31 Temmuz 2021 Cumartesi

ABD’den Asya-Pasifik’e dönme işaretleri: Lloyd Austin’in bölge ziyareti / Signs of returning of the US to Asia-Pacific: Lloyd Austin’s visit to the region

Mehmet Özay                                                                                                                            31.07.2021

ABD savunma bakanı Lloyd Austin, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) üyesi Singapur, Filipinler ve Vietnam ziyaretlerde bulunuyor.

Bakan Austin, ziyaretleri çerçevesinde, 26-28 Temmuz günlerinde, Singapur’daydı. Cuma günü Filipinler’de başkan Roberte Duterte ile görüşen Austin’in son durağı Vietnam olacak.

Bu ziyaretler, ABD’de Joe Biden yönetiminin Asya-Pasifik bölgesiyle ilişkileri yeniden geliştirme politikasının önemli adımlar atılmaya başlandığının işareti olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Singapur ve Filipinler’de yapılan görüşmelerde güvenlik merkezli önemli anlaşmalar gündeme geldi. Singapur’da askeri işbirliği siber güvenlik ve yapay zekâ alanlarını kapsayacak şekilde genişletilirken, Filipinler’de başkan Rodrigo Duterte’nin 2020 yılında Şubat ayında feshettiği ABD üsleriyle ilgili anlaşmanın, dün yapılan görüşmelerle yenilenmesi önemli gelişmeler olarak dikkat çekiyor.  

Austin, Haris ziyaretleri

Austin’in bu ziyaretlerine dair analizler daha gündeme gelmeden, Beyaz Saray’dan Cuma günü yapılan açıklamada, Ağustos ayı içerisinde bu sefer, ABD başkan yardımcısı Kemala Haris’in Singapur ve Vietnam’a ziyaret yapacağı duyuruldu.

ABD yönetimi önce savunma bakanı ve ardından başkan yardımcısını bölgeye göndermek suretiyle, hem her yıl yaptığı bölge ziyaretlerindeki devamlılığı sağlamaya çalışıyor, hem de oldukça sıcak gelişmeler konu olan bölgede ittifak yapısını yenilemeyi ve güçlendirmeyi hedefliyor.

Bu girişimler hiç kuşku yok ki, ABD’nin ulusal güvenlik olgusunu, genelde Asya-Pasifik ve özelde ASEAN bölgesiyle irtibatlandırdığını bir kez daha gösteriyor.

Beyaz Saray yetkilileri, Lloyd ve Harris ziyaretlerine atıf yaparken, vurgu Biden yönetiminin “küresel işbirliğinin yeniden inşası” olgusuna vurgulamaları dikkat çekicidir.

Güvenlik protokolünün yenilenmesi

Savunma bakanı Austin’in, Singapur Savunma bakanı Dr. Ng ile yaptığı görüşmede temel vurgu, iki ülke savunma işbirliğinin “uzun ve mükemmel” bir geçmişe dayandığı ve bugünün koşullarında söz konusu bu ilişkinin geliştirilmesine yönelik ihtiyacın olduğu yönündeydi.

Bu söylemin somut karşılığı ise, iki ülke işbirliği çerçevesi terörle mücadeleden, yapay zekâ ve siber savunma alanlarını içerecek şekilde genişletilecek olmasıdır.

Bu çerçevede, 1990 yılındaki anlaşmanın güncellenmesine yönelik, 2019 yılı yenileme protokolünün imzalanması gündeme geldi.

Söz konusu protokol ABD ve Singapur açısından gayet stratejik maddeler içeriyor. Bu noktada, ABD’nin genelde Asya-Pasifik ve özelde ASEAN güvenlik bölgesinde, hem kendi ve ittifak ülkelerin ulusal güvenliğini hem de uluslararası ticaret suyollarının serbest dolaşımını sürdürmeye yönelik olarak deniz ve hava kuvvetlerinin Singapur deniz ve hava limanlarından istifadesini öngörüyor.

Bu durum, ABD’nin zaten bugüne kadar bu alanda Singapur’un somut olarak sağladığı teknik ve lojistik desteğin öneminin artarak devam edeceği anlamına geliyor. Özellikle, sahil güvenlik ve çoklu görev işlevi gören P-8 Poseidon uçaklarının bölgede konuşlandırılması önem taşıyor.

Singapur açısından ise en somut gelişme, hava kuvvetlerinin Ada ülkesinin teritoryal sınırlılığından dolayı eğitim/tatbikat gibi süreçlerde, ABD’den destek almasına olanak tanıyacak olmasıdır. Buna göre, Singapur hava kuvvetleri mensupları, ABD’nin Guam Adası’ndaki üssününün yanı sıra, ABD’de Arizona’da askeri eğitimlerine devam edebilecekler.

22 Haziran-7 Temmuz tarihleri arasında iki ülke deniz kuvetlerinin Guam Adası çevresinde gerçekleştirdikleri 3. Pasifik Griffin tatbikatı işbirliğinin son örneğini teşkil ediyor. İlki 2017 yılında gerçekleştirilen tatbikat, iki ülke deniz kuvvetlerinin işbirliğini artırması hedefliyor.

Uluslararası hukukun işlerliği ve güvenlik

2010 yılından bu yana Güney Çin Denizi teritoryal haklar meselesinde Çin’in agresif yapılanmasına karşı ASEAN’a üye beş ülkenin tepkisi tepkisi zaman zaman gündeme gelirken, bu ülkeler arasında olmamasına karşın Singapur’un, ABD ile geliştirmekte olduğu straetjik güvenlik işbirliği ABD merkezli bölgesel ittifak yapılaşmasının önemini ortaya koyuyor.

ABD’nin Singapur merkezli askeri yapılaşması Hint Okyanusu bağlantısını sağlayan Malaka Boğazı ile Güney Çin Denizi’nde uluslararası seyir güvenliğinin tesisi için önem arz ediyor.

Yukarıda dikkat çekilen ve yeni dönemde giderek daha da öne çıkacağına kuşku olmayan alan ise siber güvenlik. Bu yılın başlarında Microsoft sunucularına yönelik siber saldırının sorumlusu olarak, ABD ve İngiltere başta olmak üzere Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar Anglo-Saxon dünyası öncülüğünde batılı ülkeler Çin’i hedefe koyarken, siber alan, güvenlik ve ekonomi alanında yeni tehdit olgusu olarak yer işgal edecektir.

Geciken ziyaretler

ABD üst düzey yetkililerince gerçekleştirilmekte olan bu ziyaretlerin, kovid-19 salgını nedeniyle gecikmeli olarak gündeme geldiğini söylemek gerekiyor.

Singapur’da her yıl organize edilen geleneksel Shangri-La toplantılarının bu yıl Haziran ayında yapılacağı konusunda yapılan açıklama, salgının yeni bir safha ile bölgeyi vurması dolayısıyla son anda ertelenmişti.

Toplantı, küresel anlamda öne çıkan ülke savunma bakanlarının da biraraya gelmesine mani olduğu gibi, özellikle ABD’nin yeni dönemde Asya-Pasifik bölgesinde savunma ve güvenlik politikalarıyla ilgili politikalarını ortaya koyacağı bir zemin olacağı bekleniyordu.

Trump döneminde bölge ile ilişkiler ticaret ve güvenlik ilişkileri bağlamında gerilimlere neden olurken, özellikle Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, ABD ile olan askeri işbirliği anlaşmasından çekilmesi genel anlamda güvenlik özelde ise, ABD’nin bölgedeki fiziki varlığı, lojistik destek vb. gibi konularda zaafiyetine işaret ediyordu.

Gerek Asya-Pasifik bölgesindeki geleneksel ittifaklarıyla arasının açıldığı Trump döneminden farklı olarak, Biden yönetimi savunma ve güvenlik anlamında genel olarak Asya-Pasifik özelde ise ASEAN ile yeni işbirlikleri konusunda önemli inisiyatifler geliştirileceğinin sinyallerini vermeye başladığını söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/31/abdden-asya-pasifike-donme-isaretleri-lloyd-austinin-bolge-ziyareti-signs-of-returning-of-the-us-to-asia-pacific-lloyd-austins-visit-to-the-region/

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Endonezya’da kovid-19 delta varyantı ve tedbirler / Delta variant of covid-19 and strict measures in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            26.07.2021

Endonezya, kovid-19 salgınının Güneydoğu Asya’da yeni merkezi haline geldi.

Kovid-19 pozitif olanların ve ölümcül vaka sayısındaki artış üzerine, 3 Temmuz’da başlatılan kısmı kapanma, genişletilirken 2 Ağustos’a kadar uzatılmasına karar verildi.

Salgının yüzde altmışlık bölümünün özellikle, 270 milyon nüfuslü ülkenin iki yoğun nüfuslu bölgesi Cava ve Bali Adaları’nda olması dikkat çekiyor.

Sağlık bakanlığı verilerine göre, bugüne kadar kovid-19’a yakalananların sayısı 3.16 milyon olarak verilirken, ölü sayısı ise 83 bini aşmış durumda. 25 Temmuz itibarıyla vaka sayısı 38.679 ve ölü sayısı ise 1266 olarak açıklandı.

Bu verilere rağmen, bazı çevreler ülkede sağlık alt yapısının sorunlu olması nedeniyle, açıklanan vaka ve ölü sayısının gerçek değerleri yansıtmadığı görüşünde.

Delta varyantı etkili oluyor

Vaka artışlarının Mayıs ortalarından başlayarak giderek artışında, Hindistan’dan yayılan delta varyantının bölgede kendini hissettirmesiyle ortaya çıktığı kesin. Öyle ki, son bir haftada ölümcül vaka sayısı, Haziran ayının ikinci haftasına göre yedi kat artış göstermesi bunun bir kanıtı olarak sunuluyor.

Bu gelişmeler üzerine, devlet başkanı Joko Widodo, 3 Temmuz’da başlatılan kısmi kapanmanın bazı bölgelerde genişletilerek devam ettirileceğini açıkladı.

Endonezya uzunca bir süredir “geliyorum!” diyen kovid-19 salgını, Delta varyantıyla birlikte ülkede ilk defa bu boyutta etkisini gösteriyor.

İlk defa geçen Ekim ayında görülen Delta varyantı Hindistan’da etkili olurken, Endonezya’da Haziran ayının ikinci haftasında ortaya çıktığı açıklaması yapılmıştı.

Haziran ayı sonlarında sağlık bakanı Budi Gunadi Sadikin tedbirlerin artırılmasını isterken, bu konuda gerekli adımların atılmadığı görülüyor. Bu durum, benzer gelişmeye konu olan Malezya, Hindistan ve hatta Avustralya gibi ülkelerde alınan tedbirlerin benzerlerinin Endonezya’da alınmadığını ortaya koyuyor.

Temelde, test ve izleme süreçlerindeki zaafiyete aşılama sürecinde de rastlanıyor. Aşı uygulamasına başlanmasına ve günde 1 milyon doz aşı hedefine ulaşılması konusunda yapılan açıklamalara karşın, bölgeler arası dağılımda yaşanan eşitsiz dağılımın sürecin etkin işletilmesine engel olduğuna dikkat çekiliyor.

Vakaların artışıyla birlikte sağlık alt yapısında özellikle, hastane yoğun bakım merkezlerinde oksijen yetersizliği başgöstermesi üzerine, Temmuz ayı başında Singapur’dan ilk destek gelmişti. Bazı bölgelerde ise, halk ellerindeki seyyar oksijen tüplerini doldurmak için bazı kurumların önünde sıraya girmişti.

Salgının yaygınlık derecesine göre bölgeler dört kategoriye ayrılıyor.

Birinci kategori en sağlıklı alanları oluştururken, dördüncü kategori salgının en yoğun olduğu bölgelere işaret ediyor. Başta Cava ve Bali Adaları olmak üzere 15 bölge dördüncü safhada değerlendiriliyor.

Buna göre dördüncü kategoride 95 şehir bulunurken, ilgili bakanlık şehirlerin isimlerini henüz yayınlamadı.

Geciken tedbirler

Bugünden itibaren yürürlüğe gireceği belirtilen tedbirlerin belki de, en önemli maddesi merkezi karantina alanlarının oluşturulması ve gezici sağlık ekiplerinin görevlendirilmesi. Ancak bu konuda ne tür başarı sağlanacağı ise zaman gösterecek.

Kapsamlı kapanmanın 2 Ağustos’a kadar sürdürüleceğinin açıklanmasına rağmen, bölgedeki diğer ülkeler gerçekliği dikkate alındığında, Endonezya’nın bu kadar kısa sürede başarı sağlayıp sağlayamayacağını ise zaman gösterecek.

Alınan tedbirlerin detaylarına bakıldığında ise, ‘halkçı’ kimliğiyle tanınan başkan Jokowi’nin gündelik işlerle geçinen geniş kesimlerin ekonomilerini dikkate aldığı anlaşılıyor.

Geleneksel pazarlar, sokak satıcıları, bakkal ve küçük marketler, çamaşırhaneler, tamirciler vb. küçük işletmelerin faaliyetlerine “sağlık protokollerine uymaları şartıyla” izin verilmesi, Jokowi’nin bu ve benzeri alanlarda çalışan geniş kitlelerin mağduriyetini önleme, bir başka şekilde söylemek gerekirse, olası bir toplumsal kaosun önüne geçmeyi hedefliyor.

Başkan Jokowi’nin belirli kesimlere yönelik sosyal ve ekonomik yardım programının ise “ilgili bakanlıklarca ilân edileceğini” açıklaması da, bugüne kadar bu konuda da kayda değer bir çalışmanın olmadığına işaret ediyor.

Güneydoğu Asya ülkeleri arasında kovid-19’un en hızla yayıldığı ülke konumundaki Endonezya’da, merkezi ve eyalet yönetimlerinin bu gelişme ne denli hazırlıklı oldukları ise tartışmaya açık.

1,5 yıllık süreç

Özellikle salgının merkezinin Takımadalar bölgesine yakınlığı ve başlangıcından bu yana bir buçuk yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, yaklaşık son birkaç aydır Endonezya’nın salgının merkezlerinden biri haline gelmesi üzerinde durulması gereken bir konudur.

Kovid-19, 2020 yılı başında Çin’de ortaya çıkan ve Çin yeni yılı dolayısıyla bölge ülkelerinde kendini hissettirmeye başlasa da, dünyanın farklı bölgelerinde giderek ölümcül hale gelmesine karşın Güneydoğu Asya ve özellikle de, Endonezya’da uzun dönem düşük yoğunluklu olarak kendini belli etmişti.

Her ne kadar, arzu edilir bir durum değilse de, örneğin sırasıyla İran, Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Latin Amerika’da gelişmelerle kıyaslandığında, gerek nüfus yoğunluğu gerekse sağlık sisteminin zaafiyetleri nedeniyle Endonezya’da salgının büyük boyutlarda gündeme gelmemesini açıklayan bilimsel bir neden henüz ortaya konulabilmiş değil.

Salgının, bu yıl başından itibaren Hindistan’da ortaya çıkan yeni varyantının ardından aslında Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesine ne zaman geçeceği an meselesiydi.

Ve bu gelişme Japonya’dan Avustralya’ya kadar yeni bir dalganın ortaya çıkmasına neden olurken, Endonezya bu süreçte salgının merkezi haline geldi. Temelde Endonezya’yı diğer ülkelerden ayıran nedenin hiç kuşku yok ki, teknik alt yapı eksikliği olduğunu söylemek mümkün.

Öyle ki, gerek ASEAN içerisinde gerekse ikili ilişkilerle Endonezya’da salgının ciddi boyutlara ulaşması öncesinde yapılması gereken işbirliklerinin de ne denli rasyonel bir şekilde sürdürüldüğü tartışmalı.

Bu gecikmede ülkede diğer benzer gelişmelerde olduğu gibi merkez ile eyaletler arası koordinasyon eksikliği, bürokratik yapılanmanın engelleyiciliği gibi faktörler öne çıkıyor.  

Son dönemde Çin’le siyasi ve ekonomik ilişkileri gayet gelişme kaydeden Endonezya’da yetkililerin aşı çalışmalarında bu ülke ile kapsamlı bir işbirliği yapıp yapmadığı da sorgulanabilir. Belirli çevrelerin Çin’e yönelik tepkileri bir yana, ülkede aşı sürecinin istenilir düzeyde seyretmediği sahadan gelen tepkilerle ortada.

Tarama sistemi

Öyle ki, aradan geçen 1.5 yılın ardından ancak bugün yani, 26 Temmuz’da dijital izleme sistemi hayata geçirilmeye başlandı. Yapılan açıklamalar bakılırsa, buna paralel olarak, sağlık bakanlığı yerel birimlerinin saha çalışmaları da ortaya konulacağı anlaşılıyor.

Oysa, bu sistemi Endonezya’nın hemen yanı başındaki komşusu Singapur ve aynı bölgedeki Güney Kore gibi ülkeler çok daha erken bir dönemde gündeme getirmeleriyle hem vak’a sayısını hem de ölümcül sonuçları engelleme konusunda kayda değer başarı sergilemişlerdi.

Bu noktada, Endonezya’daki durumu söz konusu bu ülkelerin gelişmiş düzeyi vb. ile kıyaslamak kadar, bunun ötesinde sağlık bakanlığı başta olmak üzere genel politikaların belirlenmesi ve uygulanmasındaki belirsizlik çok daha belirgin bir durum arz etmektedir.

Salgının daha başlarında ülkenin farklı bölgelerinde sağlık kuruluşlarında temel ekipmanların bulunmadığı gerçeği ortaya çıkarken, geçtiğimiz birkaç ayda salgının ciddi olarak seyretmesi karşısında bu sefer konu uluslararası medyanın gündemine taşınarak hastahanelerde oksijen tüpü yetersizliği ile güncellenmişti.

Buna çözüm olarak ise, yukarıda dikkat çektiğimiz ülkelerden Singapur’dan teknik yardım talep edilmesi gündeme gelmişti. Aslında tam da kastettiğimiz bu. Geniş bir coğrafyaya yayılan, belirli Adalar’da ve Adaların yoğun nüfuslu bölgelerinde böylesine temel sağlık tedbirlerinin çoktan alınmış olması gerekirdi.

Bugün uygulanmaya başlanan tedbirlerin hangi bölgeleri kapsadığına bakıldığında da, bu konuda ne denli gecikme yaşandığı kendini açık seçik gösteriyor.

Devlet başkanı, Joko Widodo tarafından kovid-19’la mücadele koordinasyonunun başına, kabinede Denizcilik İşleri ve Yatırım Koordinasyon bakanı Luhut Pandjaitan’ı atarken, tedbirlerin ülke genelindeki salgının yüzde altmış oranıyla başını çektiği Cava ve Bali Adaları’nda yoğunlaşacağı açıklaması aslında hükümetin ne denli geciktiğini ortaya koyuyor.

Açe’den Papua’ya kadar geniş topraklara sahip Endonezya’nın içinde sağlık alt yapısı da dahil olmak üzere, en gelişmiş iki bölgesi Cava ve Bali Adaları’nda salgının önlenememiş olması, halkın gerekli tedbirleri almadaki sorumluluğu kadar, hem merkezi yönetim ve hem de eyalet yönetimlerinin salgınla mücadeleyi ne denli ciddiye aldıklarının da bir göstergesi.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/26/endonezyada-kovid-19-delta-varyanti-ve-tedbirler-delta-variant-of-covid-19-and-strict-measures-in-indonesia/

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Modernite ve kimlik örüntülerinin baskısı altındaki birey / Modernity and individuals under the strain of identity patterns


Mehmet Özay                                                                                                                           24.07.2021

Kimlik olgusu, sadece günümüz insanının değil, insanlığın başlangıcından bu yana varlığını sürdürmekte ve öznesi olan insanı meşgul etmektedir.

Kimlik demekle burada daha çok, varlık ve bilinç bağlamına vurguyu gündeme getiriyoruz. Temelde, söz konusu bu kimlik olgusu ile modern döneme damgasını vuran ulus-devletin varlığından nüfuz eden kimliği kastetmediğimiz ortadadır.

Kimlik, inanç ve inançdışılık

Varlık ve bilinç çerçevesindeki kimlik olgusunda köklü geleneği ile dikkat çeken husus, onun inanç özlü/kaynaklı oluşudur.

Öyle ki, inanç noktasında, bu olguyu inşa etmede vahyi dinlerin yanı sıra, aynı zamanda dünyevi olarak adlandırılan dini/msi yapıların evreni, insanı, yaşamı anlamlandırmadaki rolüne dikkat çekmekte yarar var.

Bunun yanı sıra, sadece modern dönemde, adına sekülerleşme (secularization) denilen bağlamlarla sınırlı olmayacak aksine, tarihsel evrelerin farklı dönemlerinde de kendini gösterdiği ileri sürülebilecek şekilde, belirli inanca/inançlara mesafeli açıklamaların bundan kaçındığını söylemek mümkün değil.

Gelenek-modern dikotomisi ve kimlik

Kimlik inşasının kapalı/açık toplumlar, geleneksel/modern toplumlar vb. kategorileştirmeler nezdinde bir farklılaşması söz konusu olmakla birlikte, ortada var olan gerçeklik (reality), insan tekinin gerek birey olarak kendi başına, gerekse bir topluluk bünyesindeki varlığını anlamlandıracak bir kimlik edinimine duyduğu ihtiyaçla bağlantılıdır.

Bu ihtiyacın duygusal/psikolojik, toplumsal/politik, zihinsel/entellektüel, vicdani/ahlâki vb. bağlamları olduğu hatırlandığında, bu ihtiyacı gidermenin öylesine kolay, gelişigüzel, anlık olmadığı da kendini belirgin kılmaktadır. Söz konusu bu alanların sınırlarının, bireyden topluma ve oradan genel varlığa doğru alabildiğine genişlediği düşünüldüğünde ortada üstesinden gelinmesi gereken gayet önemli bir durum olduğu da aşikârdır.

Bu yönelime teşebbüs etmek ile etmemek arasında yaşanan gizli/açık kaygı (anxiety), temelde bu genişleyen alanla bağlantılıdır.

Her ne kadar, sosyoloji toplumları tasnif ederken örneğin, geleneksel/modern ayrımında ortaya konulduğu üzere, geleneksel topluma yönelik gizli/açık gayet olumsuzlayıcı yaklaşımında bireyi göz ardı eden ve hatta, kimi ölçülerde neredeyse onu yok mesabesinde kabul eden bir tutum sergilese de, hiç kuşku yok ki, insan tekinin ve topluluklarının kimlik edinimleri, gayet kendinde ve anlamlı bir mücadeleye konu olmaktadır.

Bu mücadele hem bireyin kendi içinde psikolojik, yan yana birlikte yer aldığı ya da aldığı düşünülen bireylerle oluşturduğu sosyallik yapısı içerisinde entellektüel, hem de her ikisini içine alacak şekilde vicdani/ahlâki bağlamları ile önem arz etmektedir.

Bu süreç, gerek geleneksel gerek modern toplumlarda insan tekinin kendini bilmeye başlamasıyla tedrici olarak gündeme gelmeye başlayan ve hayat boyu devamlılığı dikkate alındığında, azımsanmayacak bir süreçte sergilenen ve tekrarlanan (recursive) bir çaba bize, aynı zamanda kimlik ediniminin ne denli zorlu bir bağlama konu olduğunu da göstermektedir.

Bu dinamizm, bireyin kendi başına otonom niteliğiyle, içinde var olduğu ilgili topluma bağlılığı arasındaki gidiş gelişleri, yalpalamaları ve karşılıklı yapılaştırmaları gibi süreçleri de beraberinde getirmektedir.

Bununla birlikte, sosyolojinin reddetme eğilimi sergilemesine rağmen, geleneksel toplum yapısında, -burada tartışılmasına gerek görülmeyen unsurlarından dolayı- kimlik edinimi modern döneme göre görece belirli sınırlılıklara indirgenebilirken, edinilen kimliğin sürdürülebilirliğindeki istikrar, içinde yaşanılan toplumun ve bu toplumu oluşturan kurumların katkısı ve desteği bütüncül bir yapının oluşturulmasını sağlamaktadır.

Sosyoloji: red ve inkâr

Adına geleneksel toplumdan modern denilen topluma/döneme yönelme aşamaları ve bu döneme geçilmesi sonrasında kimlik ediniminin farklılaşmakla kalmayan, çoğullaşan ve bu anlamda gizli/açık bir tür kimlik karmaşası/bunalımı olarak da telâffuz edilen bir duruma yol açtığına tanık olunmaktadır.

Söz konusu bu karmaşa, dönemin sosyal bilimcileri tarafından gündeme getirilen modern tutarsızlık (modern inconsistency) kavramı çerçevesinde ele alınmayı hak etmektedir.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Max Weber’in “demir kafes” (iron cage) kavramını gündeme getirmek suretiyle, metaforik olarak ortaya koymaya çalıştığı gibi, tecrübe edilen modern dönem içerisinde kimlik sorunu da olmak üzere, geleneksel toplumdan temel farklılaşmasıyla dikkat çekmektedir.

Bu noktada, sosyolojinin kendine inceleme alanı olarak seçtiği, adına “modern” denilen toplumlardaki sosyal olgular/gerçeklikler ortaya zorunlu olarak bir anlama, tanımlama süreci çıkarırken, gelinen noktada kaçınılmaz olarak bunu hem kendisine hem de incelemeye konu olan çevrelere dayatan bir yönü olduğu dikkat çekilmelidir.

Post-modern: Tutarsızlığın devamı

Öte yandan,  aradan geçen süre zarfında hem zaman, hem ilişkiler noktasında moderni aşan (post-modern) toplumsal ilişkiler ağında, ne tür dengesizlikler ve tutarsızlıklarla karşı karşıya kalındığı meselesinin öneminin de, bir o kadar artış gösterdiğine işaret etmekte yarar var.

Bu çerçevede, modern dönemin ürünü olan sosyal bilimlerin ve içerisinde kendine özgü bir yer edinen sosyolojinin, temelde felsefeden gayet önemli bir şekilde istifade ederek gündeme getirdiği görülen çeşitli teoriler çerçevesindeki yaklaşımı, insanı vahyi kimlik edinimi ve hatta geleneksel kimlik edinimi ile sorunlu bir ilişki oluşturduğuna gizli/açık inandırma amacını taşımaktadır.

Ancak, bu gelişime ve yönelime rağmen, bir bilim dalı olarak sosyolojinin temelde böylesi bir görevle kendini yükümlü tutup tut/a/mayacağı ve bunu açımlama hedefi güdüp güd/e/meyeceği de tartışılmalıdır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/24/modernite-ve-kimlik-oruntulerinin-baskisi-altindaki-birey-modernity-and-individuals-under-the-strain-of-identity-patterns/

23 Temmuz 2021 Cuma

Modernite: Müslüman birey ve anlamlı yaşam / Modern life: Individual muslim and meaningful life

Mehmet Özay                                                                                                                            18.07.2021

Gündelik yaşam içerisinde olup biten, bireylerin ve grupların tekil veya kollektif olarak ortaya koydukları eylemleri anlamlandırmak felsefe başta olmak üzere çeşitli sosyal bilimlerin ana konusunu teşkil etmektedir.

Eylemlere karar veren, yöneten, uygulayan konumundaki tek tek bireyler ile bunların ait oldukları varsayılan irili ufaklı toplumsal gruplar, sergiledikleri eylemler vasıtasıyla hem kendileri, hem toplum için anlam üretmekte ve bu sürece katkıda bulunmaktadırlar.

Bununla birlikte, içinde yaşanılan ve adına modern denilen dönemin -her ne kadar post-modern denmekle birlikte hâlâ küresel toplumsal yapıların kahir ekseriyetince moderne bile ulaşılamamış olduğu gerçekliğine de unutmadan-, bireylerinin ve eylemlerinin ortaya koydukları anlamların ne kadar kendinde, sahici ve belirleyici olduğu tartışmalıdır.

Her ne kadar bu durum şaşırtıcı gibi gelse de, söz konusu bireyler ve sergiledikleri eylemlerin anlamının olmadığını söylemek istemiyorum.

Modern yapısallaştırma

Aksine, insan olmanın bir gereği olarak anlamlılık olgusu ister istemez, kasıtlı kasıtsız peşine takınılan bir durumdur.

İlgili eylem ile eylemi oluşturan birey arasındaki ilişki, bu ilişkinin içine doğduğu zaman ve mekân koşullarının belirleyiciliği kadar, moderniteye referansla bu eylem ve birey tekinden bağımsız onun üstünde, ona bir anlamda hükmeden bir yapılaştırıcı formu içinde taşıdığını söylemek mümkün.

Adına kurulu ağlar denilen, birey ve toplumsal gruplar üzerinde hakimiyeti yansıtacak şekilde kullanılabilen, kendinde bir bütün kabul edilen ‘yapısallık’ (structurality) bir yandan ve bitmek tükenmek bilmeyen çeşitli mekanizmalar ve ağlarla kendini bireye ve bireyin eylemine empoze ederken, aynı zamanda bunun ürettiği veya ürettiği varsayılan bir anlam oluşum zincirini de ortaya çıkarmaktadır.

Burada “sorun nedir?” diye baktığımızda, sorunun bugünü yapısallaştıran -bireyin aktörlük (agency) olma vasfını bir noktada paranteze alarak söylemek gerekirse-, modernitenin bizatihi kendisiyle ilişkili olduğudur.

Modernin, sokaktaki vatandaşlar, henüz çömez üniversite öğrencileri ile pek de çömezlikten kurtulmak istemeyen akademi çevrelerinin anladığı basit haliyle giyim kuşamdan teorisine kadar yeni, moda, peşine takınılası bir olgu olarak kabullenme yönünde bir olgu olarak anlaşıldığına tanık olunmaktadır.

Modern üzerinde kurgulanan bu ilkel (primitive) yaklaşımın, ağır ergenlik hislerinin egemen olduğu ve bunun giderek toplumsallaşmanın aracı ve egemenliğine sürüklendiği görülmektedir.

Bu noktada, sözde içine doğdukları ve geliştikleri diyelim ki, Müslüman toplumun sahip olduğu epistemolojik temellere ve dayanaklara muhalif duruşları -ve buna rağmen, zaman zaman böyle olmadıklarını ortaya koymaktan da çekinmedikleri görülse de-, olsa olsa ortaya şizofrenik bireyler ve bunların oluşturduğu bir tür toplumsallıklar üretmektedir.

Bununla birlikte, söz konusu bu kitle, geçmiş, gelenek vb. bağlamlar noktasında toplumsal olarak adlandırılmayı hak etmemekle birlikte, şu ya da bu şekilde sahip oldukları hedef birlikteliği onları henüz olgunlaşmamış bir toplumsallık olgusu içerisinde değerlendirmemize olanak tanımaktadır.

Bilgi kaynağı ve kısıtlılık

Gelinen bu noktada, bireye ve içinde doğduğu, geliştiği, katıldığı, tecrübe ettiği her türünden toplumsal gruplara anlamını katan bir modernite olgusunun, kendinde ve bütüncül bir bilgi kaynağı, bilgi edinimi, bilgi üretimi süreçlerini barındırdığını görmek gerekmektedir.

Bilgi kaynağının bireyin ve toplumun eylem silsilelerine karar vericilik, benimseyicilik, içkinleştirmecilik gibi tüm bağlamlarını belirlemedeki işlevi, bir anlamda onu kaçınılmaz ve bağlantısız olunamaz bir konuma oturtmaktadır. Bu husus, kendi içinde gayet oturaklı ve ‘anlamlı’dır. Burada bir diğer sorunu gündeme getirmek suretiyle, yukarıda dikkat çekilen modernite’nin niçin sorunlu olduğuna ışık tutmak mümkündür.

Sorun şudur: Kendini Müslüman ve İslam dini düşüncesi ve bu düşüncenin oluşturduğu külli gelenek içinde değerlendirdiği varsayılan birey ve kitlelerin bugün karşı karşıya kaldıkları ve belki de yıkım boyutunda olduğu söylenebilecek anlam sorunlarıdır.

Yakın sorun - uzak sorun

Aslında bu sorunun, salt bugünle sınırlı olmadığı da ortadadır. Nihayetinde, bugün içinde yaşadığımızdan dolayı bugünü hissetme, tecrübe etme, anlama, sorunsallaştırma konusunda bir kolaylığımız ya da zorunluluğumuz vardır.

Yoksa, hiç de uzak olmayan bir dönemde diyelim ki, 19. yüzyıl ortalarında Batı Avrupa’nın ekonomik kalkınmışlığı ve bunun oluşturduğu toplumsal gelişmişliği karşısında kendini geri kalmış hisseden, hatta bunu kendine kanıtlayan ve dışardan yaptırımlarla kendisine benimsettirilen bu durum karşısında da, dönemin Müslüman çevrelerinin özellikle de, iletişim kanalları, toplumsal mobilite vb. bağlamlar dikkate alındığında gayet kabul edilebilir bir şekilde bürokratik elitin, okur yazar çevrenin, hocaların alanı ile sınırlı toplumsal grupların/çevrelerin tecrübe ettiği bir gerçeklik yapısı söz konusuydu.

O dönem, var olan toplumsal yapı, eylemler ve anlamlılık ile bunun ürettiği maddi gelişmişlik arasındaki bağlantı, kendini Batı Avrupa toplumsal yapısındaki gelişmelerle kıyaslayarak belirleme eğilimi içerisindeydi…

Hakikat algısı – gündelik yaşam gerçekliği dikotomisi

Bugün gündelik yaşamın tam ortasında yaşanılanları kendinde bir gerçeklik olarak kabul ettiğimizde, ait olduğu varsayılan inanç evreninden ve bütününden hareket edememe karşısında gerçeklik/hakikat algısını kaybetmiş bireylere ve kitlelere rastlanmaktadır.

Burada popülerleştirilme eğilimlerine de konu olması hasebiyle dikkate alabileceğimiz diyelim ki, işlevi ülkenin ihtiyaç duyduğu bir dizi dini hizmet ve görevleri usulünce yerine getirecek kadroları oluşturacağı varsayılarak açılan ‘imam ve hatip’ okullarında öğrenim gören genç insanların -ya da daha insaflı bir yaklaşımla bu grup içerisinden bazılarının- içinde bulunduğu durumdur.

Aslında bu tür öğretim kurumlarının, olumlu bir şekilde bir tür anlam değişimine uğradığını ve temel işlevinin belirli memur kadrolarını tesis etmekle sınırlı olmadığını, bunun ötesinde bireye daha geniş, bütüncül bir anlam evreni kazandırması düşünülerek işlevselliğine artırarak devam ettirdiğini söylemek ne güzel olur(du).

Ancak, bugün tanık olunduğu üzere bu genç kitlenin, öğrenim gördükleri okulların temel yapılaşmasıyla, bilgi kaynağıyla, bilgi üretim süreçleriyle, insanı ve maddeyi anlama ve anlamlandırmasıyla çelişen bir düşünce ve eylem biçimlerine evriliyor olmaları kuşkusuz ki, üzerinde durulması gereken bir husustur.

Bununla birlikte, ortaya çıkan ürünün deformatif (deformation) boyutlar kazanmasında, bu kitlenin içinde yer aldığı öğretim kurumlarının ötesinde, toplumsal yapıyı teşkil eden aile, medya, uzak yakın çevre, boş zamanlar/eğlence vb. diğer tüm unsurların rolü ve katkısı olduğunu da unutmamak gerekmektedir.

Kendini, yukarıda dikkat çekilen ilgili öğretim kurumunun yapısı ile sınırlandıran veya aldığı bilginin varlığını diyelim ki, çocuk yaşlarında toplumsal yapı karşısında gözlemleyemeyen ve bunu ilerleyen yaş dönemlerinde bizatihi uygulamaya geçiremeyen genç kitlenin, nasıl bir anlam evreni üretip üretemeyeceği sorusuyla karşı karşıyayız.

Söz konusu bu öğrenci kitlesi bağlamında, bugün çeşitli mecralarda karşılaşılan ve sorun olarak teşekkül eden bu yapının karşısında, moderniteden beslenen ve bizatihi kendisi anlam yapıcı olan, daha geniş bir toplumsal gerçeklik olgusu yer almaktadır. Bununla birlikte, söz konusu toplumsal gerçekliğin, hem bugünkü hem yakın gelecekteki nesiller için bir a priori gerçeklik nosyonu haline getirilmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekir.

Yüksek lise – yüksek modernlik(!)

Bunun ötesinde, aynı sürecin bir devamı olarak adına yüksek denilen öğrenim süreçlerini tecrübe ederek belirli kurumlara gelmiş kişilerin ilgili durumuna da bakmak gerekir. Öyle ki, bu kişiler bugün kendilerine sorumluluk verilen öğreticilik ve bu öğretcilik olgusuna konu olan kurumların başındaki kişiler olmaları, işin vahametini daha artıran bir husus olarak dikkat çekmektedir.

Bu kişilerin düşünceleri ve bu düşüncelerini gelişigüzel değil, aksine bile istiye, kasıtlı ve kendinde bir amaç olarak zikrettikleri husus, dini inanç yapısı ile yaşanan gündelik toplumsal gerçeklik arasında var olduğu söylenen uçurumdur. Bu yaklaşımda haklılık payı olduğunu göz ardı etmeden söylemek gerekirse… Bu uçurum düşüncesi temelde, yukarıda dikkat çekilen öğretim süreçlerinin daha erken dönemlerindeki çocuklarda/gençlerde görülen açmaza tekabül eden bir yanı vardır. Ancak, burada temel fark, okur yazarlığını tamamladığı gibi yaşça ‘kamil’ olduğu varsayılan akademi çevrelerinin mensubu bulundukları inanç evreni ve gerçeklik olguları karşısında taşıdıkları bir tür şüphedir.

Gündelik toplumsal yaşamın sınırları içerisinde karşılaşılan anlaşmazlık, çatışma, yoksulluk, vb. gibi unsurlar karşısında inançlı bireylerin anlaşma, çatışmama, kardeşlik, refah paylaşımı gibi unsurlarıyla ortaya çıkamamaları gibi örnekler üzerinden inanç yapısı ile kopuş ilişkilendirilirken, aynı zamanda böylesi bir duruma gizli/açık bir kapı da aralanmaktadır. Burada köklü bir hatanın var olduğu ortadadır.

Bu noktada, yazının başlarında dikkat çekilen modernite kavramına dönerek ifade etmek gerekirse, hiç kuşku yok ki, burada dile getirilenlerin/söylemin bize hatırlattığı şey, modernite sorununun anlaşılamamışlığı ile karşı karşıya olduğumuzdur.

Modernitenin bağlı olduğu bilgi sisteminin ürettiği ve kopuşlar zinciri olarak karşımıza çıkan sözde gerçeklik içerisinde yapılması gereken, gündelik yaşam pratiklerinde maruz kalınan gerçeklikler karşısında pasif, regresif bir konumda olmak yerine, var olan bu yapıyı tanımlamak ve burada anlamın inanç unsuru ile ne türden bir bağı olduğu veya olmadığının ortaya koymak gerekmektedir.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/17/modernite-musluman-birey-ve-anlamli-yasam-modern-life-individual-muslim-and-meaningful-life/

14 Temmuz 2021 Çarşamba

15 Temmuz Darbe teşebbüsü ve Fetö ahlâkını içselleştirenler / July 15 Coup attempt ve and those internalized FETÖ morality

Mehmet Özay                                                                                                                            14.07.2021

Fetö terör yapılanmasının 15 Temmuz 2016 tarihinde ortaya koyduğu girişimin, silahlı ayaklanma olarak anılmayı hak ettiğine kuşku yok. Veriler dikkate alındığında, içinde ordu unsurlarının da yer aldığı böylesi kalkışma, pratikte her türünden ordu dışı/sivil denilen yapıların uzantısı ile ya da ordu/sivil uzantılı iç içe geçmişlikle (hybridity) kayda değer bir özellik taşıyordu.

Adına devlet denilen siyasi organın, başta ordu olmak üzere çeşitli yapılarına nüfuz girişiminin sağladığı gücü, halka karşı kullanmanın adı olarak tarihe geçen bu gelişmenin/kalkışmanın  ardından, fiziki tehdit unsurunu bir şekilde devam ettirdiği yönünde ifadeler olsa da, tehdit unsuru olarak pek de dikkat çekilmeyen/dikkate alınmayan özelliği, çeşitli kurumlar ve bireyler üzerinden topluma enjekte ettiği “ahlâki” yapısıyla varlık gösteriyor oluşudur.

Bugüne kadar, çeşitli şekillerde tanımlanan Fetö yapısını, “ahlâki” boyutu ile ortaya koymak önem taşımaktadır. Bu çerçevede, sosyolojik olarak kavramsallaştırmak gerektiğinde, karşımıza ‘Fetö ahlâkı’ adı verilebilecek bir toplumsal olgunun çıktığını ifade edebiliriz. Böylece, 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle kendini ortaya koyan bu olguyu anlamlandırmanın, başta sosyologlar, din sosyologları, antropologlar, medeniyet tasavvurcuları vb. olmak üzere toplumun geniş kesimlerince daha anlaşılabilir hale geleceğini düşünmek mümkündür.

Söz konusu yapının, geçen yüzyılın son birkaç on yılı gibi azımsanmayacak bir süreçte ortaya koyduğu, tedrici olarak gelişen devletle iç içeliğini aşarak, bu yüzyılın başlarından itibaren geldiği noktada, “biz devletiz” vurgusuyla ülke içinde ve dışında, gizli/açık devlete kafa tutma noktasına gelmeden önceki dönemde, bu ahlâkın normatif anlamda akla gelen pozitif bir bağlamı olduğu düşünülebilir(di).

Öyle ki, bu yapının ortaya koyduğu teori ve pratiğinden hasıl olduğu anlaşılan ahlâkı, bir norm olarak kabul etme, içselleştirme ve hatta kimilerinin çok sevdiği şekilde söylemek gerekirse bir tür medeniyet bağlamına oturtma çabası, var gücüyle azımsanmayacak bir kitlenin gündemini belirliyor(du).

Bunun böyle olduğu, bu yapıya çeşitli toplumsal kurumlar üzerinden diyelim ki, özellikle ‘okullaştırılan/dershaneleştirilen’ çocukları, evlilikleri, ‘kurbanları’, işleri-güçleri, medya organları, banka hesapları, ticaret/ekonomi birlikleri, küçüğünden büyüğüne akademik ve -akademik olmayan- mesleki kariyerleri, uluslararası ilişkileri vb. ile bunlardan birkaçı veya tümü ile söz konusu bu yapıya eklemlenen ve eklemlendikçe genişleyen, büyüyen bir ahlâki yapı bireyden gruba, gruptan topluma, toplumdan devlete sirayet ediyor(du).

Bu noktada, Weberyen anlamda ifade etmek gerekirse, iki temel sosyolojik kategori bağlamında ele alınabilecek yapı şudur: İlki, velev ki organik bir bağları olmadıklarını iddia etmekle birlikte, kendilerini bu grup içerisinde var etme/kabul etme sayesinde mevki makam –sahibi olabileceğini düşünen -ikbal mücadelesi veren- kesim.

Bu grup, söz konusu yapıdan kendini daha zeki (smart) kabul etse de, ortada sosyal karşılıklılık (social reciprocity) ilkesinin, gayet işlevsel bir nitelik kazandığına kuşku bulunmamaktadır. Bu gruba mensup olanların sayısının pek fazla olduğu düşünülmese de gerçekte, sosyolojik yapılar bağlamında küçük katmandan büyük katmana doğru genişleyen bir boyutta azımsanmayacak sayıda kişinin ikbal için kendini bu yapıyla örtüştürdüğü söylenebilir.

İkincisi, bu yapıya bağlılığını naif ve inanma olgusuyla izah eden geniş kesimleri içinde barındırmaktadır. İlk gruptakiler gibi çıkar eksenli (opportunist) olmayan, ikbal mücadelesi vermeyen bununla beraber, hiyerarşik yapıda itaat eksenli gelişimi benimsemiş kitleler. Ancak bu farklılığa rağmen, bu iki temel yapıyı birbirine eklemleyen ve teorik olarak aynı çatıya mensubiyetlerini ortaya koyan edinilen/içselleştirilen ahlâk’tır.

Burada kastedilen Fetö ahlâkı yukarıda dikkat çekilen, bir yandan bu sosyolojik olgular vasıtasıyla normatiflik kazanırken, öte yandan edinilen bu normatifliğin araçsallaştırılmasıyla kendini yeniden yapılaştırır, kendine eklemlenenler de yeniden yapılaştırılır(dı).

Söz konusu bu normatifliğin çokça bir yerinde inanç unsurunun/unsurlarının bulunduğu yönündeki iddia, bu normatifliğe yine Weberyen çerçevede ele alındıkta, bir tür rasyonalite kazandırmasıyla, aynı zamanda göz boyacılığın gündeme gelmesine zemin teşkil ediyordu.

Bu yapı, velev ki taşıdığı varsayılan dini/msi unsurlarından ötürü, içkin olduğu siyasi, dini, sosyal, kültürel, ekonomik vb. görünürlüklere gizli/açık nüfuz eden ‘ahlâksızlığın’ rasyonel düşünce, mantıksal kurallar, vicdan/sağduyu, hissiyat, tecrübe vb. gibi hasletlerle/özelliklerle fark edilemeyecek olduğu anlamına gelmiyor.

Bu noktada, 15 Temmuz sonrasında, sayısının gayet az olduğu gözlemlenen kimi tanıkların, gözlemcilerin zaman zaman ortaya koydukları ve halk ağzıyla söylemek gerekirse, “ben dememiş mişdim!” demek suretiyle malum Fetö yapılanmasının geçmişte ne tür bir ahlâka sahip olduğu konusundaki yaklaşım üzerinde durulmayı hak etmektedir.

Aradan geçen beş yıl gibi görece kısa zaman aralığına rağmen, kalkışma hadisesinin etkisinin sadece 15 Temmuz 2016 akşamından, 16 Temmuz 2016 sabahına sarkan ve orada sona eren bir süreçle sınırlı olmadığını ifade etmek gerekiyor. Bu yazıda yer verilemeyecek bir boyut olmakla birlikte, derdi ifade etme anlamında söz konusu kalkışmayı, güya bir sokak çetesi ile benzerlik kurarcasına, “üç-beş kendini bilmezin” girişimi olarak değerlendirmek yaşanan tüm gelişmeler çerçevesinde siyasal ve sosyolojik gerçekliklerin değerlendirilemediği anlamına gelecektir.

Söz konusu kalkışmanın, hedeflerinin neler olduğu konusu bize, bu kalkışmanın bitip bitmediği, bizatihi farklı/potansiyela çılımlarıyla varlık sürüp sürmediği, dönüşüm geçirip geçirmediği gibi bazı soruları gündeme getirmemizi zorunlu kılmaktadır. Bu noktada, genel bir çerçeve olarak kalkışmanın siyasal boyutları çerçevesinde, Türkiye devletine, toplumuna,  temsilcisi olduğu siyasal ve kültürel zemine yönelik bir girişimin pratikteki bir uç noktasına tekabül ettiği kriminolojik ve sosyolojik kanıtlarla, belgelerle, tanıklıklarla ortaya konulmakta, gözler önüne serilmektedir.

Her ne kadar, tıpkı 15 Temmuz 2016’da gündeme geldiği üzere, ileride olası benzeri girişim/ler/i bertaraf etme konusunda, -kendini sosyolojik ve siyasal bağlamda azınlık konumunda hissedenler bir yana-, geniş toplum kesimlerinin niyeti ve gayretine kuşku olmamakla birlikte, böylesi bir fiziki tehdidin ötesinde, fiziki olmayan bir tür tehdit unsurunun var olduğu gözlerden kaçırılmamalıdır. Yukarıda dikkat çekilen Fetö ahlâkı olgusunu içselleştirmiş yapıların varlığının sona erip ermediği, düşünce ve davranış boyutunda gündelik yaşam içerisinde çeşitli kurumlarıyla, sosyal ilişkiler ağıyla karşımıza gizli/açık tehdit olgusu olarak çıkıp çıkmadığı konusu önemlidir.  

Unutulmamalıdır ki, 15 Temmuz 2016 kalkışmasına giden süreçte, gerek üniformalı gerek sivil kıyafetli unsurlarıyla Fetö ahlâkını edinenler, bir bütüne tekabül eden sosyolojik bir olguydu. Söz konusu bu ahlâka mensup olanların 15 Temmuz günü ellerine silah/tank/uçak geçirerek ülkeye, devlete, ait olunan anlam dünyasına vb. yönelik sergiledikleri tutuma tanık olunmasının ardından, bu aynı/benzeri unsurların daha önceki süreçlerde “pür sivil” kimlikleriyle/oluşumlarıyla aynı ülkeyi, devleti, ait olunan anlam dünyasını vb. hedef alan yönelimleri olduğu söylemi hatırlara gelmiş, idrak edilmişti.

Bugün döngünün bir başka yönelimi içerisinde, doğrudan ve organik olarak Fetö yapısına mensup olmayan, ancak geçmişte bu yapının ahlâkını gayet içselleştirecek şekilde, -bir başka sosyolojik kavramsallaştırmayı gündeme getirerek ifade edecek olursak- ‘yakın temas/uzak beraberlik’ tesis etmiş olanların bu ahlâkın gerektirdiği her ne ise, bugün onu toplumsal yapılar ve bu yapıları tesis eden çeşitli irili ufaklı kurumlara gizli/açık enjekte etmekte olup olmadıkları sorunu önemlidir.

Burada antropolojik ve sosyolojik bağlamlarıyla söz konusu böylesi bir gerçeklik karşısında devlet kurumlarının, medyanın ve de özellikle içinde araştırma üniversiteleri de olacak şekilde akademinin ne türden tutum ve tavır geliştirileceği önemlidir.

Bu vesileyle, 15 Temmuz şehitlerinin ruhları şad olsun.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Dr. Mahathir’in yaşamı: Malezya’da siyasi deha 96 yaşında / The life of Dr. Mahathir: Political genius in Malaysia 96 years old

Mehmet Özay                                                                                                                            12.07.2021

Malezya Federasyonu’nun en önemli siyasetçisi, devlet adamı Dr. Mahathir Muhammed 96 yaşına bastı.

Pasifik Savaşı sonrasında Güneydoğu Asya topraklarında birbiri ardına kurulan ulus devletlerden biri olan Malezya Federasyonu’nun yetiştirdiği önemli siyasetçi, devlet adamı ve entellektüel Dr. Mahathir 96. yaşında. Aslında, ona atfen, Malezya Federasyonu’nun yetiştirdiği derken biraz temkinli davranmak gerekir.

Malezya’nın 30 Ağustos 1957 tarihinde bağımsızlığa kavuştuğu ve Dr. Mahathir’in 10 Temmuz 1925 tarihinde doğduğu dikkate alındığında, onun varlığı, mevcut siyasal ve toplumsal koşulların bambaşka bir evrenine tekabül etmektedir.

Bu kısa tarihsel veri, temelde Dr. Mahathir’in bireysel varlığının ötesinde bir anlama işaret ettiğini ortaya koymaktadır.

Bu çerçevede, halen aramızda olan bu siyasetçi, sadece bugünün Malezya siyasetindeki karmaşık ve komplike ilişkilerindeki yeri ve önemi ile önem arz etmiyor. Bundan daha da ötesi, sömürge döneminin ve bu dönemin ürettiği ekonomik, siyasal ve kültürel koşulların yeniden ele alınmasını hatırlatacak ve bizatihi onun söz konusu o süreçteki ve devamındaki rolü ve işlevine dikkat çekecek bir yaklaşımı ortaya koymayı gerektirmektedir.

Başlıkta yer verdiğim kurt sıfatının elbette, somut bir karşılığı var. Bu karşılık, salt 1981 yılında aktif siyasetin en tepe ismi olarak yani, başbakan statüsüyle ülkesine hizmet vermeye başladığı yıllarla sınırlı değil.

Bundan daha öncesi ve de önemlisi söz konusu bu sıfat, sömürge döneminin tüm sosyo-kültürel ve siyasal şartlarına maruz kalmış, soylu ailelerden gelmeyen, aksine genel çoğunluk içerisinde bir Malay olarak Dr. Mahathir, mevcut şartlar karşısında ne denli rasyonel olmak gerekiyorsa bunu hayatına uygalayan bir kişi olması ve bu bağlamda kendini inşa etmesiyle bağlantılıdır.

Dönemin sömürge başkenti Singapur’da tıp öğrenimi görmesi, onun hem içinde bulunduğu Malaylılık durumu, hem de sömürge idaresi ile doğal ve aynı zamanda derin bir hesaplaşması olarak yorumlanabilir.

Tahmin edilebileceği üzere, doktorluk geri kalmışlıkla anılan toplumların gelişme aşamalarında, kendilerine biçtikleri mesleki formasyonun en tepesinde bir alan olması, başarılması halinde en önemli bir aşamanın geçildiğine yorumlanır. Dr. Mahathir, bu eşiği aşmakla birlikte bu alanda varlık sürmek yerine, bir başka eşiğe ulaşma mücadelesi vermiştir.

Öyle ki, Dr. Mahathir, Pasifik Savaşı sonrası şartlarının doğurduğu bir siyasal gerçeklik olarak, bir yandan bölge toplumlarının talebi, öte yandan sömürgeci güçlerin artık kaldıramayacakları giderek ağırlaşan sömürgeleştirilmiş toprakların ve halkların yükünden kurtulma adına gündeme gelen bağımsızlığa uluşma mücadelesinin kurumsal adı olan siyasi hareket içerisine katılmasıyla dikkat çeker.

Dr. Mahathir’in, doğum günü vesilesiyle yaptığı açıklamada, “din, ırk ve ülke” vurgusu dikkat çekicidir. Bu durum, salt bir Malay ve Müslüman olarak günün getirdiği siyasal şartlarda dillendirilen bir üçleme/argüman değil, bunun ötesinde derin tarihsel kökleri olan bağlamı olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

“Din, ırk ve ülke” üçlemesi tam da, sömürgecilik döneminin koşullarında Malay Yarımadası’nın “asli unsurları” (bumiputra) olan Malay Müslümanların ve ilintili diğer bazı toplulukların ne için var oldukları ve bağımsızlıkla neyi murad ettiklerini ortaya koymaktadır.

Din ile İslam, ırk ile Malaylılık, ülke ile Malaya Federasyonu/Malezya Federasyonu kastedilirken, bunun temelde bu topraklarda yaşam süren diğer etnik ve dini azınlıklarla ilgili bir sorunsala karşılık gelmiyor.

Yukarıda “derin tarihsel kökleri” ile kastettiğim biraz da bu. Yani bu coğrafyayı ve üzerinde yaşam süren geniş toplum kesimlerini varoluşsal olarak birbirine bağlayan temeller olarak bu üç unsurun yapılaştırıcı bir işlevi bulunmaktadır.

Dr. Mahathir’in zikrettiği bu üç unsur onu siyasal ve toplumsal zeminde önemli bir yere oturttuğu gibi, bu üç unsurun diğer azınlık gruplarca algılanışı bağlamında Dr. Mahathir’in dışlandığını varsaymak pek mümkün gözükmemektedir. Sadece modern Malezya toplumu ve siyasetinde değil, Güneydoğu Asya özelinde ve Asya-Pasifik genelinde kalibre bir siyasetçi olarak Dr. Mahathir’in yeri tartışılmaz.

Bu ve diğer bazı nedenlerle, akademisyen ve siyaset yorumcusu Çin kökenli Malezyalı James Chin’in de vurguladığı üzere, Dr. Mahathir mevcut siyasi partiler üzerinde bir politik duruşu temsil etmektedir.

Bunun adına karizma veya tecrübe diyelim, her halükârda Dr. Mahathir ulaştığı bu yaşı ve bu yaşa ulaşana kadar siyaset dünyasındaki işlevi, genel olarak ifade etmek gerekirse onu, “diğerleri” nezdinde de makbul bir kişi kılmaktadır. Diğerlerinden kastımız, Malezya Federasyonu’nda yaşam süren diğer din ve etnik yapılara mensup kitlelerdir.

Sömürgeci unsurların teori ve yöntemleriyle akılları karışmış olanların anlayamayacağı bir durumdan bahsettiğimiz aşikârdır.

Öyle ki, Dr. Mahathir, “din, ırk ve ülke” derken, kasaba politikacısı veya azınlık aşağılık kompleksine (inferiority complex) maruz kalmış kişilerin dar kalıplarıyla hareket eden bir siyasetçi değildir. James Chin’e atıfla ifade etmek gerekirse, Malay Müslümanlara en ciddi ve ağır eleştirileri getiren kişi olan Dr. Mahathir, aynı zamanda -tüm eleştirilere rağmen, diğer dini ve etnik azınlıklarca Malezya’yı ulus-devlet yapma konusundaki kararlılığı ve yapıcılığı ile takdir edilen bir kişidir.

“Din, ırk ve ülke”nin varlık sürmesinin bilgi, siyaset ve toplumsal kökenlerine vakıf olduğuna kuşku olmayan Dr. Mahathir, aynı zamanda yaşadığı dönemin zorunlulukları/imkânları karşısında hareket kabiliyetini geliştirme ve genişletme konusunda da gayet mahir bir siyasetçi olduğunu kanıtlamıştır.

Malezya Federasyonu’nda 1970’lerin başlarından gündeme gelen ve 1980’lerden itibaren giderek artan bir şekilde ortaya çıkan kalkınmacı modernleşmenin unsurlarında belirleyiciliğe sahip olan bir siyasetçi var karşımızda. Söz konusu o yıllarda, adına sömürge sonrası (post-colonial) denilen teorilerinin ortaya çıkmasında hiç kuşku yok ki, diğer bazı liderler kadar, Asya-Pasifik bölgesinde bir Müslüman, eski bir sömürge bireyi olarak Dr. Mahathir de siyasi düşüncesi, pratik zekası ve politikasalarıyla katkıda bulunmuştur. Bugün Malezya’da yaşanan her türlü siyasal zorluklara rağmen, kendini bir ulus-devlet olarak “din, ırk ve ülke” bağlamında var etmiş bir yapı var ise, bunda hiç kuşku yok ki, Dr. Mahathir’in gayet önemli bir payı bulunmaktadır.

Bu vesileyle Dr. Mahathir Muhammed’e uzun ve hayırlı ömürler dilerim.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/11/dr-mahathirin-yasami-malezyada-siyasi-deha-96-yasinda-the-life-of-dr-mahathir-political-genius-in-malaysia-96-years-old/

8 Temmuz 2021 Perşembe

Malezya’da UMNO’nun hükümetten desteği çekmesi ne anlama geliyor? What is the meaning of withdrawal of UMNO’s support from the government in Malaysia?

Mehmet Özay                                                                                                                           08.07.2021

Malezya’da siyaset durma noktasına geldi. Değişimle, değişime direnme arasındaki Malezya siyasetinde dün yaşanan gelişmeler siyasetin durma noktasına geldiğini ortaya koyuyor.

Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu’nun (United Malay National Organization-UMNO) dün geç saatlerde yapılan genel kurul toplantısında, mevcut Ulusal İttifak (Perikatan Nasional-PN) iktidarına desteğin çekildiğini ve başbakan Muhyiddin Yasin’i istifaya davet etmesiyle ilgili açıklama, ülkede siyasi kaosun geldiği noktayı ortaya koyması açısından önemli.

Ahmed Zahid Hamidi açıklamasında, kısa dönemli görev yapacak bir başbakan atanmasıyla yeni bir hükümetin kurulması önerisini gündeme taşıdı. Geçici hükümet kurulması önerisinde, aynı zamanda eski başbakanlardan ve UMNO milletvekili Necib Rezzak tarafından da gündeme getirildi.

Öte yandan, Dr. Mahathir Muhammed geçen ay gündeme getirdiği “acil durum yönetimi” önerisini tekrarladı. Dr. Mahathir, bu önerilerini başında bulunduğu  Vatan Partisi (Pejuang) olarak 26 Temmuz’da yapılacak parlamento görüşmelerinde dile getireceklerini söyledi.

İktidarı destekleyen, örneğin Muhyiddin Yasin’in başında bulunduğu Yerli Birlik Partisi’nden (Parti Pribumi Bersatu Malaysia-Bersatu) yapılan açıklamalarda, Ahmed Zahid Hamidi’yi muhalefin argümanlarıyla hareket etmekle suçlanıyor.

Başsavcı’dan hükümet devam ediyor açıklaması

Siyaset kurumunun aldığı bunca darbenin üzerine, bir diğer önemli açıklama başsavcıdan geldi. Başsavcı Idrus Harun yaptığı açıklamada, “Muhyiddin Yasin’in başında bulunduğu PN hükümetinin devam ettiği” yönündeki açıklaması olduğuna kuşku yok. Başsavcı işini en iyi bilen kişi olarak ilgili yasalara atıfta bulunmayı da eksik etmedi.

Buna göre federal anayasanın 43. Maddesi 1. ve 2. Fıkraları’na göre mevcut hükümetin federal mecliste çoğunluğu sağlamamıştır derken; 43. Madde’nin 2 fırka a bendine göre ise meclis çoğunluğunun güven oyu olup olmaması herhangi bir parti başkanı tarafından değil, aksine meclis tarafından belirlenir” açıklamasını gerekçe göstererek mevcut başbakan ve hükümetin görevinde olduğunu ileri sürüyor.

Aşağıda değinileceği üzere, zaten söz konusu bu son izah tarzı 1 Mart 2020’den bu yana görev yapan mevcut başbakan ve hükümetin neden siyasi merşuiyet taşımadığını da açıkça ortaya koymaktadır.

UMNO genel başkanı Ahmed Zahid Hamidi, dünkü açıklamaları arasında, UMNO’nun muhalefet lideri Enver İbrahim’i  desteklemeyeceğini açıklamasına rağmen, partisindeki milletvekillerini istedikleri siyasi parti ve/ya lidere destek verme noktasında serbest bırakması ise bir tür çelişkiye işaret ediyor.

Öyle ki, bu gelişme geçen Eylül ayından bu yana gündemde olan UMNO içinden bir grupun muhalefet lideri Enver İbrahim’e destek verdiği iddialarının yeniden ve de güçlü bir şekilde ortaya çıkması anlamı taşıyor.

Son iki günde yaşanan somut gelişmeler, 24 Şubat 2020 tarihindeki sivil darbenin ardından kurulan hükümet yapısının işlemediğinin en bariz ve son göstergelerinden biri olurken, aradan geçen süreçte sadece siyaset kurumu değil, kovid-19 karşısında uygulanan istikrarsız politikalar nedeniyle toplumsal barış ve güvenin de tehdit altında olduğunu söylemek mümkün.

Federal parlamento’da son durum

Dün UMNO genel başkanı Ahmed Zahid Hamidi’nin açıklaması ne anlama geldiğini en iyi gösteren ölçüt federal parlamentoda mevcut PN hükümetine desteği somut olarak ortaya koymakla anlaşılabilir.

222 sandalyeli mecliste iki millevekilliği vefatlar dolayısıyla boş olurken, geri kalan milletvekilleri arasında başbakan Muhyiddin Yasin ve PN hükümetine desteğin 111/112 civarında olduğu belirtiliyor.

Dün akşam UMNO genel kurul toplantısı sonrası açıklamalar ise federal mecliste 38 milletvekili bulunan bu partinin desteğini çekmesinin başbakan ve hükümetin meclisteki çoğunluk desteğini yitirmesi anlamına geliyor.

Siyasi meşruiyet krizi yeni değil

1 Mart 2020’de federal sultan tarafından başbakan olarak olarak atanan Muhyiddin Yasin’in kurduğu PN hükümeti sürecin başından itibaren birkaç milletvekili çoğunluğu ile sözde siyasi meşruiyetini sağladığı iddiasındaydı.

Ancak bu söylem teknik ve siyasi etik ve düzenlemeler açısından bugüne kadar sınanmış değil. Yani federal meclis’te bugüne kadar mevcut başbakan ve hükümet ile ilgili güven oylaması yapılmamaması, hiç kuşku yok ki, ülke siyasal yaşamına yönelik en önemli zararlardan biri olarak tarihe geçecektir.

Dün akşamki UMNO genel kurul toplantısından çıkan kararın da, bir sürpriz olmadığını söylemek gerekiyor. Bu noktada, geçtiğimiz Mart ayında yine, UMNO genel kurul toplantısında, “bir genel seçim atmosferinin doğmaması halinde mevcut PN hükümetine desteğin sona erdirilebileceği konusunda bir kabul ortaya çıkmıştı. Böylece, bugün yaşanan tartışmanın önü açılmış olmuştu.

Başbakan Muhyiddin Yasin, UMNO’nun bu siyasi restini görmüş olmalı ki, dün apar topar boş olan başbakan yardımcılığı makamlarına UMNO üyesi iki milletvekilini atadı.

Bunlardan biri Ahmed Zahid Hamidi’ye parti içi muhalefetiyle dikkat çeken İsmail Sabri Yaakob, diğeri ise Hişamuddin Hüseyin Onn’un güvenlikten sorumlu kidemli bakan (senior minister) olarak atanması oldu.

Her ne kadar, başbakanın bu yeni atamaları, PN hükümetinin kuruluşundan bu yana UMNO’nun hükümette güçlü bakanlıkları alma konusundaki talebine karşılık gelse de, farklı bir amaca yönelik girişim anlamına geliyor.

Bu noktada, söz konusu bu atamaların, UMNO içerisinde mevcut hükümete desteği sağlamanın bir aracı işlevi görürken, aynı zamanda zaten var olan parti için bölünmeyi artıracağına hatta gelişmeleri başkan değişimine kadar götüreceğine kuşku yok.

UMNO’da bölünme

UMNO genel başkanı Ahmed Zahid Hamidi tarafından yapılan açıklamalar sonrasında Malezya’da siyaset gündemi yeniden büyük bir karmaşanın içine girdi.

1 Mart 2020’de federal sultan’ın onayıyla başbakan olarak atanan ve bugünkü PN hükümetini kuran Muhyiddin Yasin ve hükümetin siyasi meşruiyeti bugüne kadar sorgulanıyordu.

Aradan geçen süre zarfında, özellikle kovid-19 bahane edilerek federal mecliste güven oylaması süreci işletilmemesi, bugünkü yaşaman kaosun temellerini oluşturuyor.

Hükümet bu süre zarfında ülke genelinde kovid-19’la mücadelede başarısızlığa  imza atması ise hiç kuşku yok ki, kaosun görünmeyen yüzünün toplum katmalarında çok daha büyük olduğuna işaret ediyor.

Siyaset kulislerinin oldukça yoğun olduğu dün ve bugün ortaya oldukça ilginç siyasi tabloları çıkarıyor. Tablolar diyorum, çünkü içinde başbakan adayı geçici, hükümet vb. gibi birbiriyle ilişkili ve aynı zamanda çelişkili siyasi çözüm önerileri bulunuyor.

Federal parlamentoda 38 milletvekilliğine sahip UMNO’nun mevcut PN hükümetinden desteğini çekmesi hiç kuşku yok ki, teknik anlamda hükümetin düşmesi demek.

UMNO günah çıkartıyor

UMNO, hem 24 Şubat 2020 sivil darbesi hem de ardından 1 Mart tarihinden itibaren gündeme gelen yeni hükümet senaryolarındaki rolü ile öne çıkıyordu.

Aradan geçen süreçte hükümette arzu ettiği yeri al/a/maması, parti içerisinde zaten var olan kırılmaların derinleşmesine ve aynı zamanda, bugün mevcut PN hükümetini de destekleme ve desket vermeme arasında gidip gelmesine neden oldu.

Dün akşamki genel kurul toplantısında UMNO’nun özellikle kovid-19 nedeniyle geniş toplum kesimlerinin yaşadığı sıkıntılara dikkat çekmesi ve gizli/açık hükümete atıfta bulunarak bu süreçte sürekli kaybeden tarafla birlikte olmak istemediklerini gündeme getirmeleri önümüzdeki seçimlere yönelik bir girişim olarak düşünmek gerekiyor.

Her ne kadar, başbakan Muhyiddin Yasin mevcut hükümeti, çok partili ve bağımsız milletvekilleri desteğiyle ayakta tutuyorsa da, kovid-19 sürecinde olumlu gelişmelerle birlikte gündeme gelecek bir seçimde kazanma şansı gayet şüpheli.

Yaşanan gelişmeler 24 Şubat 2020 tarihindeki sivil darbeye maruz kalan Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) hükümeti sonrasında ülkenin siyasal ve toplumsal barışında yaşanan erozyonun geldiği nokta açısından gayet önemli.

Halkın oylarıyla seçilmiş meşru hükümet PH hükümetine yönelik sivil darbe girişiminin ardından, siyasiler arasında siyasi etik duruşu değer kaybetmeye devam ederken, hükümet ayakta kalabilmek için kovid-19’u gizli/açık bir tehdit olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Bugün bu sürecin sürdürülemezliği karşısında en büyük karşı çıkışta, yukarıda zikredilen sürece en büyük desteği veren UMNO’dan gelmesi gayet manidardır.

https://guneydoguasyacalismalari.com/2021/07/08/umnonun-hukumetten-destegi-cekmesi-ne-anlama-geliyor-what-is-the-meaning-of-withdrawal-of-umnos-support-from-the-government/