’ ortamına ve bu ortamın sağladığı birkaç siyasi gelişmeye ışık tutmakta
yarar var.
Haddi zatında, Açe’de barışın sağlanması konusunda sürdürülegelen irili
ufaklı girişimler, tıpkı selefi başkanların ilk aylarında icraata geçirmeyi
planladıkları gibi 2004 yılı Sonbahar’ında devlet başkanlığı koltuğuna oturan
Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) da Açe sorununa eğilmeyi bir tür ‘etik
sorumluluk’ addetmişti. Bu anlamda belki de SBY’dan çok daha ‘sivil
cesaretiyle’ dikkat çeken yardımcısı Yusuf Kalla’nın girişimleri gündeme gelmiş
ve İsveç’deki ‘oluşumla’ dolaylı bir bağlantı çoktan kurulmuştu. Bu bağlantı,
haddi zatında sadece İsveç’le değil, bu süreç öncesinde Kalla’nın ‘yakın
adamlarından’ Farid Hussain’in bizzat aktörü olduğu bir dizi girişimin ürünü
olduğunu ileri sürmek mümkün. Hussain, “To see the
unseen: scenes behind the Aceh Peace Treaty” adlı eserinde ortaya koyduğu üzere, Endonezya istihbaratını ve siyasi
bürokrasisini aşarak, gizli bir şekilde Açe Eyaleti’ne giderek Lhokseumawe
yakınlarındaki dağlık bölgede dönemin önde gelen komutanlardan Sofian Daud ile
görüşme cesaretini göstermesiyle ivme kazanmıştı. Tsunami’nin neden olduğu
devasa yıkım, başlatılan bu temasların bir an önce olumlu sonuçlandırılması
gibi önemli bir gelişmeye neden oldu.
Bu sürecin, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yaklaşık yedi ay boyunca
sürdürülen geniş çerçeveli barış görüşmelerinin 15 Ağustos 2005’de
imzalanmasıyla ilk safhasının tamamlandığı söylenebilir. Bu gelişmelerin
akabinde, yıllar boyu dış dünyaya kapalı kalkış veya ‘tutulmuş’ Açe Eyaleti
uzun bir dönemden sonra gözlerini yeniden dünyaya açan bir ağır hasta
konumundaydı. Tsunamiden sonraki ilk aylar, özellikle Singkel’den Melaboh’a,
Lamno’dan Lhoong’a kadar Batı Açe sahili -ki, bu bölgeden bahsederken, sahip
olduğu farklı antropolojik değerleriyle Nias Adası’nı unutmamak lazım-; Eyalet
başkenti Banda Açe’nin güneyindeki Lhoknga beldesinden kuzeydeki Krueng
Raya’ya; Sigli’den Lhokseumawe’ye kadar olan Kuzey Açe sahil şeridinde hayatta
kalabilenler bir yandan yakınlarını veya aynı coğrafyanın insanını yitirmenin
acısını yaşarken, öte yandan Endonezya ordusunun halen varlığını hissettiren
fiziki gücü ve beyaz adamın (orang buleh) kısa sürede her yerde varlığını
hissettiren varlığı karşısında büyük bir şaşkınlık içindeydi. Dün ölümün her
türlüsüne maruz kalan Açeliler, o günlerde küresel ilginin merkezine
oturuyordu. Bu son derece yıptarıcı ani psikolojik ve toplumsal değişimle
yüzleşen Açelileri anlaması beklenen çevrelerin ise bundan bihaber oluşları
ayıpların en büyüğünün yakalarına yapışmasına neden olacaktı... Burada şu
hususu bir kez daha vurgulamakta fayda var.
Hiç kuşku yok ki, Açelilerin
tecrübe ettiği bu doğa hadisesinin ‘ilâhi bir emir’ gereği ortaya çıktığına
kuşkuları yok. Öyle ki, bu hadiseyi otuz yıla varan savaş ortamıyla
kıyasladıklarında ‘Rahmetin tecellisi’ olarak kabul ediyorlar. ‘Rahmet’,
elbette savaş ortamının durulması, kısa sürede barış anlaşmasının imzalanması
şu veya bu şekilde de olsa kayıplarının giderilmesi noktasında irili ufaklı
girişimlerden pay almalarıydı... Hiç kuşku yok ki, Açe’nin kazanım hanesine
yazılabilecek girişim söz konusu barış ortamının getirdiği siyasi ve toplumsal
dönüşüm mekanizmasının işlemeye başlamasıydı. Birbiri ardına yapılan seçimler,
dünün ‘sürgün hükümeti’ mensuplarının bugün Açe siyasi yönetiminin odağına
getirecek açılımlara yol açmıştı. Bu değişimin ‘sancısız’ olduğunu söylemek
mümkün değil... İç ve dış çeşitli çıkar grupları, maddi ve politik serüven
avcıları, ulusal mekanizmanın ‘yap-boz’ süreçlerinde rol alan unsurları değil sadece
Açe’deki sancılı dönüşümü ortaya koyan. Uluslararası çevrelerinde üstlerine
düşen sorumluluğu göz ardı etmeleri, bu
sorumluluğu yok saymaları, meseleye üstünkörü eğilişleri de yabana atılmaması
gereken faktörlerden bir. Bugün Açe’de tartışmaların odağında “Wali Nanggroe”
kurumunun tesisi yer alıyor. Peki bu kurum neye tekabül eder? Bu kurum, Açe’nin
geçmişle bugünü ve yarını arasındaki koparılmaması gereken bir bağa işaret
etmesiyle yadsınamayacak bir öneme sahip. Bu kurumun varlığını sorgulayanların,
bilerek veya bilmeyerek göz ardı ettikleri işte bu olgu, yani Açe’nin tarihi
hafızasının diriltilmesi meselesi... Meseleye Kısaca değinelim..
Açe’de 26 Mart 1873 tarihinde Hollanda Doğu Hint
sömürge yönetiminin Açe topraklarında başlattığı istila girişiminden kısa bir
süre dönemin Açe Sultanı Mahmud Şah’ın vefatı üzerine yerine küçük yaştaki oğlu
geçmişti. Sadece bölgesel değil, küresel çapta tepki alan bu istilâ girişimi
karşısında Açelilerin direniş ruhunu dirilten alimler, özellikle de Tiro
ailesine mensup ve onlara destek olan diğer öncü liderler sayesinde siyasi
liderlik konusunda herhangi bir kriz yaşanmamıştı. Bu yönetim ve liderlik
krizinin aşılmasında siyasi bir kurum olarak gündeme gelen Wali Nanggroe kurumu
oldu. İşte bu kurumun tarihsel devamlılığının bir göstergesi olarak Açe
Parlamentosu’nda kabulü ve Açe Valisi’nce Kasım ayının 19’unda onaylanmasıyla yeniden
hayata geçirildi. Bu anlamda, Teungku Malik Mahmud ‘Wali Nanggroe’ olarak
tanınıyor. Açe’de bu kurum ve Malik Mahmud’un atanması dolayımında önemli
tartışmalar yaşandı ve bunda durulma söz konusu değil. Bu konunun detayları
ayrı bir yazıya konu olacak çapta...
Ancak kısaca kimi çevrelerin öne sürdüğü üzere,
bu kurumun Açe’de ikili bir yapıya neden olacağı: Yani, bir yanda Cakarta
merkezi yönetimine ‘tabiiyet’, öte yanda Açe Eyaleti’nde bir anlamda ‘Başkan’
sıfatına sahip olacak kadar geniş yetkileri olan bir ‘Wali Nanggroe’ kurumu.
Açe’nin son yüzyirmibeş (125) yılına dikkat kesildiğimizde zaten pek çok
‘çelişkili’ yapılar ortaya çıkmamış mıydı? Bu noktada Açe entellektüellerinin
ve akademyasının yapması gereken, Cakarta konjonktürü bağlamında yaklaşımlar sergilemek
yerine, Açe’yi Açe yapan değerlerin neler olduğu konusunda kafa
karışıklıklarını gidermeleridir. Bu anlamda, sadece Açelilerin değil, Açeli
gözüküp de ‘Cakarta formatında’ konuşan yerliler kadar, Açe toplum yapısına
sonradan müdahil olmuş ve bu müdahalesini ‘farklı zeminlere taşıma’ gayesi
güden çevrelerin de Açe’deki siyasi ve toplumsal yapılanmaya dair ‘Cakarta
menşeili’ yaklaşımlarının gözlerden kaçmadığı gözlemcilerin ortak kanaati.
Helsinki Barış Anlaşması’nın siyasi alandaki
maddeleri arasında önemli bir yeri bulunan bu kurumdan başka, Açe Bayrağı ve
Milli Marşı’nın kabülünün sırada olduğunu belirtelim. Bugünlerde Açe Bayrağı
ile ilgili olarak bir dizi toplantının gerçekleştirilmekte olduğu
biliniyor. Yüzlerini buruşturarak ‘Bu
bayrak ve milli marş da neyin nesi diye?’ diye soranlara cevabı Açe tarihinin
verdiğini hatırlatmakla yetiniyoruz.
Bu dikkat çekici siyasi gelişmeler kadar, Açe
toplumunda tsunaminin doğrudan etkileriyle hayatı değişen bir kitle var ki o da
gençlik. Açe aile ve toplum yapısının dinamiklerinin dış faktörlerle girdiği
hızlı etkileşim dikkat çekilmeye değer bir konu. Burada sadece gerek Endonezya,
Malezya gibi aynı kültür atmosferinde olduğu söylenebilecek coğrafyalarda
öğrenim hakkı elde eden kesimin de için de olduğu Avustralya, İngiltere,
Hollanda, Almanya, Amerika gibi gelişmiş ülkelerde burslu öğrenim görme şansı
yakalamış olan öğrencilerin ahvalinin inceleme konusu yapılması, Açe yakın
geleceğinin nasıl bir toplumsal değişmeyle karşı karşıya olduğunu da ortaya
koyacaktır. Bununla birlikte, çeşitli kurumların ‘yetim’, ‘yoksul’ öğrenciler
üzerindeki çalışmalarının bu öğrenci kitlesinin Açe toplumsal yapısına özgü sosyal,
dini ve tarihi kimliğini kazanmasında ne tür bir rol oynadığı da gözlerden
kaçırılmamalı. Açeliler genç nesil üzerinde gerek ulusal gerekse uluslararası
çevrelerden gelen ‘talepler’ doğrultusunda eğitimlerine, dışa açılımlarına
yüksek sesle karşılık vermiyorlarsa bunun temel nedeni, daha düne kadar,
Açe’nin bu anlamda ‘geri kalmışlık’ olgusuyla ifade edilen yapısından
kaynaklanmaktadır. Tam da bu noktada, özellikle adına İslam ülkeleri denilen
bütüne mensup coğrafyalarda öğrenim hakkı bulan Açeli gençlerin Açe’ye ne
kazandırıp ne kazandırmayacaklarının hesabının iyi yapılması gerekiyor. Bu
hesabı yapacak olanlar elbette ki Açelilerin kendisi olmalı. Yoksa, bu konuda
ne tür bir ‘hesapları’ olduğu ortadayken, dışarlıklılardan böyle bir sorumluluk
beklemenin beyhude bir çaba olacağına kuşku yok.
Bugün bir davet yapmanın tam da yeridir... Tsunami’ni 10.
yılında, yani iki yıl sonra, 26 Aralık 2014’de Açe’de önemli bir toplantı
yapılması çağrısında bulunalım. Bu vesileyle, tsunami sonrasında Açe’de çeşitli
‘projelerle’ var olan ve var olmaya devam eden kurum ve kuruluşların herkese
şirin gözükme adına değil de, tüm gerçekliğiyle ne gibi misyonla ve eylem
dizgeleriyle geldikleri, bunları hangi ölçüde gerçekleştirdikleri veya
gerçekleştiremedikleri, şayet gerçekleştirilemediyse buna nelerin yol açtığı,
Açelilere verilen sözlerin hangilerinin yerine getirilip hangilerinin
getirilemediği türünden ‘yapıcı’ ve ‘eleştirel’ dozu yüksek bir forumun
gerçekleştirilmesi yerinde olacaktır. Analize dayalı böylesi bir forumun, eğitimin
her sektöründe çokça dillendirilen ‘eleştirel düşünce’nin adına sivil toplum
birlikleri denilen oluşumlarda da ortaya konması adına kesinlikle faydalı
olacağına şüphemiz yok. Bu eleştirel düşüncenin söz konusu kurumların diyelim
ki, Bangsamoro, Arakan ve Patani, öte yandan, Irak-Afganistan, Sudan, Somali
gibi çokça yapılması gereken işlerin bulunduğu bölge ve ülkelerde ne gibi
yapılanmalara yönelineceği konusunda ufuk açıcı bir yöne de olduğunu unutmamak
gerekir. Bu hem yüzyılın felâketi düzeyinde lanse edilen tsunamiden on yıl
sonra hâlâ çıkartılabilecek önemli derslerin olduğunu ortaya koyması bakımından
da ilginç olacaktır.