Mehmet Özay 03.03.2023
Bu noktada, Müslüman
toplumların modern bilime ilgilerinin kendinde bir çaba mı, yoksa dışardan
gelen baskıların neticesinde zorunlu bir seçenek olarak ortaya çıkıp çıkmadığı
sorusu önemlidir.
İçselleştiril/e/memiş
modern bilim
Modernite ile
karşılaşmalardan bu yana uzunca bir süre geçmesine rağmen, Müslüman birey ve toplumların
modern bilime dair yaklaşımlarında henüz aşılamayan bir durum var ki, o da,
modern bilimin içselleştiril/e/memiş olmasıdır.
Bu durum, ortada
bir ikilemin varlığına işaret etmektedir. Bu noktada karşımızda iki durum
bulunmaktadır.
Bunlardan ilki, epistemolojik
ayrımıyla dikkat çeken söz konusu modern bilimsel faaliyetlerin Müslüman
toplumlarda, dışardan gelen bir zorlama ile uygulanıyor olmasıdır.
İkincisi ise, bu
uygulamaların genel olarak Müslüman toplum üzerinde tesirinin inşacı veya
yapıcı (constructive) olmaktan ziyade, yıkıcı, tahrip edici (deconstructive)
olmasıdır.
Bununla birlikte, dışardan
gelen baskıların boyutuna bağlı olarak, modern bilimle ilişkinin
‘kaçınılmazlığına’ vurgu yapma zorunluluğu ve bu yaklaşımı temellendirme çabası
ve/ya ‘İslami’ bir bağlama oturtma arzusu, adına savunmacı denilen bir tavrın
geliştirilmesine ve “zaten Kutsal Kitab’ın bilimsel olgularla dolu olduğu” yönündeki
söylemin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Bu ikinci durumla
bağlantılı ve aynı amaca matuf bir diğer söylem ise, modern Batı biliminin köklerinin
İslami bilimin oluşturduğu argümanıdır. Tam da bu noktada sorulması gereken, Batı, İslam bilimini alırken niçin Kur’ani bilgiye
ulaşmadığıdır.
Modern bilimsel
faaliyetler, insanın doğal çevresi ile ilişkisi noktasında ele alındığında,
yukarıda dile getirilen yaklaşımı, en azından belirli şartlar altında, doğru
kabul etmek mümkün gözüküyor.
Örneğin, Ghazali’nin
hakikat arayışında bize sunduğu yaklaşımlardan ilki, insanın doğal çevresi ile
ilişkisinin ilk basamağı teşkil ettiği yönündeki söylemidir. Bu durum, Müslüman
toplumların modern bilimsel faaliyeti alma veya uyarlamada bir dayanak noktası
olarak görülebilir.
Üst-gerçeklik
Ancak karşımızda
yer alan modern bilimin kendini üst gerçeklik alanından ayırması ve bunun
ötesinde, üst gerçeklik olgusu gibi bir yaklaşıma sahip olmaması, Müslüman
toplumların Batı bilimiyle ilişkilerinde sorgulamaları bitirmek yerine daha da
artırmaktadır.
Buna ilâve olarak
Batı biliminin, bizatihi kendi içinde yaşadığı kırılmaları ve açmazları da
yabana atmamak gerekir.
Doğa ile
doğa-üstünün, hiyerarşik ve birbirinden farklı iki gerçeklik alanı olması,
Müslümanca düşünme çabası içerisinde, hiç kuşku yok ki, anlamlı bir yere sahiptir.
Müslümanca
düşünmede bilimin kendinde bir gerçeklik alanı olmadığı aksine, bir üst alana
yani, doğa üstüne ulaşmada bir araç konumunda olduğu görülür. Bu yaklaşım bize,
Müslüman birey ve toplumun doğal çevresiyle ilişkisini örüntülerken, bundan
hedefin hakikate ulaşma amacı taşıdığı aşikârdır.
Ancak benzer
şekilde, Müslüman olmayan birey ve toplumların da -özellikle burada
sekülerleşmiş Batılı toplumlar kastedilmektedir-, aynı doğal çevre ile
ilişkiler geliştirmeleri -en azından, antropolojik olarak- doğru ve yerinde bir
duruma tekabül etmektedir.
Bununla birlikte,
onlar doğayı, maddi alemi dönüştürürken, elde edilen ürünlerle insan yaşamını
kültürünü ve nihayetinde medeniyetini teşkil edecek donanımları sağlarken, bu
elde edilen veriler ve kazanımlarla bir üst gerçekliğe yani, doğa üstü
gerçekliğine ulaşma amacı ve hedefi taşımamaktadırlar.
Gerek felsefi
anlamda, gerekse sosyolojik çerçevede Batı/modern bilimsel faaliyetinin doğa-üstü
gerçekliği yitirdiği noktada, maddi çevre yani, doğa ile girdiği ilişkinin
doğurduğu mekaniklik ve/ya mekanik bilgi doğa-üstünün bir başka deyişle mysterious
olanın yerini almasına yol açmıştır. Bu durum, Batı modernleşmesinde Yüce Varlık
olgusunun bir üst-gerçeklik olmaktan çıkartılması anlamına geldiği gibi,
aslında ortada bir ‘Yücelik’ olgusundan bahsetmek te mümkün değildir.[1]
Ortaya çıkan bu
durumun ise sekülerleşmeyle bağı ise gayet ortadadır…
Öte yandan, son
dönemde gündemde sekülerliğin aşıldığı, dini/msi yapıların yeniden zuhur ettiği
yönünde bir yaklaşım dikkat çekiyor. Ancak bu yapıların dinin geri gelişimi
olduğu yoksa, dünde/geçmişte kalan dinin/dini bilginin/pratiğin çoktan
değişerek anlam kaybına mı uğradığının
anlaşılması gerekmektedir.
Manipülasyon
Aslında olan
biten, Yüce Varlık olgusunun modern Batı ve bu modern Batı’yı kendi yaşam ve
düşünce şekline adapte etme arzusundaki Müslüman birey ve toplumlar tarafından
çıkarcı ve manipüle edici bir ilişkiye konu olduğudur.
Batı
modernleşmesinin üst gerçeklik olgusu ve bunun içeriğini boşaltmaya ve anlamsızlaştırmaya
dair gizli/açık, kasıtlı/kasıtsız fiiliyatı insanı, doğrudan doğal çevresi ile
ilişkisinde çatışmacı bir noktaya taşımıştır.
Bunun doğurduğu
iki temel sonuç bugün kendini çok daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bunlardan ilki,
doğa’nın tüketilmesidir; ikincisi ise, insanın maddi, biyolojik varlığı kadar,
manevi (spiritual) varlığının da -bağlı olduğu söz konusu doğanın
tükenmesi karşısında- tükeniyor oluşudur.
Ancak bundan öte,
dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus, Müslüman toplumların modernite
ile karşılaşmaları öncesinde, adına bilimsel faaliyet denilen olgu ile ne
şekilde haşır neşir oldukları ve bu ilgilerini Kutsal Kitap’la ne türden bir
ilişki içerisinde algıladıkları konusudur.
[1] Ali
Issas Othman. (1960). The Concept of Man in Islam: In the Writings of
Al-Ghazali, Cairo: Dar al-Maaref, s. xi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder