Mehmet Özay 22.07.2023
Bu yönelim, açıkçası bizi Osmanlı
toplumunda sivilliğin, sivil yapıların ve hareketlerin var olup olmadığı ve
şayet varsa, bu yapıların toplumsal yapı içerisinde nerede durduklarını ve değişim
süreçlerinde ne denli rol oynadıklarını derinlemesine anlamaya sevk eden
sorular sormamıza yol açar.
Bu durum, aynı zamanda Yeni Cumhuriyet’le birlikte (1923), niçin ve neden sivilleşmenin baskın bir yapılaşmaya konu olup olmadığını da anlamamıza el verecek siyasal ve toplumsal kaynaklara ulaşmamıza olanak tanır.
Osmanlı
modernleşmesi ve dönemlendirme
Öncelikle şunu vurgulayayım ki,
Osmanlı modernleşmesinin, belirli tarihler arasına sıkıştırılacak şekilde dönemleştirilmesi
bile, kendi başına bir sorun veya araştırma konusu olmaya devam ediyor.
Walter F. Weiker’in söz konusu bu modernleşmeyi 1826 ile 1877 yılları arasında sınırlandırması buna bir örnektir.
Öyle ki, Weiker, 1826’yı başlangıç kabul etmesini, Osmanlı’da “gerilemenin hızla artışı” ile açıklar. Söz konusu bu gerilemede hızlı artışa yol açan sürecin en başına da, 17. yüzyıl sonundaki Viyana’daki “duraklamayı” getirir.[1]
Oysa, devletlerin değişim ve reform çabalarına yön verenin çöküşün hızla artış dönemi değil, aksine, siyasal ve toplumsal değişim ihtiyacının ve/ya yozlaşmanın nüvelerinin, daha yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde aramak gerekir.
Diğer bazı araştırmacıların farklı dönemlendirmeler üzerinde durmalarına şaşmamak gerektiği gibi, onların bu dönemlendirme yaklaşımlarını anlamaya çalışmakta yarar var.
Bir alternatif olarak, Osmanlı modernleşmesini -aşağıda değinileceği üzere- savaş meydanlarında kayıplar verilmeye başlandığı süreç ile irtibatlandırmak yerine, -konvansiyonel anlayışın biraz daha dışına çıkarak- Kanuni’nin (Süleyman the Magnificent) Zigetvar Meydanı’nda hayatını kaybetmesiyle başlatabiliriz.
Nihayetinde zafere rağmen, Osmanlı’nın ve İslam dünyasının sembolik gücünün fiziki olarak ortadan kalktığı bir dönemle karşı karşıyayız Zigetvar’da…
Sivillik: Hangi bağlamda?
Osmanlı siyasal değişim süreçlerinde
etkisi olup olmaması bağlamında dikkat çekmeye çalıştığım sivillik kavramı ile
gündeme getirilen olgunun örneğin, ahilik gibi meslek teşkilâtları ya da
tarikatlar gibi yapılaşmalar ile anlamadığımız ortadadır.
Bu noktada, ahi teşkilatları, Batı’daki kendinde, otonom ve hatta bağımsız orta sınıfı teşkil eden yapılara dönüşmemiştir.
İkincisi, tarikatlar toplumsal sistemi değiştirici değil, belki ihyacı (revivalism) anlamında katkısı olan -ki bu başka bir süreçtir- devamlılık süreçlerinde rol almışlardır, demek daha doğru olacaktır.
Bu yapılar, tıpkı irili ufaklı diğerleri gibi, toplumsal yapı içinde dinamik unsurlar olarak yer alsa da, siyasal sistem içerisinde birer güç temerküz eden ve siyasal ve toplumsal sistem içerisinde, temsiliyet olgusunun ortaya çıkmasına yol açan araçlar haline gelmemişlerdir.
En azından, Osmanlı Devleti’nde reformcu çevrelerin, ulaşmayı arzuladığı askeri, bürokratik ve teknolojik yapıların, bizzat Batı’da ortaya çıkmasına yol açan toplumsal değişimlerin benzerlerinin Osmanlı toplumunda gündeme gelmesinde, bu türden irili ufaklı unsurların katkısını görmek gayet kuşkuludur.
Nihayetinde, Osmanlı modernleşmesinin motorunu oluşturan -bir ucunda Osmanlı bürokrasisini Batılı toplumsal değişmelere adapte etmenin adı olan Tanzimat’ın kurucu figürü Mustafa Reşid Paşa,[2] öteki ucunda Mithat Paşa örneklerinin bulunduğu - bürokratik elitin çabalarına genel itibarıyla gizli/açık müdahil eden unsurlar arasında yukarıda zikredilen yapıların, şu veya bu şekilde yer aldığı bile söylenebilir.
Bu anlamda, ahiliği bir ahlâki-zanâat merkezli yapı olarak görebilir ve bu anlamda, toplumsal değerlerin teşkilinde ve devamlılığında gayet önemli rol oynadığını ileri sürebelirken, aynı şeyi devletin siyasal sisteminin -ve de toplumunun- yozlaşmaya doğru gittiği süreçte, herhangi bir siyasal yönlendiricilik, alternatif çözümler üretme ve yönetme alanında söyleyebilmek mümkün gözükmemektedir.
Nihayetinde, Osmanlı Devlet sisteminde meşru siyasal ‘temsiliyet’ olgusunun varlığı veya yokluğu ile hangi ölçüde var olabileceği konusundaki tartışma bizi yine, Osmanlı modernleşmesinde -iç ve dış- hangi aktörlerin ve faktörlerin rol oynadığı sorusuna cevap bulmaya itmektedir.
Değişim ve zihniyet
Osmanlı Devleti ve toplumundaki
gelişmelerle ilgili tartışmaların sadece, bir fanus içinde kendinde bir
tartışma olmadığı aksine, kayda değer bir önem arz edecek şekilde, diğer
Müslüman toplumların modernleşmesi veya toplumsal değişimlerinin boyutlarını
anlama konusunda da bir fikir verebileceğini düşünebiliriz.
Burada zikredilen Müslüman toplumlar ile bir yandan, geniş Osmanlı toplumu içerisinde yer alan ve Türklük kimliği dışındaki yapıları öte yandan, Osmanlı Devleti siyasal sınırları dışında yer alan, Batı’da Fas’tan Doğu’da Malay Takımadaları’na değin, diğer tüm coğrafyalardaki Müslüman toplumları kastediyoruz.
Bu çerçevede, soru’nun gelip İslam’da temsiliyet ve/ya İslam’da yönetim gibi gayet önemli teolojik ve tarihsel bir nedene gelip dayandığını görmek zor olmasa gerek. Ancak bu hususu, burada ele alacak değilim…
Modernleşmeyi, zihniyet yapısındaki değişme olarak aldığımızda, Osmanlı Devleti’nde değişmeyi öngören şartların bir zihniyet sorunsalından yola çıkmamış olması, bizatihi kendi başına değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Öyle ki, Osmanlı siyasi eliti kadar, devlete dünya görüşü (wethanschauung) niteliğini kazandıran ulema sınıfının (religious scholars) gelişmeler karşısındaki tutumu ve yönelimi, sorunun zihniyetle ilintili bir yanının olmadığını veya olamayacağını aksine, ortaya çıkan değişim ihtiyacının pragmatik nedenler üzerine inşa edilmesi gerektiğine gönderme yapar.
Bunun en basit ve görünür örneği ise, çokça dile getirildiği üzere savaş meydanlarında karşı karşıya kalınan yenilgilerdir.
'Savaş meydanları’ olgusu
Oysa, Osmanlı Devleti’nde değişimi
zorlayanın temelde, hiç de, savaş meydanları yenilgileriyle sınırlı olmayan bir
boyutunun olduğu ve tartışmaların bu eksende yürütülmesi gerektiği konusundaki
yaklaşımımızı burada bir kez daha tekrarlamakta yarar var.
‘Savaş meydanları yenilgileri’ olgusu ve söylemi bir neden değil, aslında tastamam bir sonuçtur…
Bununla birlikte, Osmanlı siyasi ve bürokratik elitinin savaş meydanları vurgusunu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren devletin temel dinamiğini ordu eksenli bir yapılaşmanın oluşturduğu gerçeği çıkar.
Öte yandan, böylesi bir tutumun kendinde ve gayet önemli bir duruşun ifadesi olduğunu ve bunun ardında, geçmişte yaşanmış ‘başarılar’ın etkisiyle hasıl olan psikolojik etki kadar, belki de, şu veya bu ölçüde manevi ve/ya ‘imani’ bir yaklaşımın etkili olduğunu söylemek mümkün.
Nihayetinde kendisine yaklaşılması, anlaşılması ve hatta ‘öykünülmesi’ gerekinin, dün savaş meydanlarında yerle yeksân edilen ‘kafir Batı’ olması, gayet önemli teolojik ve tarihsel bir çelişkileri akla getirmektedir.
Şayet, yukarıda dikkat çekilen
ikinci husus yani, manevi-imani yaklaşım etkisi/tesiri üzerinde durmak
gerekirse, karşımıza bir öz eleştiri sürecini çıkartmak gerekecek ki, bunu bu
yazı çerçevesinde ele almak mümkün gözükmüyor.
Giriş cümlesindeki perspektife dönersek ifade edelim ki, Osmanlı Devleti’nde niçin bürokrasinin öne çıkıp da, sivil yapıların arka plânda kaldığı veya belki de, ancak ve ancak iş işten geçmeye başladığı bir dönemde sivil denilebilecek yapıların kendilerini ortaya koyabilme iradesini göstermeye başladığı üzerinde dikkatlice durmak ve sorgulamak gerekiyor.
[1]
Walter F. Weiker. (1968). “The Ottoman Bureucracy:
Modernization and Reform”, Administrative Science Quarterly, Vol. 13,
No. 3, (December), s. 451. (451-470).
[2] Paul J Magnarella; Orhan Türkdoğan. (1976). “The
Development of Turkish Social Anthropology”, Current Anthropology,
Volume 17, Number 2, s. 242. (241-275).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder