28 Kasım 2024 Perşembe

Bangladeş’te krizden çıkmanın yolu ve reform üzerine düşünmek / Thinking about reform and the way out of the crisis in Bangladesh

Mehmet Özay                                                                                                                            28.11.2024

Bangladeş’te, 5 Ağustos’ta ordu desteğiyle kurulan geçici hükümetin, aradan geçen yaklaşık dört aya yakın sürede gerekli reform sürecine dair, somut adımlar atma konusunda başarılı olamadığı yolundaki eleştirileri sadece, muhalefetin önyargılı açıklamaları olarak değerlendirmek yanlış olur.

Ortada çok temel yanlışların olması, açıkcası bazı adımlar atılmış olsa bile, -ki, en azından ‘geçici hükümetin’ tesisini bu anlamda, başlangıç kabul etmek mümkün-, bunun yani, reform çabasının sürdürülebilirliği, yapılaşması, içselleştirilmesi gibi bir dizi süreçlerin, ne kadar sağlıklı yürüyeceği konusunda iyimser olabilmeyi engelliyor.

Bu sorunsalın en başında, geçici hükümetin kuruluşunun askeri vesayet ile birlikte ortaya konulmuş olması geliyor...

Bu durum, başlı başına bir çelişki olarak ülke siyasetinde varlığını sürdürüyor.

Aynı süreçler

Tıpkı, 2006 yılında olduğu üzere, 2024’de de ordu, sivillerin idare edemediği alanı idare etme görevini üstlendi...

2006 yılı Ekim ayında başlayan geçici hükümet tartışmaları, üç ay içinde seçime gitme iddiası vb. hususlar yerini kaos ve anarşiye terk etmişti.

Ve seçim kararı ancak, yaklaşık iki yıl sonrasında yani, 2008’de alınabilmişti...

Bu sürecin, kaos ve anarşide hayatını kaybedenlerin ötesinde bu sürecin en acı yanı, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri gibi Batılı ülkelerin ve ulus-ötesi küresel kurumların halkının büyük bölümü Müslüman olan Bangladeş’i hâl yoluna koyma konusunda çaba içinde olmaları ve ardından, kaos ve anarşi ortamının nüksetmesiyle çareyi, ülkeyi terk etmekte bulmaları olmuştu...

O dönemde, dikkat çeken bir diğer önemli gelişme, geçici hükümet tarafından hem Halk Partisi (Awame League-AL) lideri Şeyh Hasina Wajed ve Bangladeş Ulusal Partisi (Bangladesh National Party-BNP) lideri Khalida Zia hakkında ‘yolsuzluk’ iddialarıyla suçlanmalarıydı...

Bangladeş’te bugünlerde sorulan önemli sorulardan biri yukarıda dikkat çekilen gelişmelerin tekrar edip etmeyeceği yönünde.

Ordu, sivil idare ve güç

Askerin varlığı ve siviller adına karar verme yetkisi ve makamında bulunması, ülke siyasal yaşamının kökeni ve yapılaşması hakkında gayet önemli veriler sunuyor.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bu durum bize, Bangladeş’te, siyasal yaşamda sivillerin egemenliğini ortaya koyacak ve bunun bir yansıması kabul edilebilecek şekilde, ulusal parlamentoda, ilgili siyasi partiler ve bunlara eklemlenmiş sivil kurumların, azınlık/çoğunluk ilişkisini göz ardı etmeden çeşitli işbirliklerini hayata geçiremedikleri ve geçici hükümet kurulamadığını gösteriyor. 

 

Aslında, Bangladeş ve benzeri ülkelerde yani, halkının kahir ekseriyetinin Müslüman olan devletlerde, bu tür gelişmelerde hâlâ askere ihtiyaç duyulması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir alanı oluşturuyor.

Söz konusu ülkelerde askerin, siyasal yaşama müdahelesi gibi süreçleri, salt modern dönemin ulus-devlet nosyonuyla açıklanabilir bir yanının olmadığını, burada kısaca ifade etmekte yarar var.

Aksine, bu durum, temelde tarihten tevarüs edilen toplum yapısı; siyasi egemenlik ve bu egemenliğin toplumsal gruplar arasında dağılımı; sivilleşme ve buna imkân tanıyan, bu alanı genişleten zihniyet yapısı; kurumsal oluşumlar; güç nosyonu ve bunun oluşum evreleriyle ile ilgilidir.

M. Yunus etkili olabilir mi?

5 Ağustos sürecinde, Prof. Muhammed Yunus Hoca’nın, -içinde ordunun da olduğu belirli çevrelerce, bir kurtarıcı olarak ortaya konulmasının, hiç kuşku yok ki, onun bilim adamlığının, Nobel Ödülü almış olmasının getirdiği global bir figür olması gibi, pozitif önyargıların olduğunu söylemek mümkün.

Muhammed Yunus Hoca’nın, geçici hükümetin başı olarak, bu süreçte siyasi olarak kaybedebileceği herhangi bir şey bulunmuyor.

Bu anlamda, elinde gayet önemli bir imkân olduğunu söylemek mümkün.

Ve bu çerçevede, yakın geçmişteki hataları yapmaması gerekiyor...

Örneğin, 2006-2008 yılları arasındaki benzeri geçici hükümet dönemi ülkede, herhangi bir reform sürecine yol aç/a/madığı gibi, sadece iktidarın yeniden Şeyh Hasina yönetimine devrini getiren sonuçları doğurmuştu...

Öte yandan, Muhammed Yunus Hoca’nın, önümüzdeki süreçte -ki, 18 ay süreceği belirtiliyor-önemli adımlar atması ve sağlıklı bir dönüşümü hayata geçirilebilmeyi başarması, onun ülkesi Bangladeş adına yapabileceği en önemli iş olacaktır.

Bununla birlikte temkinli olmakta yarar var...

Bu 18 aylık sürede her ne gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, -olumlu olarak bakıldığında, bunların, sadece bir başlangıç hükmünde olacağını kabul etmek gerekir.

Çözüm ekonomide (mi?)

Bangladeş’in kendi ayakları üzerinde durabilmesinin yollarını arayan Muhammed Yunus Hoca’nın yaptığı bazı açıklamalara bakıldığında, ‘makro dengeler’den söz ettiği ve bu çerçevede, Şeyh Hasina dönemi politikalarıyla işlevini büyük ölçüde yitirdiği belirtilen bankacılık sektörünün reformuna gönderme yaptığı görülüyor.

Evet, ekonomi dilinin göz ardı edilemez olgularından biri ‘makro dengeler’...

Ancak, bu profesyonel duruşun yanı sıra, kanımca tüm Bangladeş halkının aklına, ruhuna dokunacak girişimlerin öncellenmesi gerekiyor. Yani, sistemik değişim için adımlar atılması...

Teknotratlar, bankacılık sektörünün nasıl düzeltileceği konusunu elbette biliyorlardır.

Ve Bangladeş’te geçici hükümet tarafından bulunabilecek, önerilebilecek çözümün de, dünyanın doğusundan batısına ilgili ulus-devletlerin Batılı ekonomi ve bankacılık sektörünün ürettiği kurallar bütününün bir kopyasını ortaya koymaktan öte bir açılımı olmayacaktır.

Bir önceki yazıda dile getirdiğim üzere, Bangladeş ve 1971’de kendisinden ayrıldığı Pakistan başta olmak üzere, benzeri ülkeler için de geçerli olabilecek bazı yaklaşımlar, programlar, açılımlar gündeme getirmesinin, Muhammed Yunus Hoca’nın hem, akademisyen hem de, bunun ötesinde entellektüel birikimiyle çok daha örtüşeceğini söylemek mümkün.

Bir küçük öneri!

Muhammed Yunus Hoca’ya meselâ şöyle bir öneride bulunmak mümkün...

Ülkedeki etkin düşünce kuruluşlarından birkaçının öncülüğünde halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerle sınırlı olacak şekilde geniş ve kapsamlı “yolsuzluk çalıştayları” yapabilir.

Fas’dan Endonezya’ya, Nijerya’dan Pakistan’a kadar halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülkelerden ilgili düşünce kuruluşu uzmanlarını, yüksek öğretim kurumları akademisyenlerini, her türünden siyasetçileri, sivil toplum çevrelerini, kadın örgütlerini, öğrenci kuruluşlarını, yerel yönetim temsilcilerini vb. çeşitli alt başlıklar altında düzenlenecek interaktif sorun tespit ve çözüm odakları çalıştayları organize edebilir.

Bu yolsuzluk çalıştaylarının tümdengelimli ve tümevarımlı yöntemleri birarada ele alabilecek bağlamlarla ortaya konulması ve aynı zamanda kapsayıcılık, sorunların tespiti ve sorunlara olası güçlü ve anlamlı cevaplar üretebilme gibi hedefleri olmasına özen gösterilmelidir.

Bu çerçevede, en başta şunu ifade etmek gerekir ki, burada zikredilen yolsuzluk olgusunu, minimalist bir yaklaşımla, sıradan ‘rüşvet’ eksenli olarak görmeyip, İslam düşünce sisteminin değerlerinin, tüm siyasal ve toplumsal yaşamın üzerinde nasıl bir etkisi olması gerektiğinden hareketle tümdengelimli bir yaklaşım dizisi sergilenmelidir.

Nihayetinde, Bangladeş ve benzeri toplumlarda köklü yapısal ve sistemik sorunlar bulunuyor. Bangladeş örneği bize bu tür sorunları ciddi bir şekilde ele alma ve çözüm önerileri getirerek pratiğe geçirme imkanı sağlayabilir.

Bangladeş’te geçici hükümetin başında bulunan Prof. Muhammed Yunus Hoca bu işi yapabilirse, adını bir kez daha tarihe yazdırmış ve sadece Bangladeş için değil, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlar için hayırlı bir iş yapmış olur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/bangladeste-krizden-cikmanin-yolu-ve-reform-uzerine-dusunmek-thinking-about-reform-and-the-way-out-of-the-crisis-in-bangladesh/

 

27 Kasım 2024 Çarşamba

Bangladeş: kaos ve reform arasında bir ülke / Bangladesh: a country between chaos and reform

Mehmet Özay                                                                                                                            26.11.2024

Bangladeş’te, geçtiğimiz Haziran ve Temmuz aylarında yaşanan sözde ‘Bahar devrimi’ girişiminden bu yana, yaklaşık dört ay geçmesine karşılık, kayda değer bir gelişme ortada gözükmüyor.

Sözde, üç aylık süre sonrasında önemli gelişme olacağı yolundaki beklenti böylece boşa çıkmış oldu...

Bunun yerine, Ekim ayı sonlarında Bangdaleş ordu yönetiminin, “demokrasi’nin yeniden tesisi için 18 aylık süreye ihtiyaç olduğu” yönündeki ifadesinin ardından, geçici hükümet başkanı Profesör Muhammad Yunus da “sistemi temizlemek için öngörülen reformlar tamamlanıncaya kadar seçimler yapılmayacak” açıklaması açıkçası geniş kitleler ve de siyasetçiler için bekle-gör anlamına geliyor.

Yeni bir kaos mu?

Ülkenin yakın geleceğine dair siyasi açıklamanın, ordu yönetiminden gelmesi bile, açıkçası Bangladeş’te, ne tür bir demokratik sürecin işlemekte olduğuna dair bir fikir veriyor.

Oysa hem son en yıldır Şeyh Hasina liderliğinde ülkeyi yöneten Halk Partisi’nin (Awame League) hem de, muhalefeti temsil eden Bangladeş Ulusal Partisi’nde beklenti geçici hükümetin üç ay sonrasına seçim tarihi vermesiydi...

Bu noktada, Ağustos ayından bu yana ülkede, demokratikleşme emareleri olarak görülebilecek, prematüre yapıların dahi oluşumuyla ilgili bir gelişmeden bahsetmek bile güç...

Meşhur Profesör Muhammed Yunus’un başında bulunduğu geçici hükümetin, reform sürecine dair inandırıcı bir adım atıp atamayacağı görmek için biraz daha beklemek gerekiyor.

Kimi açılardan bu mevcut durum, Bangladeş’te gerilimin devam ettiği anlamına gelirken, akıllarda, ‘Yeni bir kaosun eşiğine mi geliyoruz?’ sorusunu da getirmiyor değil...

Bahar’dan Sonbahar’a

Meydan gösterilerinden bu yana yaşanan geçiş sürecinde, göstericiler ve bunların arka plândaki siyasal ve toplumsal yapıların gündeme getirdiği taleplerin siyasi sonuçları, henüz hasıl olmuş gözükmüyor.

Burada temel sorun, Nobel Ödüllü Muhammed Yunus’un şahsı bir yana, Bangladeş’te -ve de benzeri ülkelerde olağan karşılanması gereken- ‘kargaşa’ ortamını, ‘demokratik ideallerle’ karıştırmak gibi akıl dışı girişimlerin bir örneğini daha görmekte olduğunu söylersek yanılmış olmayız.

‘Bahar’, ‘yaz’ gibi sıfatlarla oluşması beklenen devrimci yönelimlerin temelde, var olan kargaşa ortamından çıkışın ayak sesleri kabul etme konusunda, gerektiğinden fazla umut bağlanıyor oluşu bile aslında, bu tür toplumlarda var olan derin sorunların anlaşılamamış olduğunun ifadesidir.

5 Ağustos sonrası

Geçtiğimiz 5 Ağustos’da, yaklaşık on beş yıldır iktidarda bulunan 76 yaşındaki Şeyh Hasina, önlenemeyen meydan gösterileri sonrasında soluğu, komşu ülke Hindistan’da alırken, 8 Ağustos’da kurulan geçici hükümetin başına, meşhur Profesör Muhammed Yunus atandı.

Muhammed Yunus Hoca’nın, bireysel niteliklerine diyecek yok...

Bu nedenledir ki, devletin (!) önde gelen siyasi ve askeri eliti, ‘bahar’dan ‘yaz’a geçiş sürecinde görevi ona verdi.

Daha doğrusu, ‘ateş topunu’ Muhammed Yunus Hoca’nın kucağına bırakmış oldu...

‘Ateş topu’ diyorum, çünkü ortada neyin nasıl halledilebileceğine dair bir yol haritası bulunuyor mu sormak gerekiyor...

Şayet ortada kapsamlı bir yol haritası yoksa, çıkılan yolculuğun da başarıya ulaşmasını beklemek biraz hayal...

Yine hizipçilik!

Bangladeş ordusunun yeşil ışık yaktığı, 17 kişilik bir kabineden oluşan geçici hükümette, sözde Bahar ayaklanmalarında yer alan iki öğrenci liderinin yanı sıra, sivil toplum, Bangladeş Ulusal Partisi (Bangladesh National Party-BNP) ile Cemaat-i İslami’den üyeler bulunuyor.

Seçim tarihinin belirlenmesi için biçilen üç aylık süre dolmasına rağmen, geçici hükümetin bu yönde henüz adım atmamış olması, siyasal ve toplumsal huzursuzluğun ülkede devam ettiğinini işaretidir.

Ağustos ayından bu yana geçen süre zarfında, bu üç temel grubun kabinedeki varlığına karşılık, her bir grubun, kendi siyasal hedefleri ile belirlenmeye çalışılan bir sürecin olduğunu söylemek abartı sayılmamalıdır.

Aslında, Bangladeş’te -ve de benzeri ülkelerde- olan biten, temelde böylesi travma dönemlerinde hem, liderler düzeyinde hem de, kurumsal boyutta, sağlıklı ve rasyonel hareket edebilmeyi sağlayacak mekanizmaların var olmamasıdır.

Bu durum, geniş halk kesimlerinde ya, umutsuzluk ve içe kapanma ya da, oportunizme sarılarak mevcut liderlerin peşine takılma şeklinde zuhur eder.

Meydan gösterilerinde ortaya çıktığı üzere, bir tür “tarihi şans” olgusuyla açıklanabilecek gelişmeler karşısında sürdürülebilir bir yapı tesisi yerine, kendi kliği, hizbi, partisi, cemaati için günü kurtarabilmenin yollarının aranıyor olması, Bangladeş ve benzeri ülkelerin en temel sorunudur ve böyle giderse olmaya da devam edecektir.

Bunun sosyo-psikolojik karşılığı liderlerin, birbirlerine ve geniş toplum kesimlerine ve de aynı şekilde, ikincilerin de birbirlerine karşı güven vermemeleri ve hissetmemeleri olarak karşılık bulur.

Çünkü ortada, herkesin ya da kahir ekseriyetin hem fikir olduğu ve sözleştiği bir yasa metni ve bunu hayata geçirecek ciddi ve yapılaşmış kurumlar bulunmamaktadır.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, ortada, bu güveni tesis edecek yapısal ve kurumsal unsurların olmamasıdır.

Bu nedenledir ki, ordu yönetiminin seçimler için 18 ay sonrasına gün vermesini en kötü ihtimalle birileri için zaman kazanma olarak yorumlamak mümkünken, iyimserler adına ise, reformlar için yeter zaman olarak kabul etmek mümkün.

Bu sürecin hangi yönde işleyeceğini birlikte tanık olacağız.

Sorun kökte mi?

Ülkede siyasal ve ekonomik yolsuzlukların, ülkenin kurucu unsurları ile özdeşleşmiş olması temelde Bangladeş’te, ne türden bir toplumsal buhranın olduğunu ortaya koyuyor.

‘Bahar devrimi’ söylemiyle gerçekleşen toplumsal ayaklanmanın ve bunun doğurduğu onca gürültü patırtının ardından, ülkeyi terk eden, daha doğrusu kaçan Şeyh Hasina’nın oğlu Sajeeb Wazed Halk Partisi’nin, yeni dönemde partinin yeniden önemli rol oynayacağı görüşünde.

Washington’da bulunan Sajeeb Wazed, Ekim ayı sonunda ordu yönetiminden gelen ve ülke seçimlerini 18 ay sonrasına gün veren açıklamayı destekleyici açıklaması önemliydi.

Bununla da kalmıyor, olası bir erken seçimde yeniden iktidara gelme hesapları içerisinde, gayet kibirli bir şekilde söylem geliştiriyor.

Kibrin kökeni

Ülkenin kuruluşundan bu yana büyük ölçüde yönetimde yer alan Halk Partisi’nin Bangladeş halkına karşı kibrinin kökenini, yukarıda dile getirdiğim şekilde, ülkenin kurucu unsuruyla ailevi ve ideolojik bağı teşkil ediyor.

Oysa, 1971 bağımsızlık sürecine bakıldığında, Pakistan ulus-devlet yapısından ayrılmanın temel hedefi, ‘demokratik’ bir ülkenin tesisiydi.

Bağımsızlığa giden süreçte, bir tek siyasal hareket değil, o dönem Pakistan egemenliğindeki Bangladeş topraklarında var olan Müslüman, Hindu, Budist, Hıristiyan vb. gibi azınlık-çoğunluk dikotomisini aşmaya çalışan unsurların, ortak bir eylemi ve hedefi söz konusuydu.

Kanımca, sadece ‘dini nitelikleriyle’ öne çıkarılan gruplar değil bunlar...

Bu yapıların, belki de, her birinin temsilcisi hükmünde olan siyasi hareketleri göz ardı etmemek gerekir.

Ancak, burada dikkat çekilen husus, ‘demokrasi’ idealine sahip olduğu izlenimi veren Halk Partisi’nin (Awame League), aradan geçen onyıllar boyunca, bu söylemi pratiğe geçirebilecek yasal ve icra süreçlerini uygu/laya/mamasıdır.

Bunun yanı sıra, ‘öteki’ konumuna indirgenenlerin de benzer şekilde, süreçte oynamakta oldukları siyasi rolün, iktidar olduklarında tıpkı, Halk Partisi gibi davranmaları şeklinde zuhur etmesidir.

‘Demokrasi’ye ulaşmak bir yana, bu sürecin kurumsal boyutlarından yoksunluk, Bangladeş toplumu için demokrasi kavramını ve de buna tekabül eden kurumsal, toplumsal ve siyasal yapılaşmayı olsa olsa illüzyon düzeyinde ele alınması anlamı taşır.

Yapısallaşan irrasyonalite

Bangdaleş’te, kuruluşundan bu yana ülkeyi yöneten Halk Partisi’nin (Awami League) dayanak noktalarından hiç kuşku yok ki en önemlisi, ülkenin kurucu gücü, partisi, eliti olduğu iddiasıdır.

Ülke yönetimini, böylesine tekil bir gerçeklik üzerine inşa etme vazifesini kendine görev addeden Halk Partisi’nin karşısında, milliyetçi parti ve kendini siyasi parti bağlamında ifade edememekle birlikte, mevcut siyasi ortamın, iki arası bir deresinde var olmaya konuşlanmış İslamcı hareketlerin de adına demokrasi denilen siyasal süreçlerde iktidar olma süreçleri yine gizli/açık güç temerküzüne bağlamış olmaları hiç kuşku yok ki, en büyük handikapı oluşturuyor.

Halk Partisi, bu kurucu vasfına dayanarak ülkeyi yönetmeye çalışırken, son dönemde yaptığı en büyük hata geçtiğimiz Haziran ayında alınan bir kararla, Pakistan’a karşı bağımsızlığın kazanıldığı 1971 yılında bağımsızlıkçılık ruhuyla hareket eden toplum kesimlerinin aile mensuplarının kamuda istihdam edilmelerine olanak sağlayacak şekilde yüzde 30’luk kotanın yeniden uygulanmaya konulması olmuştu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, babalarının, dedelerinin bağımsızlık sürecinde oynadıkları rolden ötürü birilerine ülkenin kamu istihdamı peşkeş çekilmesi yasaya bağlanıyordu...

Kota uygulamasını, günün getirdiği şartlar içerisinde yeni ve yenilikçi bir ‘kast sistemi’ olarak kabul etmemek için bir neden bulunmuyor.

Meydan gösterilerinin giderek yükselişi karşısında Temmuz sonlarında Yüksek Mahkeme kota’yı yüzde 5’e indirmiş olsa da, artık iş işten geçmişti.

Kanımca, ‘kota’ kavramı bile meydan göstericilerinin hiddetini daha da artırmaya yetecek bir unsurdu. Ancak, bu sosyolojik gerçeği bile göremeyen bir Bangdaleş eliti bulunuyor ortada...

Müslüman ülke

Bangladeş, yeri geldiğinde İslam toplumları içerisinde, yaklaşık 170 milyonluk nüfusyla dikkat çekilmeye çalışılan bir ülke.

Dikkat çeken bir diğer özelliği ise Hint Alt Kıtası’nda Pakistan, Hindistan’daki Müslümanlar veya ağırlıklı Müslüman bölgelerin ardından coğrafi olarak doğal bir eklemlenme haliyle dikkat çekiyor.

Bir başka ifadeyle, Hint Alt Kıtası’nda bir tür ‘Müslüman kuşağı’...

Bununla birlikte, bu kuşağın ne öteki ucundan ne de Bangladeş’ten, adına Müslümanlık denilen olguyu hak ettirecek bir siyasal ve toplumsal yapılaşma zuhur ettiğine tanık olunuyor.

Ancak, bu ülkenin nüfus çoğunluğunun, tıpkı benzeri şekilde nüfus çoğunluklarıyla öne çıkartılmaya çalışılan ülkeler gibi, niceliksel özelliğinin kayda değer bir belirleyiciliğe sahip olduğu düşüncesi de bir başka handikap.

Ülke genelinde özellikle de gençler arasında kamuoyu yoklaması yapılsa, acaba kaçı Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya veya benzeri Anglo-Sakson ülkelere yol tutmayı seçer bir düşünmek lazım.

Aslında, gözlemler ve söylemlere bakıldığında, böylesi bir kamuoyu yoklamasından alınacak sonucu tahmin etmek güç değil...

Bölgesel dengeler!

Bangladeş’i saran ‘Bahar rüzgârları’nın Sonbahar rüzgârları’na dönüşmesinin sadece, ülkenin iç siyasal ve toplumsal sorunlarıyla sınırlı olduğunu söylemek büyük yanılgı olur.

Temelde sorunun, Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması süreciyle ilintili olması; doğudan ve batıdan Pakistan gibi bir ülkeyle sınırları olan Hindistan için bulunmaz bir nimetti.

Bu nedenledir ki, Hindistan’ı bağımsız Bangladeş’in en önemli siyasal hamisi kabul etmek yanlış olmayacaktır.

Bununla birlikte, tıpkı 1947’de Hindistan ve Pakistan ayrışmasında olduğu ve devamında Hindistan’da kalan Müslümanların, seküler ve/ya genel itibarıyla Hindu kökenlik dini-kültürel yapılanmanın içerisinde azınlık konumunda kalan Müslümanlar gibi, Bangladeş’in bağımsızlığı sonrasında da seküler güçler karşısında Bangladeş’li Müslüman kesimlerin azınlıkta kaldığını söylemek gerekir.

Bu tablonun, birkaç tezatı içinde barındırdığına kuşku yok. Bunlardan ilki, ‘halkının kahir ekseriyeti’ denilerek Müslüman ülke kabul edilen Bangladeş’de Müslümanların azınlık konumunda bulunmalarıdır.

İkincisi, kendisi gibi ‘halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan’ Pakistan’la ilişkilerin arzu edilir düzeyde seyretmemesidir.

Üçüncüsü, bağımsız bir ulus-devlet olarak Bangdaleş’in varlığının neredeyse, önemli bir bölümünün, Hindistan’ın desteğine tabi olmasıdır.

Dördüncüsü, Hindistan’la çıkabilecek önemli bir sorunda soluğu Çin Halk Cumhuriyeti’yle ilişkileri geliştirmede bulmaktır.

Bangladeşi bölgesel ve küresel sistem içerisinde kısıtlayan bu önemli unsurların, ülkenin iç siyasetine olumlu bir etkisi olacağını düşünebiliyor musunuz?

Geçici hükümetin başında bulunan Muhammed Yunus Hoca’nın işi kolay olmadığı ortada. Bu süreçte, kapsamlı reformlar ile bu reformları kendi lehine çevirme uğraşında olacak çeşitli hizipler temelde ülkenin açmazlarından birini oluşturuyor.

Bangladeş’teki gelişmeleri takip etmeye devam edeceğim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/banglades-kaos-ve-reform-arasinda-bir-ulke-bangladesh-a-country-between-chaos-and-reform/

24 Kasım 2024 Pazar

Müslüman toplumlar ve eğitim / Muslim societies and education

Mehmet Özay                                                                                                                            25.11.2024

Müslüman toplumlarda eğitim süreçlerinin ele alınması, günümüzde yaşanan diğer toplumsal sorunları anlamaya elverecek boyutları içeriyor.

Eğitim süreçlerinden kastımız, ilk, orta eğitim kadar, belki de, daha çok yüksek öğretimle ilgili olanıdır.

Bu durum, ilk/erken dönem eğitim süreçlerinin yadsınmasından değil, aksine Müslüman toplumlarda yüksek öğretimin diğer eğitim süreçleri üzerindeki belirleyiciliğinden kaynaklanmaktadır.

Bunalım

Müslüman toplumlarda eğitim süreçlerinin hem, geçmişten tevarüs eden ve hem de, bugünün ürünü olan sorunları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bunun, sıradan bir iddia değil, günümüzde bu alanda -neredeyse, tüm eğitim süreçlerinde yer almış ve bu anlamda doğrudan yaşanmışlıklarla tecrübe, aktif katılımlarla ve gözlemlerimiz ile yakın ve uzak geçmişe dönük verileri toplama çabamıza dayandığını söylemeliyim.

Bu noktada, eğitim alanında karşılaşılan devasa sorunların bizi getirdiği nokta, ‘bunalım’ kelimesiyle açıklamak gerekir.

Söz konusu bu ‘bunalımın’ kısa dönemli olmasından bahsedilemiyor maalesef...

Aksine, karşımızda -yukarıda değinildiği üzere- on yılların ve belki de, birkaç yüzyılın birikmiş  ağırlığı bulunuyor.

Doğu’dan Batı’ya coğrafi yelpazede, son bir yüzyıllık süreçte ortaya çıkan ve halkının kahir ekseriyetini Müslüman toplumların oluşturduğuna tanık olunan ulus-devletlerde, eğitim işlerinin bir yüzyıllık süreçte ne minvalde yol aldığı konusu hiç kuşku yok ki, bu ilgili ulus-devletlerin bünyelerinde var olan, diğer toplumsal alanların da ne denli sağlıklı geliştiği ve işlediğiyle doğrudan alâkalıdır.

Köklü sorunsal geçmiş mirası

Temelde, eğitim işlerinin gerek, sorun ve yapısal durum gerekse, reform adı ile anılacak farklı süreçlerinin ulus-devletleşmeyle birlikte başlamadığı da ortadadır.

Öncesi bir yana, daha 19. yüzyılın başlarından itiraben, giderek yükselen sömürgecilikle birlikte, sömürgeleşmeye konu olan Müslüman toplumlar ile sömürgecilk sürecini doğrudan sömürge yönetimi altına girmemiş ancak, sömürgeci güçlerin şu veya bu şekilde, tesirini doğrudan hissetmiş Müslüman toplumlarda, reform çabalarının Batı Avrupalılarca veya düşüncelerini Batı Avrupa sistemine entegre etmiş olan Müslüman alim, düşünür, siyasetçi gibi temsil gücü olduğu varsayılan kişiler ve gruplarca güdülen bir plân ve programla yürütüldüğü herkesin malumudur.

Ele geçirilen önemli bir fırsat -belki de tarihi demek lazım- kabul edilen ulus-devletleşme süreçlerinin, Müslüman toplumların eğitim süreçlerinin hem, ilk ve orta ve hem de özellikle, yüksek öğretimde ortaya koydukları açılımların, başarı veya başarısızlık gibi kategorilerden önce ilkeli ve kendinde olup olmama gibi, temel bir sorunu içinde barındırdığını açık yüreklilikle dile getirmek gerekiyor.

Ulus-devlet çözümü hayali

Ulus-devletleşmenin bu sürece etkisinin ‘olumlu bir şekilde’ belirleyici olacağı ve Müslüman toplumların, var olduğu belirtilen ve de inanılan kendi düşünce sistemlerine uygun eğitim modelleri geliştirecekleri yönündeki görüşlerin, son bir yüzyıllık tecrübenin ortaya koyduğu üzere, bu yaklaşımlarında -niyet olarak haklılık payı gözetilebilmekle birlikte, genel itibarıyla teori ve pratikte pek de öyle olmayan sonuçlar doğurduğu görülüyor.

İçinde müfredat, ders materyalleri, sınıf ve eğitim kurumu oluşumu ve inşasından başlayan teknik ve idari alt yapı, öte yandan öğrenci, veli, eğitmen, yönetici vb. gibi insan kaynaklarınının oluşturduğu ve her bir ulus-devlette adına, ‘Milli’ denilen eğitim bakanlıklarının işlerliğine değin, aşağıdan yukarıya tüm yapılaşmaların neredeyse, Batı eksenli eğitim paradigmaları, teorileri ve kavramlarıyla inşa ediliyor

Bu sürecin, yüksek öğretim sürecinin de bundan geri kalır bir yanı olmadığı da aşikârdır.

Hatta, yüksek öğretim insan kaynakları, teknik alt yapı süreçlerinin üretilmesindeki, eğitim felsefesi ve politikalarının oluşturulmasındaki rolünden ötürü, çok daha önemli bir yerde konumlanmaktadır.

Yanlış yapılaşma

Temelde karşımıza çıkan bu yapıyı, ‘Sistemik Yanlış Yapılaşma’ olarak kavramsallaştırmak mümkündür.

Bu süreçte, eğitimin Müslümanların kahir eskeriyette olduğu kimi ulus-devletler için okur-yazarlığı geliştirme ile etiketlendirilirken, diğer bazı ulus-devletler için Batı Avrupa veya genel itibarıyla Batılı yani, teknolojik olarak gelişmiş, bir başka ifadeyle endüstrileşmiş -bu bağlamda, 1., 2., 3, 4, ilâ ahir endüstrileşme- süreçleri tecrübe eden ülkeler düzeyine çıkabilme ile ilişkilendirilmiştir.

Burada, iki temel olgu olduğu görülür. İlkinde, görece daha naif bir hedef gündeme alınmış ve ilgili ulus-devletlerin kendi geleneksel ve de bir şekilde, İslami yapılaşmalarından hareket edilerek okur-yazar bir toplum oluşturulabileceği güdülmüştür.

Bu tespiti, küçümseyici bir ifade olarak dile getirmiyorum. Tam aksine, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlarda okur-yazarlığa tekabül eden okuma-yazma ve hesap edebilme yeterliliklerinin dahi karşılanamamış olmasından kaynaklanıyor.

İkincisi ise, gelişmişlik, teknoloji, endüstrileşme, bilim gibi Müslüman toplumların uzunca bir süredir unuttukları -veya ele al/a/madıkları varsayılan alanlar olup, ulus-devletleşmeyle gündemlerine almalarının, kendinde bir çaba olmaktan ziyade, çokça sömürge dönemi etkileşimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı görülür.

Özellikle bunlardan ikincisinin hem, zihniyet hem de, pratik/uygulama olarak böyle olduğuna kuşku yok.

Bununla söylenmek istenen, eğitimi ‘teknolojik gelişmişlik’ ile örtüştürmek suretiyle, kendinde var olmayan, -hem maddi hem maddi olmayan, nereydeyse tüm kaynakların Batı’dan ithâli anlamına gelir.

Bu ithâl işinin görünür yanlarından biri, ilgili ulus-devletlerin Batılı ülkelere öğrenci gönderme projeleri oluştururken, biraz daha üst düzeyde diyelim ki, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler -örneğin, UNICEF, UNDP vb. kurumların, eğitimle ilgili birimlerinin, ilgili ulus-devletlerle yapılan ekonomik işbirlikleri çerçevesinde eğitimlerini, nasıl plânlayıp yürüteceklerine dair hiyerarşik, dikteci, didaktik politikaların ürünü olduğudur.

Bu sürecin geri dönüşümü ise, yukarıda değinildiği üzere, halkının kahir ekresiyetinin Müslüman olduğu ulus-devletlerde ilk-orta düzey eğitim süreçlerini, baştan aşağıya Batılı normlar, teoriler ve pratiklerle yapılandırma şeklinde olur.

Yukarıda dikkat çekilen iki temel eğitim hedefinin yani ilki, okur-yazarlık ikincisi, teknolojik ve endüstriyel gelişmişliğe ulaştıracak yapılanmanın, ilgili ulus-devletleri nereye taşıyacağı meselesinin hakkıyla ele alınıp alınmadığıyla birlikte de düşünülmesi gerekiyor.

Bu durum, nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumların ‘geri kalmışlık’ nosyonu karşısında kendilerini gelecek diyelim ki, elli, yüz yıllık sürede nerede konumlandırmak istedikleriyle ilgili olduğu gibi, uzun tarihi geçmişin bir yerlerinde eğitim olgusundan, ne anladıkları ve eğitimi, hangi toplumsal koşullar ve hangi maddi olmayan unsurlarla ilişkilendirdikleriyle de bağlantılıdır.

Kanımca, gelecek elli veya yüz yıllık sürece bakarken belki de, çokça yakın ve uzak geçmişe eğilmek gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-ve-egitim-muslim-societies-and-education/

23 Kasım 2024 Cumartesi

Müslüman toplumlar: Sorunlarına kaldıkları yerden başlayabilir mi? / Muslim societies: Can they start their problems where they left off

Mehmet Özay                                                                                                                            23.11.2024

Müslüman toplumların içinde bulundukları, kültürel, toplumsal ve siyasal sorunların üstesinden nasıl gelineceği sorusu, hâlâ sorulmaya devam ediyor.

Buna paralel olarak bu ve benzeri sorulara eşlik edecek şekilde, Müslüman toplumların neyi, nerede, nasıl yitirdiği, kaybettiği de aynı şekilde, araştırılmayı ve anlaşılmayı bekliyor.

Bu nedenle, Doğu’dan Batı’ya Müslüman toplumlar kendi sorularına tarihin çeşitli evrelerine tekabül eden, kaldıkları yerden başlamalarını bir öneri olarak gündeme getirmek gerekir. 

Sanıldığının aksine, bugüne kadar bu yönde bazı çalışmaların -büyük ölçüde- analitik olmaktan ziyade, savunmacı (apologetic) yaklaşımların ürünü olduğunu yüksek sesle yeniden dile getirmekte yarar var.

Bu sorgulama küçümsenmemeli... Aksine, bugün niçin Müslüman toplumların hâlâ onulmaz sanılan/görülen sorunlarla yüzleşmekte olduklarını anlamaya yönelik bir ilk olarak değerlendirilmelidir.

Ümmetik düşünüş

Var olan sorunlar ‘ümmetik’ ve/ya Müslüman toplumların tümünü içine alan küresel boyutta/temelli olarak düşünüldüğünde ve bu sorunları, ümmetik olarak anlamlandırabilecek bir boyuta sahip olduğumuzu ileri sürdüğümüzde, karşımızda hiç kuşku yok ki, devasa bir araştırma evrenin çıktığı görülecektir.

Bu durum dahi, aslında yılgınlığa, umutsuzluğa, kafa karışıklığına yol açması dolayısıyla önem taşımaktadır.

Zaten, bugüne kadar da, Müslüman toplumların sorunlarına cevap verememiş olmaları bunun göstergelerinden biridir.

Bu nedenle, bir öneri olarak, her bir Müslüman toplumun kendi içine doğduğu coğrafi, kültürel, siyasal, ekonomik vb. şartlarla belirlenmiş süreçlerini anlama çabasını bizatihi, her bir Müslüman toplumun kendisinin gerçekleştirmesi gerekiyor.

Burada sunulmak istenen yaklaşım, ‘ümmetik’ duruşu yadsımak değil aslında, tekilden bütüne varmak suretiyle, her bir Müslüman toplumun önce kendisinin nerede durduğu, ne tür problemlere sahip olduğu, tarihsel olarak hangi sorunları miras aldığı vb. hususları ele alması ve çözüme giden bir güzergâhta yol alması gerektiği yönündedir.

Kolay olmayan çözüm

Çözümün, hemen öyle kolay bir şekilde ortaya çıkacağını düşünmek ise, bir başka hayale tekabül ediyor...

Bu çerçevede, hiç kuşku yok ki, öncelikle gündeme getirilmesi gereken husus, “Var olan sorunları, nasıl ve ne şekilde araştırmalıyız” olmalıdır.

 

Bu noktada, farklı coğrafyalardaki her bir Müslüman toplumun kendi özellikleri ve dinamikleriyle, kendi tarihlerini ele alma becerisi ve marifeti göstermelerini bir öneri olarak ortaya koymakta yarar var.

Böylesi bir yöntemin, bugüne kadar, şu veya bu şekilde izlendiğini ve hatta, bugün dahi izlenmekte olduğunu söylemek istemiyorum.

Bununla birlikte, bu hususla bağlantılı olarak acaba, böylesi bir yöntem izleniyorsa, “Sorun ne o zaman?” diye yüksek sesle yeniden sormak gerekiyor.

Entellektüel tıkanıklık

Bunların başında, günübirlik siyasete eklemlenme temayüllerinin gayet dinamik bir durum arz etmesinin yadsınamaz bir payı bulunuyor.

Müslüman toplumların, doğudan batıya içinde yer aldıkları ulus-devletlerde sağlıklı bir yer edinememiş olmaları, bu toplumlarda sözde öncü, lider, ya da söz sahibi olma eğilimindeki yapıların, sorunları tespit, bu sorunlar üzerinde düşünme, sorunlara ilgili ve de alternatif cevaplar üretme vb. süreçleri gündeme getirmek yerine, var olan sorunları çözeceklerine inananarak veya inandırılarak siyasete dahil olmaları geliyor.

Buradaki temel yanılgı, var olan sorunların gündelik siyaset veya onun aparatı olan devlet kurumsallaşmaları ile verilecek kararlarla aşılabileceği yönündedir.

Oysa, yine Müslümanların çoğunlukta olduğu ulus-devletlerde, siyaset kurumu ile devlet kurumlarının, ilgili toplumları bütünlükçü bir şekilde kapsayıcı politikalar, projeler, plânlar, ürünler ve çıktılar ortaya koy/a/mamaktadırlar.

Bunun yerine, siyaset kurumunu ve devlet kurumları, bu kurumları geçici bir süre ‘işgal eden’ belirli grupların -diyelim mi, Müslüman dünyasını saran ve çeşitli boyutlarıyla, özellikle de entellektüel düşünme süreçlerini sınırlandırıcı olduğuna kuşku olmayan, cemaatci yapılaşmaların- yönelimiyle bu gruplara destek veren, sınırlı toplumsal yapıları hedef alan ve salt onlar lehine çalıştırılan aparatlar halinde işlev görmektedirler.

Ulus-devlet yapılaşmalarındaki yanlışlık ve kargaşa, ulus-devletin kurumsal unsurları olan, siyaset ve bürokratik mekazinmayı genel hedeflerinin -her neyse onlar- dışına çıkarmakta ve nicelik ve nitelik olarak indirgemeci bir konuma sürüklemekte oluşudur. 

Aslında, tam da bu duruma, yukarıda gizli/açık dikkat çekilen kısır döngünün oluşmasında unsurdur. 

Hazmedilemeyen gelişmeler

Modern ulus-devletlerde, özellikle de, böylesi bir siyasal yapıyı hazmemedemiş Müslüman toplumlar var karşımızda.

Bu noktada, Müslüman toplumları, ulus-devlet kurumsallaşmalarıyla ilişkilerinin sorunlu olduğunu abartmadan söylemek gerekiyor.

Ve, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde gündeme gelen, her bir ulus-devlet bağımsızlığından bu yana, bunun hazmedilememiş bir toplumsal gerçeklik olarak karşımızda durduğu ayan beyan ortadadır.

Bu durumda, Müslüman toplumların içinde debelenip durduğu yukarıda dikkat çekilen köklü sorunların, bu sorunların nerede, nasıl, hangi şartlarda neşet ettiği ve çözümlerinin nasıl olabileceği konusunda, en azından potansiyel olarak çaba sergileyebileceği düşünülen yapıların içinde yer aldıkları süreçlere bakıldığında, ümitsizlik bir kat daha artmaktadır.

Bununla ilintili olarak, söz konusu bu yapıların -ki, adına akademi, düşünce kuruluşu, sivil toplum vb. diyelim, sorunları tanımlama, çözümleme, analiz etme ve sonuca varma gibi süreçleri içeren metodolojik bir yaklaşımı sergileyebilecekleri varsayıldığında bile, karşımıza -bir başka sorun olarak- içinde insan kaynakları, kurumsal kaynaklar, mali kaynaklar vb. gibi süreçlerin yetersizliği, sürdürülemez oluşları önemli engellerden olarak zuhur etmektedir.

Oysa, bu durum, tam da can alıcı bir alanı oluşturmaktadır...

Sınavı aşmak

Küresel ölçekte bakıldığında, Müslüman toplumların ve bu toplumları temsil etme makamında olan yapıların, yukarıda dikkat çekilen metodolojik süreçleri gerçekleştirememeleri halinde, içinde bulunulan zorlu sınavlardan çıkabilmenin imkânı gözükmüyor.

Burada bir öneri olarak, yine küresel olarak ele almak şartıyla, Müslüman toplumların her birinin, kendi bölgelerinde, coğrafyalarında veya ulus-devletlerinde son 25 yıllık süre zarfında olan biten gelişmeleri ele almalarının bile, çok önemli olduğunu ve bunun, yakın geçmiş ve bugün arasındaki devinimi, farklılaşmayı ve genel itibarıyla da başarısızlıkları anlayabilmeye imkân tanıyacak veriler sunacağını ifade etmeliyiz.

Bu yaklaşımı yani, son 25 yıllık dönemi hakkıyla inceleyebilme imkânını üretmek bile bize, daha geniş ve makro tarihsel plânlarda benzeri bir yaklaşımı uygulayabilme olanağı tanıyacağını varsayabiliriz.

Burada kritik eşik, son yirmi beş yıllık gelişmeleri ya da daha doğrusu yirmi beş yıl önce bulunulan nokta ile bugün gelinen noktada var olan anlam kaymaları, anlamsızlıkları, negatif farklılaşmaları, gelişme olarak görülen ancak, gerilemenin ifadesi olan hususları vb. kayda değer bir şekilde ortaya koyabilmekten geçiyor.

Bunun için, ilgili süreçleri tanımlamada ve anlamada yardımcı olabilecek kavramları üretmek ve bu kavramlarla birer anlam haritası oluşturabilmek mümkün.

Bir modellik teşkil edecek böylesi bir çabanın ardından, uzun tarihi gerçeklikleri yeniden ve de tek tek ele almak suretiyle köklü sorunları anlama, analiz etme, çözüm bulma süreçlerine geçilmiş olacağını düşünebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-sorunlarina-kaldiklari-yerden-baslayabilir-mi-muslim-societies-can-they-start-their-problems-where-they-left-off/