Mehmet Özay 04.05.2023
İslam dünyasının, maruz kalınan sömürgecilik süreçleri ve iç hesaplaşmalar vb. bağlamları nedeniyle çalkantılarla dolu 19. yüzyılı, çeşitli coğrafyalardan düşünürlerin ve alimlerin çözüm önerilerini gündeme getirmelerine neden oldu.
Tantawi’den
başlayıp, Reşid Rıza’ya kadar devam eden düşünür ve alimler silsilesinin,
dönemi anlama noktasında hedefe halifelik kurumunu ve bununla ilintili olarak
reform koymuş oldukları genel bir veri olarak ortadadır.
Bu
yazıda iki temel hususa değineceğim…
Birincisi,
-ağırlıklı olarak-, yukarıda atıfta bulunulan alimlerin, kendi dönemlerinde
ortaya koyduklar çabaların neye tekabül ettiğidir.
İkincisi,
-kısmen- özellikle 20. yüzyılın son 30-40 yılında benzer ve hatta ağırlaşan
sorunlar karşısında çözüm arayışında oldukları anlaşılan bazı çevrelerin
başvuru kaynaklarını bu düşünür ve alimlerin oluşturmasıdır.
19.
yüzyıl düşünürleri
Yukarıda
dikkat çekilen silsile içinde yer alan düşünür ve alimlerin duruşlarında iki
temel hata kendini ortaya koyuyor.
İlki,
halifelik kurumuna yönelik eleştirileri bağlamında sadece, yaşadıkları dönemi
anlama çabaları sergilerken, yakın ve uzak geçmişle irtibat kurmamış olmalarıdır.
İkincisi,
İslam toplumu ve devleti/yönetimi üzerinde görüş beyan ederken, Batı’daki
gelişmeleri, -salt teknolojik ve bunu besleyen eğitim kurumu eksenli olmak
üzere- yüzeysel bağlamda değerlendirmiş olmalarıdır.
Bu
iki temel eksiklik, söz konusu düşünür ve alimlerin, kendi ‘entellektüel
kalibreleri’ açısından önemli bir zaafiyet olarak zuhur ediyor.
Hedef
‘halifelik’ kurumu
Bu
dönemin dikkat çeken özelliklerinden birini kavramsallaştırmak gerekirse,
herhalde “gerilim” (tension) kavramı doğru bir seçenek olacaktır.
Bu
durum, Batı Avrupa sömürgeciliğinin teritoryal egemenliği ile siyasal egemenliği
karşısında, çözüm arayışlarını gündeme taşıyan halifelik kurumu ve bu kurumda
yer işgal eden 2. Abdülhamit’in yaklaşımları ile alternatif çözüm arayışlarını
gündeme taşıyan düşünürler, alimler arasındaki gerilimdir.
Sorun
sadece, bir tür ‘mahalle içi’ kavgayı yansıtan bu gelişme ile de sınırlı
değildir…
Halifelik
kurumunun zaafiyeti ve bu kurumda, -o dönem itibarıyla- yer işgal eden 2.
Abdülhamit’in politikaları karşısında alternatif arayışlarla ortaya çıkan
isimlerin kayda değer bir bölümünün çözümü, İslam’ın ‘aslına’ dönmekteki (reform)
ısrarlarıyla bu ısrar sürecinde yaslandıkları ‘özgürlükçü zeminin’ özellikle,
Paris ve Londra olması gayet manidardır.
Şayet,
halifelik kurumunun zaafiyetini, Batı Avrupa ulus-devletlerinin ekonomi-politikleriyle
Müslüman dünyası ve özellikle de, Osmanlı Devleti üzerinde kurdukları kontrol
anlamında düşünüyorsak, bu durumu salt 2. Abdülhamit dönemine bağlamak
haksızlık olur.
Bu
noktada, tarihsel süreçler noktasında, epeyce gerilere gitmek gerekiyor…
Ancak,
bu tarihi perspektifi ortaya koymaları beklenen düşünür ve alimlerin -en
azından, şu ana kadar görebildiğim kadarıyla- bunu yapmamış olmaları, kendi
‘entellektüel kalibreleri’ açısından büyük bir zaafiyete işaret ediyor.
Özellikle,
halifelik kurumunu anlamlandırma çabalarını yaşadıkları dönemle sınırlamaları,
söz konusu bu halifelik kurumu ve o dönem kurumda yer işgal eden 2.
Abdülhamit’ı doğuran şartları göz ardı ettikleri anlamı taşıyor.
Kanımca,
buradaki temel sorunlardan bir diğeri, halifelik kurumunun ve bu kurumda yer
işgal eden 2. Abdülhamit’ten çok şey beklenmiş olması, ancak bu beklentiye,
-düşünürler ve alimler noktasında- aradan geçen süre zarfında olumlu karşılık
alınamamış olması teşkil ediyor.
Kopuş
süreci
Halifelik
kurumu ile düşünürler ve alimler arasında kayda değer bir kopukluğun olduğuna
kuşku yok… Bu kopukluğu genişleten/büyüten politikaların, yaklaşımların ise iki
taraftan da sadır olduğunu söylemek mümkün.
Örneğin,
halifelik merkezinin ‘serbest düşüncenin’ gelişimine zemin sağlayamamış olması
başat bir sorun olarak dikkat çekiyor…
Oysa,
beklenti ‘halifelik’ makamını işgal eden 2. Abdülhamit’in maddi ve manevi
boyutlarıyla bir başka deyişle ‘siyasal vizyon’ (political vision) ve
‘hikmet’ (wisdom) ikilisiyle hareket kabiliyetini oldukça genişleterek
tüm kesimleri ve coğrafyaları kapsayıcı olması beklentisidir.
Söz
konusu bu ‘tüm kesimler’den kastın, yukarıda dikkat çekilen düşünürler, alimler
olması bununla birlikte, halifelik kurumunun bu kesimlere ulaşamamış olması -naif
bir ifadeyle- ‘tarihsel bir hata’ olarak karşımızda duruyor.
İslam
düşüncesi ve özgürlükçü zemin arayışı
Aslında,
bu alt-başlık bize tam da, girişte dikkat çekmeye çalıştığım üzere Batı’dan
hangi ölçüde ve nerede ayrışma yaşandığına gönderme yapıyor.
Öyle
ki, Bir dönem Osmanlı’nın güney eyaleti konumundaki Mısır’ın, Fransızlar ve
ardından İngilizler egemenliğine girmesiyle bölgedeki Müslüman düşünürlerin
zamanla kendilerini siyasal özgürlük noktasında ‘ait hissettikleri’ (belonging)
yer/zemin İngiliz varlığı olması “İslam düşüncesinin” gelişme evreleri
açısından derinlemesine incelenmeye muhtaçtır.[1]
Bunun
bir benzerinin yine İngiliz siyasi ve teritoryal egemenliğine maruz kalmış,
Aligarh örneğinde olduğu gibi, Hindistan sınırları içerisinde ortaya çıkmış
olması da, bir önceki kadar önemlidir.
Her
ne kadar, bu döneme dikkat çeken eserlerde vurgu yapılmasa da, toplumsal ve
siyasal gerçekliği içerisinde değişim ve reform düşüncesinin söz alabildiği,
kendini ifade edebildiği coğrafi zeminlerden bir diğerini geniş Malay
dünyasında -İngiliz egemenliğindeki Penang ve Singapur Adaları oluşunu da
dikkate almak gerekir…
20.
yüzyıl sonu ve eksen bulma umudu
19.
yüzyılda tanık olunan ve karşılaşılan sorunları aşmada görüş beyan etmiş,
siyasal açılımlar gerçekleştirmiş veya bu niyete mebni açılımlar sergilemiş,
eser ortaya koymuş düşünürlerin, alimleri bu çabaları, özellikle 20. yüzyıl son
çeyreğinden başlayarak bugüne dek tek tek veya genel itibarıyla çeşitli
akademik çalışmalara konu oldu.
Bu
sürecin, şu veya bu şekilde devam ettiği ortada…
Bu
noktada, yaşadığımız ve tecrübe ettiğimiz yaklaşık yarım asırlık süreçte, 19.
yüzyıl düşünür ve alimleri özelinde eser ortaya koyanların temel
yaklaşımlarının, -değişen tüm koşullara rağmen-, 20 yüzyılın gerçekliğine dair
bir dayanak noktası bulmak/oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz.
Ortaya
konulan bu çabanın, “Yakın geçmişte ne olmuştu?” sorusuna cevap bulma adına
anlamlıdır … Ancak, “20. yüzyılın ve bugünün sorunlarına bir cevap teşkil eder
mi?’ sorusuna vereceğimiz cevabı iyice düşünmek gerekiyor.
Öte
yandan, 20. yüzyıl çelişkilerini aşma adına, bir anlamda gizli/açık başvuru
kaynağı olarak gösterilen Afgani’den Hayreddin’e; Abduh’dan Kawakibi’ye; Tahtawi’den
Gaspıralı’ya vs. yakın geçmişteki düşünürlerin, alimlerin yaklaşımlarının
gerçekte ne denli sağlıklı olup olmadığı da ayrı bir konudur.
19. yüzyıl
şartlarında, karşı karşıya kalınan sömürge durumu kadar, iç çatışmaların ürünü
olarak İslam toplumlarında siyasal ve toplumsal dönüşümünde rol alan veya almak
arzusundaki düşünürlerin ve alimlerin varlığı önemlidir.
Bununla birlikte, özellikle bu yapıların halifelik kurumu üzerinde belirleyici olma taleplerinde nerede durdukları ve zeminlerini neyin oluşturduğu da dikkat çekicidir.
Bunun karşısında, toplumsal değişimi ve bunun siyasal yapıya yansımasını anlama ve yönetme konusunda halifelik kurumunun ve bu kurumda o dönem itibarıyla yer işgal eden 2. Abdülhamit’in ne türden politikalar geliştirip geliştirmediği de, bir diğer önemli alanı teşkil etmektedir.
Bu noktada, ekonomik ve siyasal bağlamları ile sömürgeciliğin varlığı karşısında savunmacı mekanizma geliştiren merkez yani, halifelik kurumu ile bu merkeze açılım getirme arzusundaki yapılar arasında ciddi bir kopukluk yaşandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
[1]
Martin Kramer. (1986). Islam Assembled: The Advent of
the Muslim Congresses, New York: Columbia University Press, s. 39.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder