Mehmet Özay 23.05.2023
Din-bilim ilişkilerinde ayrışma olgusu, adına modernleşme denilen dönemle ilintili olduğu yaygın bir görüştür. İçinde yer aldığımız, bu zaman ve mekân (time and space) bağlamı bize, İslam ve bilim (science) ilişkisinin ne olduğunu veya olması gerektiği yönündeki soruları hatırlatmaktadır.
Bu
noktada, hem İslami alanda yer alan, hem de modernleşme -daha doğrusu, bu
sürecin felsefi bağlamını oluşturan ‘modernite’ ile karşılaşan ve bu iki alana
dair gelişmelere, etkilere maruz kalan bizlerin, din ve bilim ilişkilerine
bakışını da, bu iki alanın sınırlarında görmeye çalışmamızı bir anlamda, doğal
kabul etmek gerekir.
Bununla
birlikte, ortada kayda değer bir başka sorunun olduğuna işaret etmekte fayda
var…
Modernleşmenin
kabataslak tarihsel bağlamda başlangıcı dikkate alındığında, yaşanılan yaklaşık
son beş yüzyıllık dönemde ortaya çıkan din-bilim bağlamındaki gelişmelerin anlamlılığı
kadar, İslam’ın bir din olarak vahyedildiği Milâdi yedinci yüzyıl öncesindeki
toplumlarda din ve bilim ilişkisinin neye tekabül ettiği de, gayet üzerinde
durulması gereken bir konudur.
Bunu
söylerken, İslam ile İslam öncesi dönemde dinler -Vahyi dinler- arasında bir
ayrışma yapmadığımız ortadadır… Nihayetinde İslam sadece, Milâdi yedinci
asırdan bu yana yaşanılan bir dinin adı değil aksine, Hz. Adem’den başlayarak
tüm peygamberlerin aynı dini yönelim içerisinde oldukları bütünün adıdır.
Dolayısıyla,
din ile bilim arasındaki ilişki ve bu ilişkinin sorunlu yanı, ne sadece Miladi
yedinci yüzyıl ile modernleşmenin ortaya çıktığı 15. yüzyıl, ne de Müslüman toplumların
tedrici olarak artan bir şekilde son beş yüzyıllık süreçte modernleşmeyle karşı
karşıya kalmalarıyla sınırlıdır.
Bu
noktada, özellikle son beş yüzyıllık dönemde din-bilim (veya İslam-bilim)
tartışmaları bu iki olgu arasındaki ilişkiyi anlamayı kısırlaştırmaktadır.
Bununla
söylemek istediğim, modernleşmenin felsefi boyutuna dikkat çeken kavram yani, modernite
ile insanın ‘vahiy’le (revelation), Yaratan’la (The Creator)
ilişkisinin gizli/açık, belli/belirsiz, kasıtlı/kasıtsız kopartılması olgusudur.
Bu ‘kopma’ durumu sadece, yaşanılan son beş yüz yıllık dönemle sınırlı değildir.
Burada
temel kriter insan teki ve Yaratan ilişkisidir. Tarihin farklı evrelerinde bu
ilişkinin kopmasının günümüzdeki karşığılını modernite ile karşılaşmada görmek
mümkündür.
Buna
ilâve olarak, yaşanan bu ‘kopuş’, insanı ve toplumu ‘Yaratıcı’ varlık olgusu
karşısında yalnızlaştırırken (alienation), adına teknoloji denilen
alet-edavat yapma süreçlerinin belirleyiciliğinin, temelde bir tür ilüzyona (illusion)
tekabül ettiğini söylemeliyiz.
Vahiy:
din-bilim ilişkisi
Milâdi
yedinci yüzyıl özelinden hareketle, İslam öncesi dönem dikkate alındığında,
çeşitli toplumlara inen vahiylerin ve/ya vahye konu olan kitaplı-kitapsız
toplumların, din-bilim ilişkilerinin nasıl olduğu üzerinde durulmaya değerdir.
Öte
yandan, vahye konu olan toplumların, Mezopotamya veya modern coğrafi bir
tanımlama olan Ortadoğu toplumlarına yönelik olarak ortaya çıkması, yerkürenin
farklı bölgelerinde yaşam süren, diğer toplumların bu tür bir gelişime konu
olmadığı anlamını taşımıyor.
Öyle
ki, ‘fıtrat’, ‘sünnetullah’ gibi tüm insan toplumlarının ortak yönlerine vurgu
yapan güçlü kavramların varlığı hatırlandığında, Mezopotamya dışı toplumlarda
bilim-din, toplum-siyaset, kültür-değişim gibi olguların (phenomena) var
olduğu ‘normal’ kabul edilmelidir.
İslam
öncesi ve Mezopotamya coğrafyası dışındaki toplumlarda örneğin, yakın çevreden
başlayarak dışa doğru açılım sergilenerek ifade edildiğinde Akdeniz, Hint, Çin,
Latin Amerika, Takımadalar gibi coğrafyalarda yaşam süren toplumların ve bu
toplumlarca ortaya konulan siyasi yapıların, oluşturulan kültürel süreçlerin ve
bu yapıların maddi (ve de manevi alanlarını anlamlandıran) bilimsel
faaliyetlerin yani, din-bilim ilişkilerinin tıpkı, İslam sonrası toplumların
din-bilim ilişkileri ile Avrupa’da modernitenin egemen olmaya başladığı
süreçlere benzerliğini ileri sürebiliriz.
Bu
zikredilen bölgeleri gelişigüzel seçmediğimizi aksine, bugünden düne doğru
tarihe derinlemesine baktığımızda, adına bilimsel denilen olguların (scientific
phenomena) ve bunların en basit anlamıyla, alet-edavat yapımına ve
geliştirilmesine yani, teknolojik boyutlarıyla öne çıkan toplumlar olmalarına
dayandığını söylemeliyiz.
Fıtrat-sünnetullah
İslam
öncesi dönemde, vahye konu olsun veya olmasın, yukarıda zikredilen coğrafyalardaki
insan toplumlarının din-bilim ilişkilerinin yeksenâk değil aksine, gayet dinamik
ve tıpkı, -bugünü de içine alacak şekilde- İslam sonrası süreçlerde yaşananlara
benzerlik çerçevesinde fıtrat, sünnetullah bağlamlarında ele almak gerekir.
Kur’an’da,
sadece temel, herkesin tanık olduğu olgular olarak dikkat çekilen bazı doğa/l
hadiselerin varlığı, Yaratıcı ile yaratılan ilişkisinin anlamlandırılmasına
matuf bir yön içerir. Bu doğal hadiselerin ‘modern bilimle’ ilişkililiği veya
ilişkisizliğinden öte bunların, inancı götürücü/yöneltici işaretler olmalarıyla
dikkat çeker.
Yani,
bu ‘işaretler’ vasıtasıyla, amaç vahye konu olan bir toplumda ve bu toplumdan
dışa doğru genişleyerek, diğer insan toplumlarına yayılacak şekilde, inanç
olgusunun yerleşmesi amaçlanmaktadır. Bu nedenle, Kur’an’da vurgunun Tek İlâh
ve Yaratıcı varlığının hatırlatılması sünnetullah gereği, İslam öncesi
toplumlara yapılan hatırlatmalarla aynı içeriklere sahiptir.
Kur’an’da
atıf yapılan doğal hadiseler… Örneğin, gece ile gündüzün birbiri ardına
gelmesi… ay ve güneşin birbiriyle ilişkisi vs…
Bu
doğal olgular üzerinden, vahyin amacının insan toplumlarına maddi varlık
alemiyle ilgili verilerin temelde, Yaratan’ın eseri olduğu bilgisini
‘hatırlatmak’ bu bilgiyi ‘içselleştirmelerini’ sağlamak ve insan-insan (human-human),
insan-doğa (yaratılmış tüm maddi alem) (human-nature) ve insan-Yaratan (human-Supranature)
ilişkisini ‘yapılandırmak’ olduğu ortadadır.
İnanç
ve anlam; unutma ve hatırlatma
Belki
de, “Tüm bu üç unsurun tekabül edeceği / içine alacağı bir tek kavram var mıdır?”
diye sorduğumuzda karşımıza ‘anlam’ (meaning) kelimesinin çıkması hiç de
yadsınır bir durum değildir.
Tam
da bu nedenle, yani, insan tekinin maddi, biyolojik varlığının ötesinde ruh (spirit/rouh)
boyutunda gündeme gelen anlam arayışı söz konusudur. Bunun ötesine geçerek,
anlam arayışının sadece, ‘ruh’la ilintili alanlarda değil, gündelik yaşam
pratiklerinde de yani, maddi alanda da karşılık bulduğu aşikârdır.
Kur’an’da
dikkat çekilen ‘oyun’ kavramı aslında dini bütünlüklü alanın dışına çıkanların
dünya yaşamını bir ’oyun’ olarak algılamalarına dikkat çekerken, -gündelik
yaşamda sıkça gözlemlendiği üzere- insan tekleri de bu ‘oyunlar’ üzerinden
kendilerine sahte anlamlar oluşturmaktadırlar.
Bu
noktada, ‘anlam’ın insan yaşamının varoluşsal merkezinde olması noktasında,
vahyin veya tüm vahiy süreçlerinin insan toplumlarına varlıklarının neye
tekabül ettiğini hatırlatma süreçleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Yani,
bir Yaratan’ın varlığı ve bu Yaratan’ın insana ve/ya toplumlara, dış ve iç
varlık alem/ler/ini yani, doğal alemi (phenomenal world) ve ruh alemini tanıtmanın
ve bunları anlamlandırmanın yolunu göstermektedir.
Bu
durum, İslam özelinde dikkate alındığında, Kur’an’da zikredilen doğa/l
hadiselerin, gerçekte insanı, kendi toplumsal varlık alanı içerisindeki -bir
başka deyişle, doğa ile ilişkisine dair- yaşam süreçleri bağlamında veri olarak
kullanılabileceği gibi, bu olguların İslam öncesi toplumlarda anlaşılmış ve
uygulanmış olduğunu düşünmek de mümkün.
Yani,
Kur’an’da dile getirilen/ortaya konulan doğa ile ilgili anlatıların, İslam
öncesi toplumlarca bilinmediğini değil, aksine bilinen tüm bu unsurların
-insanın, yine Kur’an’da dile getirildiği üzere- ‘unutma’ özelliğinden dolayı
hatırlatılmaya matuf bir yönü olduğunu gösteriyor.
Bunu
söylememize imkân tanıyanın, Kur’an’da, vahyi ilgili toplumlara taşıyan
peygamberlerle ilgili anlatılardır…
Bu anlatılar,
somut yaşanmış birer tarihi vakıalar silsilesi olarak anlaşılır ve analojik
yöntemi ortaya koymanın araçları/unsurları olarak dikkat çekilirken aslında,
insan toplumlarının fıtrat ve sünnetullah kavramları çerçevesinde tekrarlanan
yapılarına gönderme yaparlar.
Tüm vahiy süreçleri boyunca, söz
konusu hatırlatmaların yegâne nedeni, insan tekinin ve toplumların fıtrat ve
sünnetullah bağlamlarından kopuşundan ötürüdür. Sapma, kayma, dönüşme, yozlaşma
vb. gibi kavramlarla izah edilebilecek bireysel ve toplumsal bozulmaların
düzeltilmesi vahiy/ler vasıtasıyla hatırlatmanın gündeme gelmesine neden olur.
Alet-edavat ve teknoloji
Yukarıda dikkat çektik, ancak bir kez daha ifade de yarar var…
Söz konusu bu hatırlatmalar içerisinde önceki vahyi süreçler, peygamberlerin ilgili toplumlarla ilişkilerinin yanı sıra, insanın doğayla ilişkisine dair vurucu unsurlara başvurulmasının insanı, Yaratıcı’nın ‘yaratıcı’ vasfını anlamada kullanılan araçlardır.
Bu doğal unsurların bizatihi, insan teki ve toplumlarca gözlemlenebilirliği, tecrübe edilebilirliği aslında, inanma sürecini -bir anlamda- kolaylaştırmaya ve/ya insanı bizatihi tanık olduğu, tecrübe ettiği bu hadiseler üzerinden sorgulamaya davettir.
İnsan teki ve toplumlar doğa’ya dair tanıklıklarını sürdürmelerine karşılık, bu doğal olguları bir Yaratıcı olgusu üzerinden ve de bu olgu bağlamında anlamlandırmadaki yanılgıları, başarısızlıkları onları inanç olgusundan uzaklaştırmaktadır.
Bununla birlikte, örneğin tüm
boyutlarıyla iklim, coğrafya vb. bağlamlarda karşımıza çıkan doğa’ya dair
pratik bilgilerin ve buradan elde edilen verilerin ilgili toplumların alet
yapma, kullanma, geliştirme kısacası, irili ufaklı teknolojik faaliyetlerin
devamlılığına mani değildir.
Örneğin, Firavun’a atıf yapan ayetlerde vurgu temelde, Firavun’un inanmama ile ilgili yönüdür ortaya konulan. Ancak aynı Firavun’un veya onun başında bulunduğu toplumsal yapının içinde örneğin ‘piramitler’ ve benzeri yapıların birer bilimsel düşünce ve teknolojik uygulamaların sonucu olduğu da ortadadır.
Tıpkı, inançsız veya daha doğrusu İslam olmayan bir toplumun bireysel ve toplumsal yaşamını çekip çeviren tüm kurallar bütünün, kurumsal yapıların varlığını sürdürmesi gibi… Kur’an’daki peygamber anlatılarının tekabül ettiği gerçeklik aslında tam da bu…
Bu noktada, söylemek istenilen husus, modernite döneminde, din’den kopuşla yaşananın aslında, fıtrat ve sünnetullah’dan ayrışmanın eseri olması, bu dönemin toplumlarının maddi alemle/doğa ile ilişkilerinde sergiledikleri tutum ve davranışların ve ‘ona egemen’ olmaya yönelmesinin din olgusu karşısında bir tür hakimiyet tesisi anlamına geldiği yönündeki görüşe eleştirel yaklaşmak gerektiğidir.
Tıpkı, İslam öncesi dönemlerde vahye konu olsun veya olmasın, çeşitli toplumların maddi alem/doğa ile ilişkilerinden hareketle sergiledikleri her türden alet-edavatla/teknolojilerle kendi doğal çevrelerini inşa etmelerindeki süreçlerin, -boyutları farklılaşmakla birlikte-, temelde benzerlikler taşıdığı ortadadır.
Vahye konu olmasa da, -ki, bu gayet şüpheli bir durum- ve/ya yukarıda dikkat çekildiği üzere, sapma/unutma halinin var olmasına karşın, ilgili toplumların teknoloji ile ilişkilerinde bir devamlılıktan söz edebiliriz.
Din-bilim ilişkisinin yaşadığımız modernite bağlamında ayrıştırılmaya konu edilmesinin, dini yoksayıcı bir bağlama oturtulmuş olmasını, adına teknoloji denilen alanın niceliksel gelişmesine atfetmek gerekir. Ancak bu niceliksel yapı, bizi din alanının anlaşılması ve inanılmasına yönelik tutum ve davranışları ortadan kaldırma anlamı taşımıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder