5 Mart 2023 Pazar

Müslüman toplumların gerilemesinde sorumlu kim?: Yeni bir bakış açısı / Who is the responsible from the decline of Muslim societies: A new perspective

Mehmet Özay                                                                                                                            05.03.2023

Müslüman toplumların gerilemesi dendiğinde akla genel itibarıyla, sokaktaki vatandaşın hatta, -ilgilisi dışında- okur yazarlar nezdinde dahi, pek de anlaşılamayan soyut tartışmalar geliyor.

Söz konusu gerileme süreci Osmanlı Devleti’nden başlayarak Takımadalar’daki Müslüman devletlere kadar geniş bir coğrafyada karşılaştırmalı olarak ele alınmalıdır.

Bu noktada, suçu ve suçluyu ötekinde, dışarıda aramak yerine veya bunun yanı sıra, bir yöntem olarak temelde, “nerede hata yaptık?” sorusunun gündeme getirilmesi ve cevaplandırılması gerekmektedir.

Bu sorunu, Müslüman toplumlar çerçevesinde, içinde yer aldığımız siyasal, ekonomik ve sosyal etkileşimlere konu olan bugünün toplumsal sorun ve olguları üzerinden değerlendirmek ve tarihin değişik evrelerindeki Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı, tecrübe ettiği siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlar ve olgular bütününe yansıtmak mümkündür.

Ya da işe, tarihten başlayarak bugüne yani, yaşadığımız döneme gelmek gibi bir yöntem takip etmek de imkân dahilindedir.

Bu dönemsel karşılaştırmalar, hem içinde bulunduğumuz dönemi, hem de temelde sorunların kaynağı olarak telâkki edilen dünün sorunlarını yeniden tanımlama ve anlama imkânı sağlayacaktır.

Bu durum, aynı zamanda geri kalmışlığın ne tür iç ve dış nedenleri olduğunu hatırlatmak ve anlatmak suretiyle tarihe ve bugüne yeni bir bakış geliştirilmesini olanak tanıyacaktır.

Bu çerçevede, bu yazıda kısaca, Kuzey Sumatra’da bağımsız bir devlet statüsüne sahip Açe topraklarında, 18. yüzyıl ikinci yarısında, yani 1770’li yıllarda yaşanan ticari ve ekonomik  yapılaşmaya kısaca değinilecek bu sürecin, siyasal ve ekonomik gerileme ile ilişkisi üzerinde durulacaktır.

Ancak, öncesinde konuyla ilgili belirli bir çerçeve sunmakta yarar var...

Bilimsel tutum ve gerileme

Müslüman toplumların, Batı Avrupa denizci toplumları karşısında gerilemesinin nedenlerini bilimsel gelişmelerden ayrı ele almak mümkün olmadığı aşikârdır. Zaten elimizdeki kaynak eserler de ve bu eserleri kaleme alan yazarların/düşünürlerin kastının da, bizatihi bu ‘bilimsellik’ olgusu olduğuna şaşmamak gerekir. 

Bununla birlikte, söz konusu gerilemede bilimsel gelişmelerin hangi alanının egemen olduğu sorusu da bir o kadar önemlidir. Emprisizme kapı aralayan katı bilimler (hard sciences) ve bunların teknolojiye yansımaları bir yana, sosyal bilimlerin ve bunlarla ilintili alanların Müslüman toplumlarda gerektiği ilgiyi görmemesi, zamanla yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasal çözülmenin ve gerilemenin nedenleri arasındadır.

Sosyal bilimlerin 19. yüzyılın ürünleri olduğu dikkate alınmakla birlikte, 16. yüzyıl ikinci yarısından başlayarak, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Müslüman toplumlarında siyaset bilimi ve yönetimi, toplumsal yaşam, kültür, etik ve ticaret gibi alanlara dair eserler veya pratikte bu alanlara tekabül edecek siyasal ve ekonomik politikaların varlığını kastediyoruz.

Bununla ilgili sosyal bilimlere dair pür bilimsel faaliyetlere değil, aksine pratiğe karşılık gelecek ve bu pratiğin ürettiği en azından, bazı temel kavramlar ve tanımlar üzerinde yerleşik bir düşünceyi ele alıyoruz.

Bu bilimsel yapılaşmanın, hiç kuşku yok ki, ilgili Müslüman toplumlarda İslami bilimlerin nasıl gelişme gösterip göstermediğiyle de yakından alâkalı olduğunu söylebiliriz.

Sömürgecilik tarihi ve yansımaları

Bu gerileme süreçlerini izlemenin önemli alanlarından birini, sömürgecilik tarihi oluşturuyor...

Öyle ki, sömürgecilik tarihinin dikkatle incelenmesi, geri kalmışlık söylemindeki yanlışların ve eksikliklerin düzeltilmesine el verecek veriler sağlayacaktır. Bu tutum, aslında Müslüman toplumların geri kalmışlık tarihi üzerinden geniş bir tarihi alanı yeni baştan ele almak anlamına gelmektedir.

Bu noktada, kendini sömürgecilik süreçlerine konu olmadığı söylenebilecek Osmanlı Devleti ile birlikte anılabilecek farklı coğrafyalardaki, Müslüman devletlerin aynı ve/ya benzer gerileme süreçlerine konu olup olmadıkları ise, gayet dikkat çekici bir duruma tekabül etmektedir.

Sömürgecilik sürecinde, Hint Okyanusu’nu çevreleyen topraklarda özellikle de, Güneydoğu Takımadalar bölgelerindeki egemen Müslüman devletlerin varlığı ve bölgenin Batı Avrupa kapitalizminin gelişmesindeki çeşitli boyutlarda ortaya çıkan etkisi, nasıl bir dönüşümün yaşandığı konusunda bazı ipuçları vermektedir.

Sömürgeciliğin, Takımadalar toplumlarına nüfuz etmeye başladığı 1511 yılı ve devamında bölgede sadece, ticari etkileşimler üzerinden tekel oluşturmayı arzulayan Batı Avrupalı denizci/tüccar ulusların, -ki bunlar bünyesinde hem ilgili krallıklarca desteklenen, hem de özel tüccar gruplarının güdümünde faaliyet gösteriyordu-, bu etkileşimin zamanla doğrudan veya zorunlu bir sonucu olarak siyasal ve toplumsal yaşamı belirleyicilikleri gündeme gelmiştir.

Müslüman toplum ve yönetim becerisi

Kronolojik olarak bakıldığında aslında, erken dönemde yani, 16. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelen ticaret kapitalizmi (mercantalism) olarak literatürde yer alan etkileşimin, siyasal ve ekonomik egemenliğe evrilmesinin 19. yüzyıl ortalarında ortaya çıkması bile bize, bu uzun üç yüzyıllık dönemde, Müslüman toplumların nasıl ve niçin geri kaldıklarının aslında, pek de dikkate alınmadığını gösteriyor.

Oysa, Müslüman toplumların geri kalmışlık söyleminde temel sorun, 19. yüzyıl ortalarında karşılaşılan Batı Avrupa siyasi yapılarının Müslüman devletleri ve toplumları geniş bağlamı ile sömürgeleştirmesinden ziyade -ki, bu dönemi emperyalizm olarak değil, aksine “yüksek sömürgecilik” olarak adlandırıyoruz- aradaki üç yüz yıllık dönemde, hangi siyasal yapının nasıl bir ekonomi-politik ve toplumsal yapılaşma sergileyip sergilemediğiyle alâkalıdır.

Hiç kuşku yok ki, sömürgeciliğin ticaret kapitalizmi boyutu ile ardından, zamanla ortaya çıkan siyasal egemenlik yapılaşması örneğin, Malaya Yarımadası ile Sumatra, Java, Borneo (Kalimantan), Doğu Adaları ile Filipinler Takımadaları üzerindeki yapılaşması birbirinden farklılık gösteriyor.

Bir prototip olarak Kuzey Sumatra

Temel itibarıyla, Kuzey Sumatra tarihini 18. yüzyıl sürecinde ele almada bazı kısıtlılıklar bulunmaktadır.

Bunda yerel kaynakların azlığı, yetersizliği kadar, Batılı sömürgeci yapıların, seyyahların bu döneme dair kayıtlarının da sınırlılığı etkendir. Bununla birlikte, eldeki bazı veriler bu dönemi anlamada bazı ipuçları sağlamaktadır.

Bu noktada, 1770’li yıllarda Açe Darüsselam Sultanlığı’nın başında bulunan Mahmud Şah dönemi hem iç/yerel politika hem de Batılı tüccar kurumlarıyla karşılaşmalar bağlamında bize, dönemin siyasal ve ekonomik karakteristiklerine dair fikir vermektedir.

Yaklaşık yirmi yıllık iktidarı süreci, ilk etapta ‘istikrarlı bir yönetimin varlığını’ akla getirse de, Mahmut Şah dönemi siyasal istikrarsızlık ve bunun hem nedeni ve sonucu olarak görülebilecek ekonomik istikrarsızlığı ile incelenmeye değer bir dönem olarak gözükmektedir.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, “istikrarsızlıkta süreklilik” olarak adlandırdığımız yapı, dönemin özelliği olarak dikkat çekmektedir. 

Bu inceleme, yazının başında kısaca dikkat çekildiği üzere, Müslüman toplumların Batılı denizci/tüccar uluslar veya Batı Avrupa ulusları karşısındaki gerilemesinin, bazı bölgeler ve ülkeler için istisna olmadığı aksine, Kuzey Sumatra’da Açe örneğinden hareketle şu veya bu ölçüde bir prototip ortaya koymaya olanak tanıdığını söyleyebiliriz.

Yukarıda, Mahmud Şah dönemine dair tanımlayıcı bir kavram olarak gündeme getirdiğimiz “istikrarsızlıkta süreklilik” bu anlamda neredeyse, dönemin tüm Müslüman devlet yapılarına uygulanabilir bir tanım özelliği göstermektedir.

Açe’de siyasal iktidarın başında Mahmud Şah, siyasi egemenliğin yegâne meşru lideri olmasına rağmen, bölgenin -bir anlamda, tarihsel kaderi kabul edilebilecek şekilde- tarımsal hammadde kaynaklarına sahip oluşu, bu kaynaklara yönelik dış talepte süreklilik ile Açe’nin jeo-politik konumu, bölgesel gelişmelerde bu Açe siyasal yapısını tek başına bırakmadığı gibi, sürekli bir dış ilginin odağı haline getirmiştir.

18. yüzyıl ikinci yarısı da, bunda gayet temsili bir öneme sahiptir. “Bu temsiliyetin ana ilkeleri nelerdir?” diye bakıldığında, karşımıza şu olgular çıkmaktadır:

a) siyasal egemenlik: Başkentte ‘Sultan’ ile özdeşleşen merkezi yönetim ile ‘yerel/bölgesel yönetim liderleri’ (raja) bağlamında varlık süren yerel yönetimler arasında, yüzyıllar boyunca var olan siyasal egemenlik ayrışmasıdır. Temelde bu ayrışma, siyasal otoritenin ayrışması ile adem-i merkeziyezçilik olguları bağlamında gayet anlamlı ve işlevseldir. Bu siyasal yapılaşmanın zaafiyeti ise, sömürgeci tüccar/denizci milletlerin bu ayrışmayı kendi lehlerine kullanabilecek özellikleri bünyesinde barındırmasıdır.

Konumuz özelinde söylemek istediğimiz husus, bu köklü siyasal yapılaşmanın dışardan gelen gerek ticari, gerek askeri müdahaleler karşısında önemli açıklar vermesidir. Bununla birlikte, burada temel sorun, Müslüman yönetimden veya Müslüman yöneticilerden beklenen sorumluluğun ortaya konmasında, zamanla yenilenebilecek veya uygulanabilecek idari, askeri ve ekonomik yapıların kurumsallaştırılamamış olması veya var olan yapıların böyle bir esnekliğe imkân tanımamasıdır.

Bu ayrışma, merkezde güçlü bir hükümdar olgusunun varlığı ile bölgesel istikrarın ilişkisindeki paralelliği ortaya koyarken, -yukarıda dikkat çekildiği üzere- siyasal, ekonomik ve askeri yapıların kurumsallaşamaması ve/ya esnek bir yapılaşma sergileyemediğini kanıtlamaktadır.

b) Ticaret ve ekonomik bağımsızlık: Merkezde yer alan sultanın, doğrudan ticari faaliyetlerde yer alması ve ekonomik yapılaşmada pay sahibi olma arzusu temelde onu, çevre/bölgesel yönetimler karşısında güçlü bir konuma getirmenin aracı hükmünde olmuştur.

Bu yapı, bizatihi merkez-çerve ilişkisini belirleyecek olan siyasal egemenlik, ticaret, vergi, yatırım vb. gibi alanlarda kurumsal yapının oluş/a/madığını göstermektedir. Veya böyle bir yapı var ise de, bu yapının sadece, dışarıdan gelen talepler bağlamında, bir anlamda spekülatif açılımlar üzerinden gündelik çatışmalarla şekillenen palyatif tedbirler üzerinden, güçlü olanın dikte ettiriciliği üzerinden pratikte karşılık bulmuştur.

c) Dış müdahale ve arzu edilmeyen sonuçlar: Merkezde temel itibarıyla siyasal egemenliğinde sorun bulunmayan Sultan’ın, kendine ekonomik egemenliğini sağlayacak yol ve yöntemleri sağlamada dışa bağımlılığı, temel bir siyasal egemenlik ve meşruiyet sorununa dönüşmüştür. Örneğin, Güney Hindistan (Chulia) tüccar sınıfının bu dönemdeki başkentte varlığı, ekonomi ile siyasetin birbirine destek ve güç kattığı ve bu anlamda Açe soyluları nezdinde güç ayrışmasına ve çatışmasına neden olduğu görülür.

Müslüman kimliğine sahip bu dış tüccar sınıfının varlığı karşısında ikinci bir dış güç olarak İngilizlerin Hindistan’da Madras merkezli yapılanmalarının, Açe’deki ticaret yaşamı üzerinde söz sahibi olma yaklaşımı çatışmayı Açe sınırlarından bölgeye doğru taşınmasına hatta zamanla, İngiliz ticaretinin merkezi Londra’da yankı bulmasına yol açmıştır.

Bu durum, Açe siyasal ve ekonomik sisteminin kendi iç dinamizmini oluşturmadaki zaafiyetine işaret etmektedir. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, Açe’de siyasal temsiliyet ve ekonomik çıkarların kurumsal yapılara büründürülememesinin yol açtığı bir güç çatışması söz konusudur.

Bu çatışma, Mahmud Şah örneğinde bir siyasi egemenin varlığı ve dönemi ile sınırlı olmadığı aksine, Kuzey Sumatra’daki Müslüman toplumun uzun dönemli olarak, siyasal ve ekonomik egemenliğiyle bağlantılı açmazlara yol açan bir duruma tekabül etmektedir.

Bu üç temel özellik, aslında -Açe Darüsselam Sultanlığı özelinde görüldüğü üzere-, bir Müslüman yönetim yapısında ve toplumsal sisteminde güven, istikrar ve kalkınma süreçlerinin temel parametrelerinin oluşturulmasında gayet önemli arızaların olduğunu ortaya koymaktadır.

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesini salt sömürgeci güçlerin 19. yüzyılda siyasal egemenliğe evrilen yapılarıyla açıklamak mümkün değildir.

Aksine, Osmanlı Devleti’nin de içinde yer aldığı Müslüman devletlerde gerilemenin izlerini bu siyasi yapıların iç mekanizmalarındaki uzun dönemli aksaklıklar üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Bu gerilemede, Batı Avrupa’da gelişen bilim ve teknolojiden ziyade, bu gelişmeye yol açan felsefi ve sosyal bilimler alanlarının Müslüman devletlerde niçin ortaya çıkmadığı ve gelişmediği hâlâ incelenmeye değer bir konudur. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder