Mehmet Özay 12.05.2023
Bunlardan biri olarak, devleti kendinde bir iç bünye meselesi olarak değerlendirdiği söylenebilecek olan ‘biyoloji’ temelli gelişim süreçleri, -pek etliye sütlüye karışmadan- devletlerin varlığını ‘doğal’ akışta açıklar ve devletlerin doğumunu ve ölümünü bu bağlamda değerlendirir.
Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıl boyunca maruz kaldığı derin ve karmaşık değişim süreçlerini kendinde bir iç mesele olarak görmek mümkün değildir.
Bununla birlikte, yaşanan değişimleri özellikle gerilemenin çöküşe evrildiği süreçlerde sorunun salt tek taraflı yani dış faktörlerle açıklama çabaları da gayet savunmacı bir nitelik arz ediyor. Sosyolojik olarak bakıldığında, dış aktörler kadar iç aktörlerin de bu değişim dinanizminde olumlu ve/ya olumsuz etkileri olduğunu görmek gerekiyor.
Ahmet Cevdet Paşa’nın alternatif arama çabası
Yukarıda dikkat çekilen görüş sahiplerinden biri kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı Devleti’nin son dönemine tanıklığı ile ortaya koyduğu söylemde bir yandan, “yaşlanan” devlete gönderme yaparken, bu süreci geriye döndürebilecek bir düşünce de ortaya koymuştur.[1]
Paşa’nın bu görüşünü, var olan biyolojik görüşü aşmaya matuf bir girişim olarak kabul etmek mümkün olduğu gibi, bizatihi içinde yer aldığı ve tanık olduğu çöküş sürecini kanıksamadığının da bir göstergesidir aslında. Paşa’nın, kurtarma arzusunda olduğu çöküşün temelinde hangi unsurlar olduğuna kısaca bakmakta yarar var.
Tanzimat Fermanı’nın ve bu anayasal yapılaşmanın -yakın zamanda- oluşturacağı var sayılan kurumların kurtarıcı kabul edildiği yaklaşıma rağmen, aradan geçen görece orta vadeli bir dönemin ardından, böyle bir gelişme olmamıştır.
Aksine, anayasal kazanımlar ile yapısal dönüşüm vasıtasıyla ekonomik kalkınma alanında gerekli işbirlikleri ve bunu ortaya koyabilecek kararlılıklar gösterilemediği gibi var olan durum, Tanzimat’ın başlangıcı ile yüzyılın sonuna doğru oluşan yapı arasında derin bir uçurumun da ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Öyle ki, yüzyılın sonuna doğru kurumsal ve toplumsal bozulma, çöküş sürecini kangren hale getirirken, Ahmet Cevdet Paşa özelinde baktığımızda, tüm bu olan biteni ‘biyolojik’ nedenlerle izah etmek gayet güç gözüküyor.
Ordu mu, ekonomi mi, zihniyet mi?
Osmanlı Devleti’nin yaşadığı çöküşü, -belki çokça yapıldığı üzere- yükün üzerine atıldığı ekonomi alanında mı aramak gerekir, yoksa ekonomiye yol biçen veya biçemeyen zihniyette mi? Çöküş bir sebep, iktisadi ve mali problemler sonuç mu? Yoksa, ikincisinden başlayıp, iktisadi ve mali problemleri aşamamış devlet kurumunun çöküşünün kaçınılmaz olduğu mudur?
Sabri Ülgener Hoca’ya kulak kabartırsak, “... iktisadi ve mali problemler, cemiyet ve devlet çöküşüne sıkı sıkıya bağlıdır”.[2] Öyle anlaşılıyor ki, Ülgener Hoca kanımsa iktisadi ve mali problemleri neden olarak gösteriyor... Bunu söylerken Hoca’nın klasik olmuş “Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı” eserinden güç aldığımı söylemeliyim.
Öte yandan, bir alternatif yaklaşım olarak, siyasi çöküşün iktisadi çöküşe yol açtığı görüşü de gündeme getirilebilir. Ancak bu durum, 19. yüzyıl sonuna dair ortaya koymaya çalıştığımız çöküş olgusunu açıklamaya yetmiyor maalesef...
Bu çerçevede, 19. yüzyıl başlarına geri döndüğümüzde, Osmanlı Devleti’ni Tanzimat Fermanı’na mecbur kılanın ve Batı Avrupalı devletler önünde neredeyse diz çöktürenin, iktisadi ve mali problemler olduğunu hatırlamak gerekir.
Bu gelişmeyi de, salt askeri başarısızlıklara bağlamak sağlıklı olmadığı gibi, tam anlamıyla ondan bağımsız olmadığı da ortadadır. Hakikatte, oldukça karmaşık bir durum bulunuyor karşımızda...
Osmanlı Devleti’nde ekonomik yapılaşmanın temelde ordu icraatlarına yani, erken dönemde çokça zikredilen ‘gazalara’[3] ve ardından, -bu kavramın terk edilmesine rağmen-, savaş bağlamlı sıcak gelişmelere ve bunların dış ilişkiler ve politika üzerindeki yapılaşmasına bağlı olduğu görülür.
Bu durumda, dikkat çekilmesi gereken, savaş ekonomisinden ve savaşın doğrudan bağlantılı olduğu ekonomik sistemden bağımsız, küresel sivil ticaret ağının olup olmadığı meselesidir.
Osmanlı Devleti’nin gerek iç/bölgesel, gerekse uluslararası ticarette, hem devlet hem özel ticaret kurumlarına sahip olup olmadığı ve şayet sahipse, bunların bölgesel ve küresel yapılaşmada nerede durduğu üzerinde yeniden iyice düşünülmesi gerekir.
Abdülaziz’in çıkışı anlamlı (mı?)
Yüzyılın ikinci yarısına geçildiğinde tahta çıkan ve “... abisi Abdülmecid gibi eğlenceye, depdebeye düşkün olmayacağını” dile getiren Abdülaziz’in özellikle, denizcilik -o da askeri anlamda- yani, donanmaya vermek istediği önem karşısında, Payitaht’daki İngiliz elçisinin sorgulaması gayet ilginçtir:
“... Bu kadar büyük donanmayı ne yapacaksınız? Rusya’ya karşı ise fazladır, Rus donanmasından birkaç misli üstün bir donanma yaptınız. İngiltereye karşı ise ingiliz donanmasına yetişebilmeniz imkan haricindedir...”[4]
Acı olan şu ki, var olan bu donanmanın yapısal varlığına karşın, fiili hareket kabiliyetinin olmamasıdır.
Öyle ki, devlet yapısında dönemin belki de, en önemli sorununu yansıtacak şekilde, kurumsal işbirliklerinin ortaya konulamaması, donanmanın eğitimli kadrolara teslim edilememiş ve dolayısıyla herhangi bir savaş durumuna hazırlan/a/mamış olduğudur.
Bu gerçeklik, Osmanlı Devleti’nin donanmanın fiziki varlığını ne kendi bölgesinde, ne de örneğin, Abdülaziz döneminde Sumatra’dan gelen çeşitli talepler karşısında uluslararası sularda var edememesini açıklıyor.
Burada tam da, -yukarıda dikkat çektiğim İngiliz
elçisinin, “bu donanmayı ne yapacaksınız” sorusunun bizatihi içinde barındırdığı
dolaylı cevap yani, “bu donanmayı İngilizlere karşı kullanamazsınız”
yaklaşımının bir benzerini, Osmanlı’nın dönemin bölgesel ve küresel ticaret
aktörlerinin başında gelen İngilizlerle ne türden bir ticaret ve ekonomik bağdaşıma
sahip olup olmadığını sorarak gündeme getirmek mümkün...
Bunun yanı sıra, zaman zaman bazı çevrelerin dile getirdiği üzere, “... Abdülhamit sıcak çatışmalara başvurmamış ve girmemiştir” söyleminin ardında aslında, bu askeri özellikle de, donanmadaki yapısal bozukluğun olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.
Bütün bir 19.
yüzyılın tüm önemli gelişmelerinin ardında, küresel anlamda varlık gösteren ve
giderek önem kazanan denizcilik olgusunun, Osmanlı özelinde bir ‘özenti’den
öteye gidememiş olduğu ortadadır.
Üzerinde çokça
durulması gereken ise, Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerde gündeme gelen gaza
ekonomisinden kopuşunun ardından, gelişmekte olan küresel ticaret ve bunun
geliştirdiği ekonomik yapıda ne denli yer alıp almadığı veya bu gelişme karşısında
ne türden politikalar geliştirip geliştirmediği meselesidir.
[1]
Sabri F.
Ülgener. (2016). Makaleler, İstanbul: Derin Yayınları, s.
133.
[2] A.g.e., s.
132.
[3] Coles, Paul.
(1968). The Ottoman Impact on Europe, London: Thames&Hudson, s. 68.
[4] Doğan Hacipoğlu. (2013). Tanzimat’tan 1. Dünya
Harbine Osmanlı Bahriyesi, İstanbul: Deniz Basımevi Müdürlüğü, s. 62.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder