Mehmet Özay 02.08.2023
Tarihe Kerbela Vak’ası olarak geçen gelişmenin genel
itibarıyla İslam dininde siyaset, yönetim, temsil vb. konuları ile
Müslümanların dinin yanı sıra, çeşitli din-dışı alanlardan beslenen
yapılaşmalarının arasındaki ilişkilerle açıklamak bize bu tarihi vakıa kadar,
günümüzdeki gelişmeleri de anlamaya el verecek ipuçları sunuyor.
İki önemli süreç
Bu noktada karşımızda, ilk olarak tarihi bir vak’anın
varlığı bulunuyor. O da, günümüzde Irak sınırlarında yer alan Kerbala
bölgesinde gerçekleşen hadisede, Hz. Ali’nin iki oğlundan birinin yani, Hz.
Hüseyin’in ve yanındaki yaklaşık 80 kişinin şehit edilmesidir.
Burada, dikkat çekilmesi gereken ikinci durum ise, yine bir tarihsel gelişme olan Safavi Devleti’dir..
Bu çerçevede, Kerbela vakası kadar, bu vakanın dışında ve ötesinde, bu gelişmeden yaklaşık, dokuz/on asır geçtikten sonra bir devletin yani, Safavi Devleti’nin Şii’lik adı verilen resmi-dini hüviyetine bürünmesi arasındaki ilişkisi İslam tarihinde yönetim, sivil toplum, din vb. kavramlar üzerinden tartışmaların dikkatlice ele alınmasını gerektiriyor.
Şiiliğin gizli/açık İslam tarihinde Safavi Devleti öncesinde de var olmasına rağmen, tam da 16. Yüzyılda bir devlet dini haline gelmesinde Seyid Hüseyin Nasr’ın vurguladığı üzere,[1] Moğol hezimeti sürecinin ve yaygın İslam anlayışının merkezlerini oluşturan bölgelerin ve bu bölgelerdeki kurumsal yapıların ortadan kaldırılmasının veya nüfuzlarının yitirmesinin kaçınılmaz bir etkisi bulunmaktadır. Ve buna ilâve olarak bu dönemde yükselişe geçen Sufizmin etkisini de dikkate almak gerekir.
Vak’anın temellerine dair
Kerbela vakasına giden sürecin değerlendirilmesinin
sadece, bu tekil gelişme gelişme ile sınırlı olmadığı ortadadır.
Burada, bir dini-siyasi bir grubun ötekine yönelik ve intikam (revenge) hisleriyle dolu bir girişiminden öte, daha temelde Arap toplumunun İslam öncesi dönemine özgü bazı hususlar hatırlanmalıdır.
Nihayetinde karşımızda bir ‘intikam’ sürecinden bahsediyor isek, bunun bazı antropolojik köklerinin olduğunu varsaymak gelişmeleri anlamlandırma noktasında bize bir kapı aralayacaktır.
İslam öncesi dönemle kastedilen, Kerbala vakası öncesinde benzeri çatışma eğilimlerinin olup olmadığı ve bunların temel nedeninin dini mi yoksa, İslam öncesi Arap toplumunda yaygın olan, sosyal ve siyasal ilişkilerin uzantısı olup olmadığı konusudur.
Bu husus, hiç kuşku yok ki, dinin yani, İslam’ın bizatihi adında yer alan ve ‘barış’a (s-l-m) gönderme yapan anlam dünyası bir başka deyişle, episemolojisi ile şiddet içerikli gelişmeler arasındaki kaçınılmaz çelişkidir.
Her halükârda, bu sorunun günümüz de dahi araştırma konusu olmaya devam eden, ‘İslam’da yönetim biçiminin ne olduğu veya olmadığıyla’ yakından ilişkisini görmek mümkün.
Bu çerçevede, İslam toplumlarında idarenin ve temsilin nasıl olacağı konusundaki tartışmalarda, Hulafa-i Raşidin yani, dört halife döneminde ortaya çıkan gelişmeler bir örneklik teşkil ettiği kadar, yine yukarıda dile getirilen İslam’da yönetimin nasıl olacağına dair doğrudan bir verinin olmaması bize, erken dönem halifelik süreçlerindeki yönetimler ile sonrasında ne türden bağlar olmalıdır yönünde bir soruyu akla getiriyor.
Bununla söylenmek istenen, üzerinde kesin karar verilmemişlik durumuna karşın, sağlam temellere dayandığı iddiasıyla geleneğe yaslanmanın bir çözüm olarak ortaya konulmuş olmasıdır.
Örneğin, hulefa-i raşidin döneminde ‘seçimle’ yapıldığı belirtilen gelişmenin, günümüzde anlaşıldığı anlamın ötesinde bir seçim olduğu ve bu noktada, dönemin önde gelen isimlerinin veya günümüz itibarıyla dikkate alınacak olursa, bir tür dönemin elitleri arasında bir seçimin öncellendiği görülür.
İslam öncesi ve sonrası ayrımı
Temelde, burada dile getirilmek istenen düşünce, İslam
öncesi Arap toplumu karakteristikleri ile İslamın bir toplumsal bünyede
gelişmesi sonrası ortaya çıkan gelişmeler arasındaki bağlantıdır. Bunun,
yukarıda kısaca dikkat çektiğim antropolojik özelliklerini dikkatle ele almak
gerekiyor.
İslam öncesi Arap toplumu karakteristiğinden kasıt,
kabileler arası ilişkilerin çatışma ekseni yürütüldüğü, bunun temel
nedenlerinden birinin ‘kabile asabiyyesi’ olarak kabul edilebilirken, bir diğer
nedenin, bölgenin şu ya da bu şekilde, bir ticaret güzergâhı üzerinde yer
almasının getirdiği ekonomik nedene bağlanabilir.
Konuyu anlama açısından, bir öneri olarak şunu söyleyebiliriz...
Günümüzden geçmişe doğru giden bir metod izleyerek Arap toplumlarının siyaset, yönetim, temsil vb. konularda ne tür bir bağlama tekabül ettiklerini gözlemlemek ve tespit etmek mümkün.
En azından, son yirmi yıl içerisinde tecrübe tanığı olduğumuz gelişmeler Arap toplumlarının nasıl bir yönetimi benimseme yolunda oldukları, bunun epistemolojisini, tarihi ve kültürel arka plânını ne denli ortaya koyabildiklerini anlamakla, tarihin -diyelim ki, Hz. Peygamber sonrası dönemindeki gelişmelere doğru uzanan süreçlerinde nasıl bir yönetime sahip oldukları, ortaya koydukları, destekledikleri vb. süreçleri yapılandırmak mümkün gözükmektedir.
Bugünden geçmişe bakmak
Tarihi biraz daha geriye sararak, 20. yüzyılın hem ilk
yarısı ve hem de, 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bağımsızlıklar süreci
ve ardından ortaya çıkan gelişmeler bize, Arap toplumları arasında işbirliği,
güven, temsiliyet, paylaşım vb. gibi Batı’nın değil, bizatihi İslam’ın
öngördüğü değerler üzerinden bir toplumsal ve siyasal yapılaşmanın gerçekleştirilemediğini
ortaya koyuyor.
Tam da, bu noktada “sorun nedir?” dediğimizde ve bu soruyu İslam öncesi döneme bir yansıtma yapmalıyız...
Bu durumda karşımıza, Kur’an’da zikredildiği üzere Arap toplumun ‘cehaleti’nin sıradan bir okur yazarlık olgusundan öte, bireysel ve -içinde siyaseti de barındırdığı düşünülebilecek- toplumsal ilişkileri yapılandıran kurallar dizgesinin yozlaşmışlığın çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Aksine, çokca zikredildiği üzere kız çocuklarının diri
diri toprağa gömülmesinin ötesinde ve dışında, geniş bir toplumsal yapıyı
etkisi altına alan yozlaşmışlığın hakim olduğu bir toplum söz konusudur. Din’in
dönüştürmek istediği yapının, bu olduğuna kuşku olmasa gerek...
Örneğin, yine İslam öncesi döneme göz atıp, aynı dönemde, kuzeybatı’da Bizans Devleti, kuzeydoğu’da Sasani Devleti ile doğrudan sınırları olan Arap Yarımadası’nın bu iki önemli siyasi yapının geliştirdiği kültürel, sosyal, ekonomik unsurlardan ne türden paylar alıp almadığı da açıkçası önemli konular arasında yer alıyor.
Genel itibarıyla bakıldığında, İslam öncesi dönemde Arap
Yarımadası’ndaki toplumların içine kapalı olduğunu söylenebilirse de, açıkçası
bir ucu Hint Okyanusu’na öteki ucu Akdeniz’e uzanan önemli bir ticaret güzergâhı
üzerinde ve/ya yakınında yer almalarının, Arap toplumlarının dışarlıklı
toplumlarla ne denli içli dışlı olup ve/ya olmadığına dair bazi veriler
sağlayacaktır.
İslam tarihinin erken dönemlerinde meydana gelen ve bireysel ve küçük gruplar arasında olduğu varsayılacak şiddet içerikli vakaların anlaşılmasının ilerleyen dönemlerde, özellikle günümüzde Ortadoğu denilen coğrafyadaki Müslüman toplumların birbirleriyle ilişkilerine etkisi üzerinde çalışılmaya değer bir konudur.
Bunun yanı sıra, tarihte ortaya çıkan ve bir anlamda yanlışlar üzerine inşa edildiği düşünülebilecek bağlamlar üzerinden bütün bir tarihi kurgulamak bize bugün yaşadığımız sorunların kökeninin acaba buralarda mı aranması gerektiğine dair bazı ipuçları sunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder