25 Mart 2023 Cumartesi

Müslüman toplumlarda refah ve kalkınma olgusu / The phenomenon of prosperity and development in Muslim societies

Mehmet Özay                                                                                                                            24.03.2023

Müslüman toplumların, 21. yüzyılın içinde yaşadığımız ve birebir tanık olduğumuz bu döneminde karşı karşıya kaldığı siyasi, ekonomik, sosyal alanlardaki sorun ve açmazları bize, yeni bir olgular bütünü olarak gözükebilir.

Oysa, geniş bir coğrafya üzerinde varlık süren Müslüman toplumlarının özellikle “atıllık, durağanlık” kavramları ile açıklanan  durumunun, uzun bir geçmişi içinde barındıran vakıa olduğunu unutmamak gerekir.

Bununla birlikte, aradan geçen süre zarfında hiçbir değişim olmadığını iddia etmek mümkün olmadığı gibi, yaşanan değişimin ne tür bir anlamlılığa tekabül ettiği de bir o kadar sorgulanmaya değerdir.

Refah ve kalkınma

Bu çerçevede, günümüz koşullarında kendini ortaya refah ve kalkınma kavramları üzerinden konuyu kısaca ele almakta yarar var.

Bugün, İslam coğrafyasının hem pür mekânsal anlamda, hem de tarihin bir evresinde manevi boyutunun ortaya çıkışına atfen merkezinde/ortasında yer alan mekânında ve çevresinde, geçen yüzyılın ortalarında Batılılarca ‘keşfedilen’ doğal kaynaklar sayesinde elde ettiği varsayılan ‘zenginlik’, bugün söz konusu bu birkaç ülke toplumlarına dahi, -kelimenin hakiki anlamında-, bir refah ve kalkınma getirdiğini söylemek güç.

Bu ilgili birkaç ülkede var olduğu varsayılan refah ve kalkınma, sadece bankerlerin hizmetine sunulan meblağlar; yine bu bankerler vasıtası ve aracılığıyla bu ülkelerin sınırlı bölgelerinde adına, ‘modern alt yapı’ denilen unsurlarının teşkiline tekabül ediyor. Yoksa, söz konusu bu refah ve kalkınmanın ilgili ülkelerin tüm toplum kesimlerine hitap etmesi ve istifadesine sunması kastedilmiyor.

Veya bir başka açıdan dile getirmek gerekirse, dışarlıklı grupların yani, Batılıların öncülüğünde, maddi varlıkların kullanımına (exploitation) binaen ortaya çıkan ‘modern’ yapılaşmanın, bu ülkelerin bizatihi Müslüman toplumlarınca üretilmiş, anlamlandırılmış bir refah ve kalkınma yapılaşması anlamına gelmiyor.

Refah ve kalkınmayı nasıl anlamalı?

Refah ve kalkınma’dan anlaşılması gereken, belli bir kültürel arka plâna ve bu kültürel arka plâna varoluşsal anlamını veren ve bu çerçevede, tüm ilgili alt yapı-üst yapı unsurlarının aidiyet ve kullanımına anlamını katan değerler ile bunların, tek tek Müslüman bireyde karşılığını bulan davranış norm ve yaklaşımlarıdır.

Bu anlamda, refah ve kalkınmanın ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği hususunda, dün-bugün karşılaştırması olgusuna referans yapmakta yarar var...

Tarihin bir evresinde -eleştiriye açık olsa da, adına İslam Ortaçağ’ı diyelim şimdilik-, İslam coğrafyasının belirli bir noktasında ortaya çıkan ve kendini yönetim, yasama/yargı, eğitim, bilimsel faaliyet, ticaret ve şehirleşme gibi refah ve kalkınmanın temel dinamiklerini ve göstergelerini oluşturan kurumsal ve yapısal unsurlarının bütüncül bir ‘anlam’ çerçevesinde aldığı olumlu yönelimden bahsedebiliriz.

Bunun yanı sıra, geçmişin ilgili dönemlerinde bu yapının, dikkat çekilen tüm bu unsurlarından teşekkül eden ‘refah ve kalkınma’dan istifade eden -veya ettiği varsayılan- Müslüman toplum kesimleri ile bugünkü Müslüman topumlarının tecrübe ettiği varsayılan ‘refah ve kalkınma’ arasında bir bağ kurulabilir mi sorusu gündeme getirilmelidir.

Soruyu biraz daha açıkça ortaya koymak gerekirse, geçmişteki refah ve kalkınma olguları ve bunu tecrübe eden Müslüman toplumlar ile bugünün refah ve kalkınma olguları ve bunu tecrübe eden Müslüman toplumlar arasında ne türden bir benzerlik vardır?

Veya bunun öncesinde -çelişkili olabileceği kuşkusu taşımadan-, “Dün ile bugün arasında bu alanları içine alabilecek, böylesine önemli bir kıyası yapabilecek elimizde anlamlı veriler var mıdır?” sorusunu da beraberinde gündeme getirmek gerekiyor hiç kuşkusuz!

Modern kalkınma ve illüzyon

Kaldı ki, refah ve kalkınmayı sadece, maddi bağlamı ile ele almak ve/ya salt buna indirgemek de kanımca, bugünkü duruma bakarak, “işte geliştik, kalkındık” söylemlerinin illüzyonist bir duruma işaret ettiğini görmemize mani olacaktır.

İçinde yaşadığımız ‘modern’ durumda, kendilerini, -diğerleri yani, Batılılar önünde- ‘modern’ devletler olarak tanımlama çabasındaki ilgili ülkelerin durumu tam da buna tekabül etmektedir.

Bu illüzyonun temel sebebi, günümüzde refah ve kalkınmanın varoluşsal ‘anlam’ bütünlüklü olmadığı kadar, aynı zamanda ilgili Müslüman toplumların geniş kesimlerini içine almak yerine, azınlık bir grubu ile sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.

“Geliştik, kalkındık...” söylemini geliştirenlerin, doğrudan veya dolaylı olarak ilintili oldukları toplumsal kesimlere (diyelim ki, bunlar belirli sınıfları teşkil eden siyasi elitler, monarklar ile bunlara eklemlenen lümpen modernler vb. olsun) atfedilebilecek ‘refah ve kalkınma’nın sathi ve yüzeysel olmak kadar, bunu doğuran temel bir neden olarak ‘anlam bütünlüklü’ olmadığına tanıklık ediyoruz.

Bu söylemin içeriğine derinlemesine bakıldığında veya refah ve kalkınma’dan ne kastedildiğine objektif olarak dikkat çekildiğinde, kendini refah ve kalkınmış varsayan kesimlerin bile, gayet sınırlı bir form ve biçimde bunu gerçekleştirebildikleri görülür.

Devam eden sorun

Bu noktada, ortada hâlâ bir sınırlılık ve kısırlılık halinin varlığı kendini ciddi anlamda hissettirmektedir. 

Müslüman toplumların, “Niçin ve neden bu olumsuzluklar çemberi içerisinde var olduğu” yönündeki sorulara verilen cevaplara baktığımızda bir yandan, geleneksel denilebilecek alimler (traditional scholars) ile öte yandan, adına yenilikçiler (reformist) denilen büyük ölçüde sadece Batılı eğitim kurumlarında öğrenim görmekle kalmamış, bu öğretimin dışında ve ötesinde ‘eğitimine tabi oldukları’ Batı kültür ve medeniyetinin asli dinamiklerini şu veya bu ölçüde anlamaya çalışmış ve içselleştirmiş bir grubun yaklaşımları söz konusudur.

Her iki grubun yaklaşımlarının, Müslüman toplumların yaşam sürdüğü herhangi bir ülke ve coğrafya nezdinde, ne tür kayda değer değişimler sunduğu da, aslında yeniden ve hassasiyetle ele alınmayı gerektiren bir konudur.

Gözlemlendiği üzere, “olumsuzluklar çemberine” yaklaşımda bir dinme, azalma olmadığı yani, çeşitli coğrafyalarda bu duruma dair yeniden analiz, anlama, yorumlama ve kısmen de olsa çözüm önerilerinin getirilmeye çalışılmaktadır.

Ancak, diyelim ki, son elli yılda İslam coğrafyasında olan bitene göz attığımızda, Müslüman toplumların hangi aşamaları katederek adına refah, gelişme, kalkınma denilebilecek seviyelere ulaştıkları sorusu ciddi anlamda kendini hissettirmektedir.

Burada sadece, yukarıda dikkat çekilen ‘merkez’de yer alan ve doğal kaynakların verili imkânlarıyla sınırlı birkaç ülke değil, aynı zamanda aradan geçen görece kısa süre zarfında, bunlara eklemlendiği düşünülebilecek diğer bazı ülkeler de kastedilmektedir.

Bununla birlikte, refah ve kalkınma gibi gayet ‘modern’ ve pozitif imgelemlere sahip kavramlar ve bunlar üzerinde kafa yorup düşünce üretme süreçlerine gelene kadar, aslında Müslüman toplumların çoğunda, daha temel insani, kültürel ve toplumsal yapılaşmaların bile eksikliğini sürdürdüğünü açıkça söylemek gerekiyor.

Bu noktada, refah ve kalkınma ile ilgili yukarıda dikkat çekilen sorunun dışında ve ötesinde, öncelikli olarak halihazırda sürdüğüne kuşku olmayan bu temel insani, kültürel ve toplumsal yapılaşmalardaki eksiklikler üzerine konuşlanmak ve bunlar üzerinde çözüm arayışlarında bulunmakta yarar var.

20 Mart 2023 Pazartesi

Batı düşüncesinde değer yoksunluğu ve gelişimi üzerine kısa bir değerlendirme / A brief review on the lack of value and its development in Western thought

Mehmet Özay                                                                                                                            20.03.2023

Batı toplumlarının sadece, kendi dini-kültürel ve medeniyet evrelerini değil, bununla birlikte diğer toplumları da dönüştürme sürecinin nasıl başladığı ve devam ettirdiği konusu dün olduğu gibi bugün de tartışma konusu olmaya devam ediyor.

Ancak aradaki fark, bugün bu sürecin giderek farklı katmanlarda ve daha yoğun bir şekilde gündeme geliyor oluşudur…

Söz konusu bu dönüştürme süreçleri eğitim, aile, ekonomi, siyaset, din, moda, dünya görüşü vb. bağlamlarında ortaya çıkarken, tüm bunların temel dayanak noktasını ise, ‘bilgi’ kavramı çerçevesinde gelişen olgular oluşturuyor.

İnsan ve dönüşüm

Batı’nın bilim kavramına yüklediği ve/ya bu kavram üzerinde yaptığı değişiklik bireyi, toplumu, doğayı ve Doğa Üstü varlık alemini anlamlandırmada keskin dönüşümlere yol açmıştır.

Burada dikkat çeken husus, Batı’da bilgi konusunda yaşanan dönüşümün, aynı zamanda Batı Avrupa toplumlarının teritoryal yayılmasına yani, sömürgecilik süreçlerine paralel olarak ortaya çıkmasıdır.

Bilim kavramı ve pratiği üzerinde yaşanan dönüşümün, sadece Batı Avrupa toplumlarının bilimsel yaklaşımlarının örneğin, denizcilik üzerinden sömürgeciliği körüklemesi şeklinde gündeme geldiğini söylemek güç.

Bunun yanı sıra, tedrici olarak ortaya çıkan bilimsel gelişmelerin teknolojik araç gereçlerde karşılık bulması ve/ya somutlaşması, Batı Avrupa toplumlarına sağladığı maddi üstünlükle birlikte, sömürgecilik sürecinde ‘öteki’ toplumlar üzerinde çatışma ve yıkım olarak karşılık bulmuştur.

Bilimsel gelişmelerin zamanla Batı toplumlarına sağladığı veri, kaynak, gündelik yaşamda kolaylık ile bu sürecin sömürgecilik süreçlerinde maddi kazanımlara evrilen yönü, Batı’da üstünlük hissinin giderek yerleşmesine ve kalıplaşmasına yol açmıştır.

Bu üstünlük, psikolojik bir etki olarak kalmamış aksine, Batı düşüncesini şekillendiren bir norm haline gelmiştir.

Bilimin, üzerinde işlem yaptığı nesne olarak doğa (nature), zamanla Batı toplumlarının hizmetinde olması gereken bir olguya indirgenmiştir. Bu durum, aynı zamanda doğa’nın tüm insan toplumlarınca ortak kabul gördüğü söylenebilecek kutsallığını yitirmesi anlamına geliyordu.

Sömürgeciliğin erken dönemlerindeki denizcilik ve buna eklemlenen örneğin, deniz topları teknolojisinin ardından, bilimde yaşanan gelişme özellikle de, 19. yüzyıl boyunca gözlemlendiği üzere, askeri teknoloji ürünlerinde bulduğu karşılık, zamanla öteki toplumlar üzerinde siyasal, toplumsal ve bilimsel üstünlüğün belirmesine de neden olmuştur.

Bazı yazarlarca da dile getirdiği üzere, Batı’da üretilen ve endüstrileşme ile karşılık bulan modern bilim, farklı dünya toplumlarınca o döneme kadar üretilen medeniyet düşüncesinin ve bunun tüm toplumlar için yarar ve işlerlik kazanması düşüncesinun yerini, bir üstünlük/egemenlik anlayışına bırakmıştır.[1]

Tekdüze gerçeklik

Bu süreç, -tehlikeli bir genelleme olmakla birlikte- Batı toplumlarının üç düzlemde yani, doğa-insan-Yüce Varlık ilişkisinde tekdüzeliği ve indirgemeciliği ortaya çıkarmıştır.

Temelde bu gelişme, insan tekinin bizatihi bünyesinde taşıdığı doğallık, insaniyet ve Yüce Varlık olgularının/hislerinin yok olması anlamına geliyor.

Bu noktada, işin onulmaz yanı ise, Batılı toplumlarda zamanla ortaya çıkan üstünlük ve egemenlik düşüncesi karşısında, doğa-insan ve Yüce Varlık olgularının giderek önemini yitirmiş olmasıdır.

Sömürgecilik ve epistemoloji

Batı Avrupa toplumlarının kendi coğrafyalarından çıkıp, yakın-uzak coğrafyalara yönelmeleri aslında tarihte yaşanan bir ilk olgu değildir.

Farklı coğrafyalarda farklı toplumlar arasında karşılıklı kültürel, dini, ekonomik, teknolojik değiş-tokuşları gündeme getiren etkileşimler olmuştur. Ancak bu ikinci durumda yaşananların, Batı Avrupa toplumlarınca yönetilen süreçlerdeki dönüştürücülük ve yok edicilik boyutlarında olduğu söylenemez.

Aradan geçen süre zarfında Batı, sadece kendi epistemolojisi üzerinden bir dünya kurgusu geliştirmekle kalmamıştır. Aynı zamanda, bu durumun doğrudan uzantısı olarak, diğer dünya toplumlarının bağlı olduğu epistemoloji sistemleriyle doğrudan bir çelişki/tezat içine girdiği gibi onları da dönüştürmeyi temel bir hedef haline getirmiştir.

Küresel tehdit

15. yüzyılı baz aldığımızda, Batı’da ortaya çıkan bilim algısı ve pratiğinin yönelimi, bizatihi insan-bilgi ilişkisinde, -bir başka deyişle bilgi kaynağı, bilgi sınırlılığı yani, epistemoloji üzerinde yaptığı dönüşüm, bugün çok daha sarsıcı boyutlarda tüm insan toplumlarını etkilemektedir.

Bunun temel nedeni, Batı’nın “diğer toplumları yani, ötekini” değiştirmesinin sınır tanımaz boyutta ortaya çıkmasında aramak gerekir.

Ortada kasıtlı ve niyetli bir değiştirme olgusuna vurgu kadar, bizatihi Batı’nın da kontrol sınırlarını aşan bir teknolojik boyutun varlığının yeryüzündeki her birey üzerinde ve mekânsal zeminde hissettirdiğini unutmamak gerekir.



[1] Ziauddin Sardar. (1985). Islamic Futures: The Shape of Ideas to Come, London: Mansel Publishing Limited, s. 86.

18 Mart 2023 Cumartesi

İslam toplumlarında reform düşüncesi ve kısıtlılıkları / The reform idea in Islamic societies ant its limitations

Mehmet Özay                                                                                                                            18.03.2023

İslam dünyasında reform düşüncesi kavramsal ve süreç olarak varlığını sürdürmektedir…

Tarihsel ve yaygın söylem olarak bakıldığında bu reform düşüncesinin kahramanları (protagonists) olarak gündeme getirilen, 19. yüzyıl ikinci yarısını kapsayan dönemde öne çıkan Cemaleddin Afgani (Jamal ad-Din), Muhammed Abdu’ (Abduh) ile 20. yüzyıl başlarında adı sıkça duyulan Reşid Rıza’dır.

Reform pratiği

Bugün var olan reform düşüncesinde Afgani ve Abduh adlarının yanı sıra, İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde, farklı reformcuların örneğin, Mısır’da Tahtawi, Arabistan’da Muhammad ibn-Abd-al-Wahhab, Hindistan’da Sir Syed Ahmed, Takımadalar’da (Java Adası) Ahmed Dahlan adları yerel ve bölgesel düzeyde varlığını hem liderlik vasıfları ile kurdukları özellikle okullar, yüksek öğretim kurumları ve siyasal yaşam üzerinde gizli/açık etkileri bağlamında devam ettirmektedir.

19 yüzyıl bağlamında dikkat çekilen reform sürecinin devamında sadece, Ortadoğu coğrafyasında değil, Güney ve Güneydoğu Asya topraklarına kadar ulaşan yansımaları, bugüne kadar çeşitli akademik ve akademik olmayan eserlerin ana konusunu oluşturuyor.

Bu kısa yazıda, iki temel hususa dikkat çekilecektir. Bunlardan ilki, reform sürecini sadece, yukarıda dikkat çekilen Afgani, Abdul ve Reşid Rıza isimlerine bağlamak temelde bir eksikliği içerdiğidir.

İkincisi ise, Müslüman toplumlarda reform bağlamının anlaşılmasında, Batı Avrupa’nın İslam coğrafyalarına nüfuz etmeye başladığı 16. yüzyıl erken dönemlerinden itibaren ortaya çıkan gelişmelerinin göz ardı edilmesinin yanlışlığıdır. 

Reform kavramı

Bu noktada, bizatihi ‘reform’ kavramından başlayarak sürecin neye tekabül ettiği, öncü isimlerin hangi çerçevede reform, değişim ve gelişme talep ettikleri, hem coğrafya ile Batılı sömürgeci yapılarla ilişkiler, hem de İslam tarihi ve kültürü farklılaşmaları noktasında ayrışmalar gösterdiğini gündeme getirmekte yarar var.

Reform kavramının, Batı dillerinden alıntılanmasından kaynaklanan sorunlu bir yanı olduğuna kuşku yok.

Bununla bağlantılı olacak şekilde, Müslüman toplumlarda reform çabalarının, popüler haliyle bilindiği şekliyle, 16. yüzyıl başlarında Alman rahip Martin Luther ile başlayan ve kurulu Katolik kilisesi dogmalarına alternatif bir söylem getiren teolojik çıkış hatırlanmaktadır.

Bizatihi bu durum, özellikle siyasal çevreler başta olmak üzere ilgili yapıların Hıristiyanlık ve İslam dinleri arasında teolojik ayrışmayı göz ardı ederek her iki dini aynı teolojik zeminde ele almalarıdır.

Bu ise, kaçınılmaz olarak veya herhangi bir entellektüel çaba içerisine girilmeden, İslam’da reform tartışmalarını doğrudan Batı Avrupa Hıristiyanlığı tarihsel çerçevesinde ele almayı zorlayan bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Bunun bir sonucu olarak, bazı çevreler tarafından bu süreç, Avrupa’daki söz konusu gelişmeyle doğrudan irtibatlandırılarak, benzer bir sürecin Müslüman toplumlarında da ortaya çıkması konusunda gizli/açık bir çaba ortaya konmaktadır.

Bu söylemler bağlamında dikkat çeken bu eksiklik, Batı Avrupa dini koşullarının ve/yani, Hıristiyanlığın teolojik/dogmatik unsurları ile İslam dininin teolojik unsurları arasındaki ayrışmanın göz ardı edilmesidir.

Bu eksikliği, benzer şekilde veya bir karşılaştırmalı olgu olarak laikleşme-sekülerleşme-modernleşme tartışmalarında da görülür. Öyle ki, Batı Avrupa Hıristiyanlığının yaşadığı laikleşme-sekülerleşle süreçlerinin birebir aynısının, İslam dini bütünü içinde gerçekleşmesi arzusu ve icraatları temelde tarihsel bir hataya işaret etmektedir.

19. yüzyıl sınırlılığı

Müslüman toplumların reform kavramıyla yüzleşmelerinde, iki temel unsur dikkat çekiyor…

İlki, bu kavramın gündeme getirilmesi, ikincisi ise bu kavramı gündeme getiren aktörlerdir. İlginç bir şekilde, her iki halde de karşımıza 19. yüzyıl ikinci yarısı ve sonrası çıkmaktadır…

Kronolojik ve tarihsel olarak baktığımızda, Batı Avrupa’da reform sürecinin 16. yüzyıl başlarında gündeme gelmesi kadar, Hıristiyanlığın kendi iç bünyesine dair bir çatışmanın sonucu olarak reform söylemi güç kazanmıştır. 

İslam dünyasında ise, reform adı ve icraatlarının gündeme gelmesinde bizatihi, Batı Avrupa ile 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren başgösteren karşılaşmaların etkisi öne çıkıyor. Bu durum, reform bağlamındaki bu tarihsel bakışta gayet temel bir tarihsel eksikliği ortaya koyuyor…

Nihayetinde, reform adı ve icraatı 19. yüzyıla temellendirilirken, genel itibarıyla Kahire’de, Afgani ve Abduh ile başlatılan ve zamanla, İslam dünyasının farklı bölgelerine ulaşan reform sürecine atıf yapılır.

Bu durum, bize Avrupa’daki reform süreci ile en azından, Mısır özelinde karşımıza çıkan ancak, geniş Müslüman coğrafya için de kabul edilebilecek bu gelişme arasında üç yüz elli yıla varan bir süre bulunuyor.

Burada, “Niçin Kahire?” sorusu elbette ki önemlidir…

Bununla birlikte, Afgani ve Abduh gibi dönemi itibarıyla -bir anlamda- ‘ithâl’ reformistler öncesinde Mısır’da, Rafi’ el-Tahtavi’nin (Rifa’ah Rafi al-Tahtawi) varlığı söz konusudur.

Benzer şekilde, 20. yüzyıl başlarında Sir Syed Ahmed başta olmak üzere Hindistan’da temelde üç farklı ekole mensup reformcu düşünce akımı bulunmaktadır. Takımadalar’da ise Kiai Ahmed Dahlan öncülüğündeki Muhammediyye Hareketi gayet önemli bir zemin bulmuştur.

Bu ve benzeri isimlerin, Batı Avrupa sömürgeci yönetimlerle karşılaşmaları, bu yönetimlerin okullarında öğrenim görmeleri ve/ya bu sömürge merkezine yaptıkları seyahetler vb. süreçler onları sömürge yönetimini -şu veya bu şekilde-, büyük ölçüde benimsetici bir yönelime sokmuştur.

Bu nedenledir ki, örneğin Mısır’da Tahtawi Fransız,[1] Hindistan’da Sir Syed Ahmed İngiliz yanlısı tutuma sahip olmalarıyla anılırlar.[2] Muhammediyye Hareketi’ne yönelik tepki ise bizatihi, bu harekete karşı yerel şart ve zeminde gelişen Nahd’at-ul Ulama bünyesinde karşılık bulur.

Söz konusu bu süreçle ilgili bir diğer ilginç nokta da şudur…

Söz konusu bu uzun dönemin, farklı coğrafyalardaki Müslüman toplumların Batı ile karşılaşmasıyla da benzerlik taşıması üzerinde durulması gereken bir husustur.

Bu yaklaşımın önemi, çokça dillendirilen ancak kanaatimce gayet yanlış anlamalara açık olan tutum, İslam toplumlarının geri kalmışlığı olgusunun sanki, birdenbire 19. yüzyıl ikinci yarısında gündeme gelmiş ve tabiri caizse, apar topar bir reform sürecine girişildiği intibaının oluşturulmasıdır.

Bu gelişmeye karşı eleştirel tutum ortaya koyarken, aynı zamanda reform düşüncesinin, -adına İslam toplumlarının erken dönemleri dikkate alındığında,- içtihad (ijtihad) sürecinin göz ardı edildiği görülür.

Oysa, gerek dini, gerekse siyasal bağlamda daha öncesinde başlayan süreçlerin varlığı biliniyor. Bu durum, üzerinde özel bir yazıda durulmayı hak edecek önemdedir.



[1] Hisham Sharabi. (1970). Arab Intellectuals and the West: The Formative Years, 1875-1914, Baltimore: The Johns Hopkins Press, s. 27.

[2] Faisal Devji. (2011). “The idea of a Muslim community: British India, 1857-1906”, Colonial and Post-Colonial Governance of Islam: Continuities and Ruptures, (ed.), Marcel Maussen, Veit Bader; Annelies Moors, Amsterdam: Amsterdam University Press, s. 111. (111-132).

17 Mart 2023 Cuma

İslam ve bilim: Müslüman toplumda modern bilimsel faaliyet / Islam and science: modern scientific activities in Muslim societies

Mehmet Özay                                                                                                                            03.03.2023

Müslüman toplumların modern bilimle ilişkileri konusundaki tartışmalar süreklilik taşıyor.

Bu noktada, Müslüman toplumların modern bilime ilgilerinin kendinde bir çaba mı, yoksa dışardan gelen baskıların neticesinde zorunlu bir seçenek olarak ortaya çıkıp çıkmadığı sorusu önemlidir.

İçselleştiril/e/memiş modern bilim

Modernite ile karşılaşmalardan bu yana uzunca bir süre geçmesine rağmen, Müslüman birey ve toplumların modern bilime dair yaklaşımlarında henüz aşılamayan bir durum var ki, o da, modern bilimin içselleştiril/e/memiş olmasıdır.

Bu durum, ortada bir ikilemin varlığına işaret etmektedir. Bu noktada karşımızda iki durum bulunmaktadır.

Bunlardan ilki, epistemolojik ayrımıyla dikkat çeken söz konusu modern bilimsel faaliyetlerin Müslüman toplumlarda, dışardan gelen bir zorlama ile uygulanıyor olmasıdır.

İkincisi ise, bu uygulamaların genel olarak Müslüman toplum üzerinde tesirinin inşacı veya yapıcı (constructive) olmaktan ziyade, yıkıcı, tahrip edici (deconstructive) olmasıdır.

Bununla birlikte, dışardan gelen baskıların boyutuna bağlı olarak, modern bilimle ilişkinin ‘kaçınılmazlığına’ vurgu yapma zorunluluğu ve bu yaklaşımı temellendirme çabası ve/ya ‘İslami’ bir bağlama oturtma arzusu, adına savunmacı denilen bir tavrın geliştirilmesine ve “zaten Kutsal Kitab’ın bilimsel olgularla dolu olduğu” yönündeki söylemin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Bu ikinci durumla bağlantılı ve aynı amaca matuf bir diğer söylem ise, modern Batı biliminin köklerinin İslami bilimin oluşturduğu argümanıdır. Tam da bu noktada sorulması gereken, Batı, İslam bilimini alırken niçin Kur’ani bilgiye ulaşmadığıdır.

Modern bilimsel faaliyetler, insanın doğal çevresi ile ilişkisi noktasında ele alındığında, yukarıda dile getirilen yaklaşımı, en azından belirli şartlar altında, doğru kabul etmek mümkün gözüküyor.

Örneğin, Ghazali’nin hakikat arayışında bize sunduğu yaklaşımlardan ilki, insanın doğal çevresi ile ilişkisinin ilk basamağı teşkil ettiği yönündeki söylemidir. Bu durum, Müslüman toplumların modern bilimsel faaliyeti alma veya uyarlamada bir dayanak noktası olarak görülebilir.

Üst-gerçeklik

Ancak karşımızda yer alan modern bilimin kendini üst gerçeklik alanından ayırması ve bunun ötesinde, üst gerçeklik olgusu gibi bir yaklaşıma sahip olmaması, Müslüman toplumların Batı bilimiyle ilişkilerinde sorgulamaları bitirmek yerine daha da artırmaktadır.

Buna ilâve olarak Batı biliminin, bizatihi kendi içinde yaşadığı kırılmaları ve açmazları da yabana atmamak gerekir.

Doğa ile doğa-üstünün, hiyerarşik ve birbirinden farklı iki gerçeklik alanı olması, Müslümanca düşünme çabası içerisinde, hiç kuşku yok ki, anlamlı bir yere sahiptir. 

Müslümanca düşünmede bilimin kendinde bir gerçeklik alanı olmadığı aksine, bir üst alana yani, doğa üstüne ulaşmada bir araç konumunda olduğu görülür. Bu yaklaşım bize, Müslüman birey ve toplumun doğal çevresiyle ilişkisini örüntülerken, bundan hedefin hakikate ulaşma amacı taşıdığı aşikârdır.

Ancak benzer şekilde, Müslüman olmayan birey ve toplumların da -özellikle burada sekülerleşmiş Batılı toplumlar kastedilmektedir-, aynı doğal çevre ile ilişkiler geliştirmeleri -en azından, antropolojik olarak- doğru ve yerinde bir duruma tekabül etmektedir.

Bununla birlikte, onlar doğayı, maddi alemi dönüştürürken, elde edilen ürünlerle insan yaşamını kültürünü ve nihayetinde medeniyetini teşkil edecek donanımları sağlarken, bu elde edilen veriler ve kazanımlarla bir üst gerçekliğe yani, doğa üstü gerçekliğine ulaşma amacı ve hedefi taşımamaktadırlar.

Gerek felsefi anlamda, gerekse sosyolojik çerçevede Batı/modern bilimsel faaliyetinin doğa-üstü gerçekliği yitirdiği noktada, maddi çevre yani, doğa ile girdiği ilişkinin doğurduğu mekaniklik ve/ya mekanik bilgi doğa-üstünün bir başka deyişle mysterious olanın yerini almasına yol açmıştır. Bu durum, Batı modernleşmesinde Yüce Varlık olgusunun bir üst-gerçeklik olmaktan çıkartılması anlamına geldiği gibi, aslında ortada bir ‘Yücelik’ olgusundan bahsetmek te mümkün değildir.[1]

Ortaya çıkan bu durumun ise sekülerleşmeyle bağı ise gayet ortadadır…

Öte yandan, son dönemde gündemde sekülerliğin aşıldığı, dini/msi yapıların yeniden zuhur ettiği yönünde bir yaklaşım dikkat çekiyor. Ancak bu yapıların dinin geri gelişimi olduğu yoksa, dünde/geçmişte kalan dinin/dini bilginin/pratiğin çoktan değişerek anlam kaybına mı  uğradığının anlaşılması gerekmektedir.

Manipülasyon

Aslında olan biten, Yüce Varlık olgusunun modern Batı ve bu modern Batı’yı kendi yaşam ve düşünce şekline adapte etme arzusundaki Müslüman birey ve toplumlar tarafından çıkarcı ve manipüle edici bir ilişkiye konu olduğudur.

Batı modernleşmesinin üst gerçeklik olgusu ve bunun içeriğini boşaltmaya ve anlamsızlaştırmaya dair gizli/açık, kasıtlı/kasıtsız fiiliyatı insanı, doğrudan doğal çevresi ile ilişkisinde çatışmacı bir noktaya taşımıştır.

Bunun doğurduğu iki temel sonuç bugün kendini çok daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bunlardan ilki, doğa’nın tüketilmesidir; ikincisi ise, insanın maddi, biyolojik varlığı kadar, manevi (spiritual) varlığının da -bağlı olduğu söz konusu doğanın tükenmesi karşısında- tükeniyor oluşudur.

Ancak bundan öte, dikkate alınması gereken bir diğer önemli husus, Müslüman toplumların modernite ile karşılaşmaları öncesinde, adına bilimsel faaliyet denilen olgu ile ne şekilde haşır neşir oldukları ve bu ilgilerini Kutsal Kitap’la ne türden bir ilişki içerisinde algıladıkları konusudur.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2023/03/03/islam-ve-bilim-musluman-toplumda-modern-bilimsel-faaliyet-islam-and-science-modern-scientific-activities-in-muslim-societies/



[1] Ali Issas Othman. (1960). The Concept of Man in Islam: In the Writings of Al-Ghazali, Cairo: Dar al-Maaref, s. xi.

14 Mart 2023 Salı

Malaya’da Hıristiyanlık: Bukit Mertejam’da bir açık din müzesi olarak Aziz Anne Kilisesi / Christianity in Malaya: St Anne Basilica as an open religion museum in Bukit Mertejam

Mehmet Özay                                                                                                                            15.03.2023

Hıristiyanlığın, genel itibarıyla Malay dünyasında karşılık bulmadığı konusu, bölge tarihi çalışmaları yapanların ortak kanaatidir.

Bu yaklaşım, salt sıradan bir ifade olmanın ve de tekrarlanmanın ötesinde halen araştırılmaya değer bir konudur.

Bununla birlikte, Hıristiyanlığın bölgedeki varlığının, özellikle kilise, misyoner okulları ve bu kurumların mekân-mimari bağlamlarında kayda değer bir görünürlük taşıdığı da bir o kadar gerçek.

Bu gerçekliğe, Aziz Anne kilisesi ve mekânı üzerinden aşağıda kısaca ele alacağım…

Malaya’da Hıristiyanlık

Günümüzde Malaya Yarımadası’nda veya bugünkü Malezya’da Hıristiyan kurumsal yapılarının varlığı bir anlamda Batı Avrupa sömürgeciliğine parallel olarak başta Malaka, Penang, Cohor gibi eyaletlerde tanık olunuyor.

Bu tanıklığı teyit eden küçük bir “not”, aşağıda tasvir edeceğim kompleksin idari bölümündeki bir ilânda yer alıyor…

Kilise adamı (rahip) açığının Malezya’daki Hıristiyan kurumsal yapısı bünyesinde de olduğunu ortaya koyan ilân, bekâr erkek inananları rahip olmaya davet ederken, adayların Malaka, Cohor, Kuala Lumpur ve Penang Piskoposlukları’na (Diocoese) başvurabilecekleri belirtiliyor.

İngiliz sömürge döneminde Welleyley adıyla da anılan Penang Adası ve Ada’yı çevreleyen bölgede bugün, Bukit Mertejam yakınlarındaki Katolik mezhebine ait ve Aziz Anne Basilikası (Minor Basilica of St. Anne) adını taşıyan devasa bir kompleksin varlığı gayet şaşırtıcı bir nitelik taşıyor.

Mekândaki ikinci küçük mabedin (chapel) inşa tarihinin 1865 olduğu dikkate alındığında, bölge için önemli bir tarihi döneme işaret ettiği anlaşılır.

‘Basilika’ kavramının içerdiği üzere bu kompleksteki irili-ufaklı açık ve kapalı mekânlardaki ibadete ayrılan alanlar, Hz. İsa’nın son günlerini ve aynı zamanda o günlerde ona eşlik edenleri temsil eden heykeller, buranın bir açık hava ‘din müzesi’ niteliğinde olduğunu ortaya koyuyor.

Bu kompleksin, bölgede Hıristiyanlığın bugüne kadar gördüğüm en geniş alanda temsil edildiği bir mekân olduğunu söylesem yanılmış olmam…

Aziz Anne Basilikası ya da Malaya’daki Kudüs

Malay Yarımadası’nın Batı sahil şeridinde, Güney-Kuzey istikâmetindeki otoban güzergâhının Wellesley bölümünde -ki bugün daha çok Sebarang Perai adıyla anılıyor- yol, Bukit Mertejam ve Penang Adası ayrımını oluşturuyor.

Bukit Mertejam ile eski yerleşim yerlerinden biri olan Kulim arasında yaklaşık on kilometre mesafede, Kulim Caddesi üzerindeki mevkide yer alan Aziz Anne Basilikası (Minor Basilica of St. Anne), bölgeye yabancı olanları şaşkına uğratacak şekilde geniş bir alana yayılmış ve çeşitli hizmet binalarıyla bölgede varlığını hissettiren bir dini kompleks hüviyetinde.

Basilika’ya, Hz. Meryem’in annesi Aziz Anne’nin adının verilmesi, aslında Hz. İsa öncesinden başlayan bir dini-tarihsel sürece gönderme yapıyor.

Doğu’lu Hz. İsa

Basilika’nın ana kapısındaki tabelada, Katolik kilisesi amblemi ile cemaatin etnik ve linguistik karakterini ortaya koyacak şekilde Mandarince, Tamilce ve İngilizce ifadeler yer alıyor.

Komplekin farklı bölümlerindeki Hz. İsa’yı ve yakınında bulunan ve ona karşı son görevlerini ifa eden kişileri tasvir eden heykellerdeki kişilerin ten renklerinin kahverengiye çalması, herhalde Katolik misyonerlerin bölge toplumları ile bir ‘benzerlik’ kurma çabasının ifadesi olsa gerek…

Her ne kadar, Malayca bölgede ortak dil, Malay etnik yapısı kayda değer bir nüfusu oluştursa da, tabelâda Malaycaya rastlanmamasının gayet anlamlı bir yönü bulunuyor. Tabelâda ayrıca, bu geniş kompleks içinde cemaatin ve ziyaretçilerin nasıl davranacağına dair semboller bize Katolik Ortodoks etiğinin varlığını hatırlatıyor.

Belki de, sıradan denilebilecek ve aralarında giyim-kuşamdan, yüksek sesle bağırmaya; dilencilikten evcil hayvan gezdirmeye kadar çeşitli görsel ifadelerin dikkat çekici bir şekilde yerleştirilmiş olması, bölgenin maneviyatına halel getirecek unsurlardan arındırılmasındaki ciddiyeti ve niyeti ortaya koyması açısından önem taşıdığını söyleyebiliriz.

Daha komplekse girmeden uzaktan dikkat çeken unsurlar arasında dev çan kulesi, yaklaşık yüz metre ilerideki tepe yamacına yerleştirilmiş dev Haç’lar, sağ tarafta 25 basamaklı merdivenle çıkılan ve Anglikan mimarisine benzerliğiyle dikkat çeken kilise ve hemen yanında okul olarak kullanılan bina ile sol tarafta geniş cemaat için yapıldığı anlaşılan ve dış cephesinde Mandarince ifadelerin yer aldığı bir diğer kilise bulunuyor.

Bunların yanı sıra, geniş meydanın farklı bölgelerine konumlandırılmış olan ve her biri, Hz. İsa’nın Çarmıha gerildiği “son günü” anlatan heykelleri belki de, bu komplekse özgün değerini katan en önemli unsurlar olarak kabul etmek gerekir. 

Tepeye doğru kıvrıla kıvrıla çıkan iki yandaki merdivenlerin etrafındaki, gayet büyükçe Haç’lar sanki burasının mezarlık olduğunu akla getiriyor. Ancak değil…

Yavaş yavaş yukarıya doğru yol alırken, bu Haç’ların ne anlama geldiği sorusu akla gelirken, aslında tepenin üst noktasındaki Kudüs’teki Yahudilerin ‘Ağlama Duvarı’nı andıran, hemen önünde yarım daire şeklindeki mekân ile Çarmıh’a gerilmiş Hz. İsa heykeli buranın, kompleks içinde gayet özel bir mabed işlevi gördüğünü ortaya koyuyor.

Tepeye çıkarken karşılaşılan dev bir kayanın üstüne yazılmış olan “on emir” başta olmak üzere, yol boyunca her bir Haç’ın aslında yukarıdaki tapınağa ulaşana değin, inanan Hıristiyan mümini nedamete davet eden unsurlar olduğunu söyleyebiliriz.

Bu geniş mekân içerisindeki çeşitli unsurların, zaman zaman restore edildiğini ortaya koyan ifadelerden biri, 2008 yılında Paris Katolik Dış Misyonu (Les Missions Etrangeres de Paris) birimince gerçekleştirilen yapı oluşturuyor.

Malay-dışı Hıristiyanlar

Tüm unsurlarıyla Basilika’nın halen işlevselliğini devam ettirdiği ortada. Bunda, Wellesley bölgesinin özellikle, 1786’dan itibaren başta Hindistan ve Çin’den önemli dış göç almasının etkisi gayet dikkat çekici.

Genel nüfus içerisindeki bu dış göç yapısının, İngiliz sömürge yapısının seküler idaresi ve bu yapı ile şu veya bu şekilde ilintili çeşitli misyoner oluşumlarının bölgede ulaştıkları toplumsal grupları oluşturuyordu.

Bugüne kadar, yaklaşık sekiz/dokuz nesil boyunca Hıristiyanlığın bu unsurlar üzerinden devam ettirilmesi ve göç yapılaşmasının özellikle 19. yüzyılda giderek artış göstermesi Bukit Bertejam, Wellesley bölgesinde Aziz Anne Basilikası’nın önemli bir dini-kültürel işlev görmesine olanak tanıdığı anlaşılıyor.

Hıristiyanlığın Doğu Takımadaları’nda yayılma serüveninde seküler yönelimine ragmen, sömürge yönetimlerinin işlevi kadar, farklı misyoner kurumlarının varlığı belirleyici olmuştur.

Her ne kadar, geniş Malay toplumu içinde Hıristiyanlık kabul görmese de, Malaya topraklarında özellikle sahil şeritlerindeki şehir ve kasabaların bölgesel ve küresel işlevi zamanla Hindistan ve Çin gibi çeşitli coğrafyalardan göç unsurlarını ortaya çıkarmıştır.

Özellikle, eğitim başta olmak üzere toplumsal gelişme/kalkınma noktasında sömürge yapısına bağımlı olan göç unsurları aynı zamanda Hıristiyan misyonerliğinin ulaştığı toplumsal grupları teşkil etmiştir.

11 Mart 2023 Cumartesi

Doğal afetler, “yüzyılın felâketi” kavramı ve insani tutum / Natural disasters, the concept of ‘disaster of the century’ and human attitude

Mehmet Özay                                                                                                                            11.03.2023

www3.nhk.or.jp
Yaşadığımız modern dönemin bir özelliği olarak küreselleşme, yeryüzünün farklı bölgelerinde ortaya çıkan ‘doğal’ afetlerin, kısa bir süre zarfında dünya toplumlarına ulaştırılmasına imkân tanıyor.

Bu imkânın, olumlu mu veya olumsuz mu olduğu açıkçası tartışma götüreceği ileri sürülebilir.

Bundan kastımız, adına ‘doğal afet’ denilen yaşananların zamanla kanıksanır bir hale gelmesi ile bir yandan doğal afete, öte yandan bu afetlere maruz kalanlara yönelik duyguların ve düşüncelerin  de zaafiyete uğramasıdır.

Medyanın rolü

Bu durumu belki de, medya çalışmalarında çokça dile getirildiği üzere, yazılı basında ‘üçüncü sayfa haberleri’ kavramıyla -zamanla görsel medyada da benzeri gelişmeleri konu alan ‘haberler’de ‘gündem gelen/getirilen kaza, kriminal (adli) vakalar vs. gibi haberler karşısında duyarsızlaşmanın ortaya çıkmasında gözlemlemek mümkün.

Bu nedenledir ki, söz konusu bu belirli haberlerin toplumun geneli veya kamu yararı bağlamında neye hizmet ettiği konusu tartışma alanı olarak ortaya çıkmıştır.

Buna ilâve olarak, bu haberlerin bir anlamda, okuyucuların duygularıyla oynanmasına alet edilmesi yönünde kurgulanmasından hareketle sansasyonel denmesinin de, açıkçası medya organlarının işlevinin sorgulanacağı bir boyutu ortaya çıkarmıştır.

Doğal afetler ve etkileri

Bununla birlikte, yaşanan öylesine doğal afetler vardır ki, dünya toplumları üzerinde oluşturduğu etki nedeniyle diğerlerinden farklılaşan bir özellik taşır.

Türkiye’de yaşanan son depremin, böylesi bir özellik taşıdığına kuşku bulunmuyor...

Söz konusu bu ‘doğal’ afeti, küresel çapta tepki çeken bir özelliğe taşıdığını ortaya koyan ise, ‘yüzyılın felâketi’ tabirinin kullanılmasıdır.

Neredeyse, ilk çeyreğini bitirmek üzere olduğumuz içinde yaşadığımız bu yüzyılda, ‘Yüzyılın felâketi’ tabirinin kullanıldığı ilk ve tek doğal afet değil karşı karşıya kaldığımız.

Hatırlayalım... Yüzyılın hemen başlarında, 2004 yılının son günlerinde (26 Aralık), Hint Okyanusu’nu çevreleyen ülkeleri sarsan deprem ve tsunami bunlardan biriydi.

Her ne kadar, görsel medyanın çeşitli nedenlerle ‘hakkıyla’ yakalayamadığı 2004’deki tsunami hadisesi, ortaya çıkardığı insan ve maddi kayıp ile doğal çevrenin değişimi dikkate alındığında, ‘yüzyılın felâketi’ kullanımına haklılık kazandırmıştı.

Bundan görece kısa bir süre sonra, 11 Mart 2011 tarihinde benzer bir deprem ve tsunami Japonya’yı vurmuştu... Bu vesileyle, söz konusu tsunaminin 12. yılı olduğunu hatırlatalım.

Japonya’nın teknik donanımı, tsunaminin etkisini küresel boyuta taşımaya ve dünya toplumlarına tsunaminin, ne türden bir ‘doğal’ afet olduğuna dair kafi derecede fikir verecek boyuttaydı.

İklim değişikliği

Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda dikkat çeken önemli gelişmelerden biri de, yeryüzünün doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine yaşanan iklim değişiklikleridir.

Her ne kadar, iklim değişiklikleri bağlamındaki bu gelişmeler, fiziki anlamda doğrudan tanık olunan insan kayıpları noktasında yukarıda zikredilen afetlerin neden olduğu kayıplar boyutunda olmasa da, uzun dönemli etki gücü bakımından ‘yüzyılın felâketleri’ olarak anılmayı hak ediyor.

Bu tür afetlerin doğuracağı sonuçları bir anlamda, ‘kelebek etkisi’ (butterfly effect) ile açıklamak mümkün. Dev orman yangınları, kuraklıklar, aşırı soğuklar, kasırgalar, tayfunlar ve sel felâketleri iklim değişikliğinin her iki açıdan yani, neden ve sonuçları olarak ortaya çıkan ‘doğal’ hadiselerdir.

Bu gelişmeler, ilgili bölgelerde yaşayan canlı varlıkların azalmasının ve/ya yok olmasının eko-sistem üzerinde ortaya çıkaracağı etki; kurulu toplumsal sistemin bozulması; ekonomik üretim süreçleri üzerinde doğuracağı olumsuzluk; ilgili bölgelerdeki insan toplumlarının zorunlu göçleri ile ortaya çıkacak şehirleşme problemleri vb. gayet komplike gelişmeler bu türden doğal afetlerin sadece, ortaya çıktığı bölge ile sınırlı olmayan aksine, belki de uzmanları dışında geniş toplum kesimlerinin farkında ol/a/madığı sonuçlara yol açıyor.

Bu farkında ol/a/mama hali, yazının başında dikkat çekilen ‘küreselleşmenin’ olumlu etkisi ile çeliştiğine kuşku yok. Öyle ki, yaşadığımız dönemde insan toplumlarında kayda değer anlamda bir bilinç oluşturulamamış olması bunun kanıtı hükmündedir.

Yukarıda dikkat çekilen söz konusu gelişmelerin, insan toplumları tarafından arzu edilmediği söylenebilirse de, özellikle iklim değişikliğinin ‘doğal’lığının yanı sıra, bu gelişmeleri tetikleyen insan faktörünü de göz ardı etmemek gerekir.

Hatta, ‘doğal felâket’ kavramına tekabül eden deprem, tsunami vb. gelişmeler de dahi, özellikle insan, maddi ve manevi kayıplar noktasında insan faktörünün oynadığı rol hiç de yabana atılır gibi değil...

Tek tek bireylerden başlayarak, toplumsal ve kurumsal boyutta insan unsurunun doğayla girdiği etkileşimin, adına ‘doğal’ denilen afetlerin ortaya çıkmasında ve/ya söz konusu ‘doğal afetlerin’ yıkıcı boyutlarının oluşmasındaki rolü üzerinde dikkatlice düşünmekte yarar var.

5 Mart 2023 Pazar

Müslüman toplumların gerilemesinde sorumlu kim?: Yeni bir bakış açısı / Who is the responsible from the decline of Muslim societies: A new perspective

Mehmet Özay                                                                                                                            05.03.2023

Müslüman toplumların gerilemesi dendiğinde akla genel itibarıyla, sokaktaki vatandaşın hatta, -ilgilisi dışında- okur yazarlar nezdinde dahi, pek de anlaşılamayan soyut tartışmalar geliyor.

Söz konusu gerileme süreci Osmanlı Devleti’nden başlayarak Takımadalar’daki Müslüman devletlere kadar geniş bir coğrafyada karşılaştırmalı olarak ele alınmalıdır.

Bu noktada, suçu ve suçluyu ötekinde, dışarıda aramak yerine veya bunun yanı sıra, bir yöntem olarak temelde, “nerede hata yaptık?” sorusunun gündeme getirilmesi ve cevaplandırılması gerekmektedir.

Bu sorunu, Müslüman toplumlar çerçevesinde, içinde yer aldığımız siyasal, ekonomik ve sosyal etkileşimlere konu olan bugünün toplumsal sorun ve olguları üzerinden değerlendirmek ve tarihin değişik evrelerindeki Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı, tecrübe ettiği siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlar ve olgular bütününe yansıtmak mümkündür.

Ya da işe, tarihten başlayarak bugüne yani, yaşadığımız döneme gelmek gibi bir yöntem takip etmek de imkân dahilindedir.

Bu dönemsel karşılaştırmalar, hem içinde bulunduğumuz dönemi, hem de temelde sorunların kaynağı olarak telâkki edilen dünün sorunlarını yeniden tanımlama ve anlama imkânı sağlayacaktır.

Bu durum, aynı zamanda geri kalmışlığın ne tür iç ve dış nedenleri olduğunu hatırlatmak ve anlatmak suretiyle tarihe ve bugüne yeni bir bakış geliştirilmesini olanak tanıyacaktır.

Bu çerçevede, bu yazıda kısaca, Kuzey Sumatra’da bağımsız bir devlet statüsüne sahip Açe topraklarında, 18. yüzyıl ikinci yarısında, yani 1770’li yıllarda yaşanan ticari ve ekonomik  yapılaşmaya kısaca değinilecek bu sürecin, siyasal ve ekonomik gerileme ile ilişkisi üzerinde durulacaktır.

Ancak, öncesinde konuyla ilgili belirli bir çerçeve sunmakta yarar var...

Bilimsel tutum ve gerileme

Müslüman toplumların, Batı Avrupa denizci toplumları karşısında gerilemesinin nedenlerini bilimsel gelişmelerden ayrı ele almak mümkün olmadığı aşikârdır. Zaten elimizdeki kaynak eserler de ve bu eserleri kaleme alan yazarların/düşünürlerin kastının da, bizatihi bu ‘bilimsellik’ olgusu olduğuna şaşmamak gerekir. 

Bununla birlikte, söz konusu gerilemede bilimsel gelişmelerin hangi alanının egemen olduğu sorusu da bir o kadar önemlidir. Emprisizme kapı aralayan katı bilimler (hard sciences) ve bunların teknolojiye yansımaları bir yana, sosyal bilimlerin ve bunlarla ilintili alanların Müslüman toplumlarda gerektiği ilgiyi görmemesi, zamanla yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasal çözülmenin ve gerilemenin nedenleri arasındadır.

Sosyal bilimlerin 19. yüzyılın ürünleri olduğu dikkate alınmakla birlikte, 16. yüzyıl ikinci yarısından başlayarak, 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Müslüman toplumlarında siyaset bilimi ve yönetimi, toplumsal yaşam, kültür, etik ve ticaret gibi alanlara dair eserler veya pratikte bu alanlara tekabül edecek siyasal ve ekonomik politikaların varlığını kastediyoruz.

Bununla ilgili sosyal bilimlere dair pür bilimsel faaliyetlere değil, aksine pratiğe karşılık gelecek ve bu pratiğin ürettiği en azından, bazı temel kavramlar ve tanımlar üzerinde yerleşik bir düşünceyi ele alıyoruz.

Bu bilimsel yapılaşmanın, hiç kuşku yok ki, ilgili Müslüman toplumlarda İslami bilimlerin nasıl gelişme gösterip göstermediğiyle de yakından alâkalı olduğunu söylebiliriz.

Sömürgecilik tarihi ve yansımaları

Bu gerileme süreçlerini izlemenin önemli alanlarından birini, sömürgecilik tarihi oluşturuyor...

Öyle ki, sömürgecilik tarihinin dikkatle incelenmesi, geri kalmışlık söylemindeki yanlışların ve eksikliklerin düzeltilmesine el verecek veriler sağlayacaktır. Bu tutum, aslında Müslüman toplumların geri kalmışlık tarihi üzerinden geniş bir tarihi alanı yeni baştan ele almak anlamına gelmektedir.

Bu noktada, kendini sömürgecilik süreçlerine konu olmadığı söylenebilecek Osmanlı Devleti ile birlikte anılabilecek farklı coğrafyalardaki, Müslüman devletlerin aynı ve/ya benzer gerileme süreçlerine konu olup olmadıkları ise, gayet dikkat çekici bir duruma tekabül etmektedir.

Sömürgecilik sürecinde, Hint Okyanusu’nu çevreleyen topraklarda özellikle de, Güneydoğu Takımadalar bölgelerindeki egemen Müslüman devletlerin varlığı ve bölgenin Batı Avrupa kapitalizminin gelişmesindeki çeşitli boyutlarda ortaya çıkan etkisi, nasıl bir dönüşümün yaşandığı konusunda bazı ipuçları vermektedir.

Sömürgeciliğin, Takımadalar toplumlarına nüfuz etmeye başladığı 1511 yılı ve devamında bölgede sadece, ticari etkileşimler üzerinden tekel oluşturmayı arzulayan Batı Avrupalı denizci/tüccar ulusların, -ki bunlar bünyesinde hem ilgili krallıklarca desteklenen, hem de özel tüccar gruplarının güdümünde faaliyet gösteriyordu-, bu etkileşimin zamanla doğrudan veya zorunlu bir sonucu olarak siyasal ve toplumsal yaşamı belirleyicilikleri gündeme gelmiştir.

Müslüman toplum ve yönetim becerisi

Kronolojik olarak bakıldığında aslında, erken dönemde yani, 16. yüzyıl başlarından itibaren gündeme gelen ticaret kapitalizmi (mercantalism) olarak literatürde yer alan etkileşimin, siyasal ve ekonomik egemenliğe evrilmesinin 19. yüzyıl ortalarında ortaya çıkması bile bize, bu uzun üç yüzyıllık dönemde, Müslüman toplumların nasıl ve niçin geri kaldıklarının aslında, pek de dikkate alınmadığını gösteriyor.

Oysa, Müslüman toplumların geri kalmışlık söyleminde temel sorun, 19. yüzyıl ortalarında karşılaşılan Batı Avrupa siyasi yapılarının Müslüman devletleri ve toplumları geniş bağlamı ile sömürgeleştirmesinden ziyade -ki, bu dönemi emperyalizm olarak değil, aksine “yüksek sömürgecilik” olarak adlandırıyoruz- aradaki üç yüz yıllık dönemde, hangi siyasal yapının nasıl bir ekonomi-politik ve toplumsal yapılaşma sergileyip sergilemediğiyle alâkalıdır.

Hiç kuşku yok ki, sömürgeciliğin ticaret kapitalizmi boyutu ile ardından, zamanla ortaya çıkan siyasal egemenlik yapılaşması örneğin, Malaya Yarımadası ile Sumatra, Java, Borneo (Kalimantan), Doğu Adaları ile Filipinler Takımadaları üzerindeki yapılaşması birbirinden farklılık gösteriyor.

Bir prototip olarak Kuzey Sumatra

Temel itibarıyla, Kuzey Sumatra tarihini 18. yüzyıl sürecinde ele almada bazı kısıtlılıklar bulunmaktadır.

Bunda yerel kaynakların azlığı, yetersizliği kadar, Batılı sömürgeci yapıların, seyyahların bu döneme dair kayıtlarının da sınırlılığı etkendir. Bununla birlikte, eldeki bazı veriler bu dönemi anlamada bazı ipuçları sağlamaktadır.

Bu noktada, 1770’li yıllarda Açe Darüsselam Sultanlığı’nın başında bulunan Mahmud Şah dönemi hem iç/yerel politika hem de Batılı tüccar kurumlarıyla karşılaşmalar bağlamında bize, dönemin siyasal ve ekonomik karakteristiklerine dair fikir vermektedir.

Yaklaşık yirmi yıllık iktidarı süreci, ilk etapta ‘istikrarlı bir yönetimin varlığını’ akla getirse de, Mahmut Şah dönemi siyasal istikrarsızlık ve bunun hem nedeni ve sonucu olarak görülebilecek ekonomik istikrarsızlığı ile incelenmeye değer bir dönem olarak gözükmektedir.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, “istikrarsızlıkta süreklilik” olarak adlandırdığımız yapı, dönemin özelliği olarak dikkat çekmektedir. 

Bu inceleme, yazının başında kısaca dikkat çekildiği üzere, Müslüman toplumların Batılı denizci/tüccar uluslar veya Batı Avrupa ulusları karşısındaki gerilemesinin, bazı bölgeler ve ülkeler için istisna olmadığı aksine, Kuzey Sumatra’da Açe örneğinden hareketle şu veya bu ölçüde bir prototip ortaya koymaya olanak tanıdığını söyleyebiliriz.

Yukarıda, Mahmud Şah dönemine dair tanımlayıcı bir kavram olarak gündeme getirdiğimiz “istikrarsızlıkta süreklilik” bu anlamda neredeyse, dönemin tüm Müslüman devlet yapılarına uygulanabilir bir tanım özelliği göstermektedir.

Açe’de siyasal iktidarın başında Mahmud Şah, siyasi egemenliğin yegâne meşru lideri olmasına rağmen, bölgenin -bir anlamda, tarihsel kaderi kabul edilebilecek şekilde- tarımsal hammadde kaynaklarına sahip oluşu, bu kaynaklara yönelik dış talepte süreklilik ile Açe’nin jeo-politik konumu, bölgesel gelişmelerde bu Açe siyasal yapısını tek başına bırakmadığı gibi, sürekli bir dış ilginin odağı haline getirmiştir.

18. yüzyıl ikinci yarısı da, bunda gayet temsili bir öneme sahiptir. “Bu temsiliyetin ana ilkeleri nelerdir?” diye bakıldığında, karşımıza şu olgular çıkmaktadır:

a) siyasal egemenlik: Başkentte ‘Sultan’ ile özdeşleşen merkezi yönetim ile ‘yerel/bölgesel yönetim liderleri’ (raja) bağlamında varlık süren yerel yönetimler arasında, yüzyıllar boyunca var olan siyasal egemenlik ayrışmasıdır. Temelde bu ayrışma, siyasal otoritenin ayrışması ile adem-i merkeziyezçilik olguları bağlamında gayet anlamlı ve işlevseldir. Bu siyasal yapılaşmanın zaafiyeti ise, sömürgeci tüccar/denizci milletlerin bu ayrışmayı kendi lehlerine kullanabilecek özellikleri bünyesinde barındırmasıdır.

Konumuz özelinde söylemek istediğimiz husus, bu köklü siyasal yapılaşmanın dışardan gelen gerek ticari, gerek askeri müdahaleler karşısında önemli açıklar vermesidir. Bununla birlikte, burada temel sorun, Müslüman yönetimden veya Müslüman yöneticilerden beklenen sorumluluğun ortaya konmasında, zamanla yenilenebilecek veya uygulanabilecek idari, askeri ve ekonomik yapıların kurumsallaştırılamamış olması veya var olan yapıların böyle bir esnekliğe imkân tanımamasıdır.

Bu ayrışma, merkezde güçlü bir hükümdar olgusunun varlığı ile bölgesel istikrarın ilişkisindeki paralelliği ortaya koyarken, -yukarıda dikkat çekildiği üzere- siyasal, ekonomik ve askeri yapıların kurumsallaşamaması ve/ya esnek bir yapılaşma sergileyemediğini kanıtlamaktadır.

b) Ticaret ve ekonomik bağımsızlık: Merkezde yer alan sultanın, doğrudan ticari faaliyetlerde yer alması ve ekonomik yapılaşmada pay sahibi olma arzusu temelde onu, çevre/bölgesel yönetimler karşısında güçlü bir konuma getirmenin aracı hükmünde olmuştur.

Bu yapı, bizatihi merkez-çerve ilişkisini belirleyecek olan siyasal egemenlik, ticaret, vergi, yatırım vb. gibi alanlarda kurumsal yapının oluş/a/madığını göstermektedir. Veya böyle bir yapı var ise de, bu yapının sadece, dışarıdan gelen talepler bağlamında, bir anlamda spekülatif açılımlar üzerinden gündelik çatışmalarla şekillenen palyatif tedbirler üzerinden, güçlü olanın dikte ettiriciliği üzerinden pratikte karşılık bulmuştur.

c) Dış müdahale ve arzu edilmeyen sonuçlar: Merkezde temel itibarıyla siyasal egemenliğinde sorun bulunmayan Sultan’ın, kendine ekonomik egemenliğini sağlayacak yol ve yöntemleri sağlamada dışa bağımlılığı, temel bir siyasal egemenlik ve meşruiyet sorununa dönüşmüştür. Örneğin, Güney Hindistan (Chulia) tüccar sınıfının bu dönemdeki başkentte varlığı, ekonomi ile siyasetin birbirine destek ve güç kattığı ve bu anlamda Açe soyluları nezdinde güç ayrışmasına ve çatışmasına neden olduğu görülür.

Müslüman kimliğine sahip bu dış tüccar sınıfının varlığı karşısında ikinci bir dış güç olarak İngilizlerin Hindistan’da Madras merkezli yapılanmalarının, Açe’deki ticaret yaşamı üzerinde söz sahibi olma yaklaşımı çatışmayı Açe sınırlarından bölgeye doğru taşınmasına hatta zamanla, İngiliz ticaretinin merkezi Londra’da yankı bulmasına yol açmıştır.

Bu durum, Açe siyasal ve ekonomik sisteminin kendi iç dinamizmini oluşturmadaki zaafiyetine işaret etmektedir. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, Açe’de siyasal temsiliyet ve ekonomik çıkarların kurumsal yapılara büründürülememesinin yol açtığı bir güç çatışması söz konusudur.

Bu çatışma, Mahmud Şah örneğinde bir siyasi egemenin varlığı ve dönemi ile sınırlı olmadığı aksine, Kuzey Sumatra’daki Müslüman toplumun uzun dönemli olarak, siyasal ve ekonomik egemenliğiyle bağlantılı açmazlara yol açan bir duruma tekabül etmektedir.

Bu üç temel özellik, aslında -Açe Darüsselam Sultanlığı özelinde görüldüğü üzere-, bir Müslüman yönetim yapısında ve toplumsal sisteminde güven, istikrar ve kalkınma süreçlerinin temel parametrelerinin oluşturulmasında gayet önemli arızaların olduğunu ortaya koymaktadır.

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesini salt sömürgeci güçlerin 19. yüzyılda siyasal egemenliğe evrilen yapılarıyla açıklamak mümkün değildir.

Aksine, Osmanlı Devleti’nin de içinde yer aldığı Müslüman devletlerde gerilemenin izlerini bu siyasi yapıların iç mekanizmalarındaki uzun dönemli aksaklıklar üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Bu gerilemede, Batı Avrupa’da gelişen bilim ve teknolojiden ziyade, bu gelişmeye yol açan felsefi ve sosyal bilimler alanlarının Müslüman devletlerde niçin ortaya çıkmadığı ve gelişmediği hâlâ incelenmeye değer bir konudur.