Mehmet Özay 24.03.2023
Oysa, geniş bir coğrafya üzerinde varlık süren Müslüman toplumlarının özellikle
“atıllık, durağanlık” kavramları ile açıklanan durumunun, uzun bir geçmişi içinde barındıran vakıa
olduğunu unutmamak gerekir.
Bununla birlikte, aradan geçen süre zarfında hiçbir değişim olmadığını
iddia etmek mümkün olmadığı gibi, yaşanan değişimin ne tür bir anlamlılığa
tekabül ettiği de bir o kadar sorgulanmaya değerdir.
Refah ve kalkınma
Bu çerçevede, günümüz koşullarında kendini ortaya refah ve kalkınma
kavramları üzerinden konuyu kısaca ele almakta yarar var.
Bugün, İslam coğrafyasının hem pür mekânsal anlamda, hem de tarihin bir
evresinde manevi boyutunun ortaya çıkışına atfen merkezinde/ortasında yer alan mekânında
ve çevresinde, geçen yüzyılın ortalarında Batılılarca ‘keşfedilen’ doğal
kaynaklar sayesinde elde ettiği varsayılan ‘zenginlik’, bugün söz konusu bu
birkaç ülke toplumlarına dahi, -kelimenin hakiki anlamında-, bir refah ve
kalkınma getirdiğini söylemek güç.
Bu ilgili birkaç ülkede var olduğu varsayılan refah ve kalkınma, sadece
bankerlerin hizmetine sunulan meblağlar; yine bu bankerler vasıtası ve
aracılığıyla bu ülkelerin sınırlı bölgelerinde adına, ‘modern alt yapı’ denilen
unsurlarının teşkiline tekabül ediyor. Yoksa, söz konusu bu refah ve
kalkınmanın ilgili ülkelerin tüm toplum kesimlerine hitap etmesi ve
istifadesine sunması kastedilmiyor.
Veya bir başka açıdan dile getirmek gerekirse, dışarlıklı grupların yani,
Batılıların öncülüğünde, maddi varlıkların kullanımına (exploitation)
binaen ortaya çıkan ‘modern’ yapılaşmanın, bu ülkelerin bizatihi Müslüman
toplumlarınca üretilmiş, anlamlandırılmış bir refah ve kalkınma yapılaşması
anlamına gelmiyor.
Refah ve kalkınmayı nasıl anlamalı?
Refah ve kalkınma’dan anlaşılması gereken, belli bir kültürel arka plâna ve
bu kültürel arka plâna varoluşsal anlamını veren ve bu çerçevede, tüm ilgili alt
yapı-üst yapı unsurlarının aidiyet ve kullanımına anlamını katan değerler ile
bunların, tek tek Müslüman bireyde karşılığını bulan davranış norm ve
yaklaşımlarıdır.
Bu anlamda, refah ve kalkınmanın ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği
hususunda, dün-bugün karşılaştırması olgusuna referans yapmakta yarar var...
Tarihin bir evresinde -eleştiriye açık olsa da, adına İslam Ortaçağ’ı
diyelim şimdilik-, İslam coğrafyasının belirli bir noktasında ortaya çıkan ve
kendini yönetim, yasama/yargı, eğitim, bilimsel faaliyet, ticaret ve şehirleşme
gibi refah ve kalkınmanın temel dinamiklerini ve göstergelerini oluşturan kurumsal
ve yapısal unsurlarının bütüncül bir ‘anlam’ çerçevesinde aldığı olumlu yönelimden
bahsedebiliriz.
Bunun yanı sıra, geçmişin ilgili dönemlerinde bu yapının, dikkat çekilen
tüm bu unsurlarından teşekkül eden ‘refah ve kalkınma’dan istifade eden -veya ettiği
varsayılan- Müslüman toplum kesimleri ile bugünkü Müslüman topumlarının tecrübe
ettiği varsayılan ‘refah ve kalkınma’ arasında bir bağ kurulabilir mi sorusu gündeme
getirilmelidir.
Soruyu biraz daha açıkça ortaya koymak gerekirse, geçmişteki refah ve
kalkınma olguları ve bunu tecrübe eden Müslüman toplumlar ile bugünün refah ve
kalkınma olguları ve bunu tecrübe eden Müslüman toplumlar arasında ne türden
bir benzerlik vardır?
Veya bunun öncesinde -çelişkili olabileceği kuşkusu taşımadan-, “Dün ile
bugün arasında bu alanları içine alabilecek, böylesine önemli bir kıyası
yapabilecek elimizde anlamlı veriler var mıdır?” sorusunu da beraberinde
gündeme getirmek gerekiyor hiç kuşkusuz!
Modern kalkınma ve illüzyon
Kaldı ki, refah ve kalkınmayı sadece, maddi bağlamı ile ele almak ve/ya
salt buna indirgemek de kanımca, bugünkü duruma bakarak, “işte geliştik,
kalkındık” söylemlerinin illüzyonist bir duruma işaret ettiğini görmemize mani
olacaktır.
İçinde yaşadığımız ‘modern’ durumda, kendilerini, -diğerleri yani, Batılılar
önünde- ‘modern’ devletler olarak tanımlama çabasındaki ilgili ülkelerin durumu
tam da buna tekabül etmektedir.
Bu illüzyonun temel sebebi, günümüzde refah ve kalkınmanın varoluşsal ‘anlam’
bütünlüklü olmadığı kadar, aynı zamanda ilgili Müslüman toplumların geniş
kesimlerini içine almak yerine, azınlık bir grubu ile sınırlı olmasından
kaynaklanmaktadır.
“Geliştik, kalkındık...” söylemini geliştirenlerin, doğrudan veya dolaylı
olarak ilintili oldukları toplumsal kesimlere (diyelim ki, bunlar belirli sınıfları
teşkil eden siyasi elitler, monarklar ile bunlara eklemlenen lümpen modernler
vb. olsun) atfedilebilecek ‘refah ve kalkınma’nın sathi ve yüzeysel olmak
kadar, bunu doğuran temel bir neden olarak ‘anlam bütünlüklü’ olmadığına
tanıklık ediyoruz.
Bu söylemin içeriğine derinlemesine bakıldığında veya refah ve kalkınma’dan
ne kastedildiğine objektif olarak dikkat çekildiğinde, kendini refah ve
kalkınmış varsayan kesimlerin bile, gayet sınırlı bir form ve biçimde bunu
gerçekleştirebildikleri görülür.
Devam eden sorun
Bu noktada, ortada hâlâ bir sınırlılık ve kısırlılık halinin varlığı
kendini ciddi anlamda hissettirmektedir.
Müslüman toplumların, “Niçin ve neden bu olumsuzluklar çemberi içerisinde
var olduğu” yönündeki sorulara verilen cevaplara baktığımızda bir yandan,
geleneksel denilebilecek alimler (traditional scholars) ile öte yandan,
adına yenilikçiler (reformist) denilen büyük ölçüde sadece Batılı eğitim
kurumlarında öğrenim görmekle kalmamış, bu öğretimin dışında ve ötesinde
‘eğitimine tabi oldukları’ Batı kültür ve medeniyetinin asli dinamiklerini şu
veya bu ölçüde anlamaya çalışmış ve içselleştirmiş bir grubun yaklaşımları söz
konusudur.
Her iki grubun yaklaşımlarının, Müslüman toplumların yaşam sürdüğü herhangi
bir ülke ve coğrafya nezdinde, ne tür kayda değer değişimler sunduğu da,
aslında yeniden ve hassasiyetle ele alınmayı gerektiren bir konudur.
Gözlemlendiği üzere, “olumsuzluklar çemberine” yaklaşımda bir dinme, azalma
olmadığı yani, çeşitli coğrafyalarda bu duruma dair yeniden analiz, anlama,
yorumlama ve kısmen de olsa çözüm önerilerinin getirilmeye çalışılmaktadır.
Ancak, diyelim ki, son elli yılda İslam coğrafyasında olan bitene göz
attığımızda, Müslüman toplumların hangi aşamaları katederek adına refah, gelişme,
kalkınma denilebilecek seviyelere ulaştıkları sorusu ciddi anlamda kendini
hissettirmektedir.
Burada sadece, yukarıda dikkat çekilen ‘merkez’de yer alan ve doğal
kaynakların verili imkânlarıyla sınırlı birkaç ülke değil, aynı zamanda aradan
geçen görece kısa süre zarfında, bunlara eklemlendiği düşünülebilecek diğer
bazı ülkeler de kastedilmektedir.
Bununla birlikte, refah ve kalkınma gibi gayet ‘modern’ ve pozitif
imgelemlere sahip kavramlar ve bunlar üzerinde kafa yorup düşünce üretme
süreçlerine gelene kadar, aslında Müslüman toplumların çoğunda, daha temel
insani, kültürel ve toplumsal yapılaşmaların bile eksikliğini sürdürdüğünü açıkça
söylemek gerekiyor.
Bu noktada, refah ve kalkınma ile ilgili yukarıda dikkat çekilen sorunun
dışında ve ötesinde, öncelikli olarak halihazırda sürdüğüne kuşku olmayan bu
temel insani, kültürel ve toplumsal yapılaşmalardaki eksiklikler üzerine
konuşlanmak ve bunlar üzerinde çözüm arayışlarında bulunmakta yarar var.