Mehmet Özay 18.07.2021
Gündelik yaşam içerisinde olup biten, bireylerin ve grupların tekil veya kollektif olarak ortaya koydukları eylemleri anlamlandırmak felsefe başta olmak üzere çeşitli sosyal bilimlerin ana konusunu teşkil etmektedir.
Eylemlere
karar veren, yöneten, uygulayan konumundaki tek tek bireyler ile bunların ait
oldukları varsayılan irili ufaklı toplumsal gruplar, sergiledikleri eylemler
vasıtasıyla hem kendileri, hem toplum için anlam üretmekte ve bu sürece katkıda
bulunmaktadırlar.
Bununla
birlikte, içinde yaşanılan ve adına modern denilen dönemin -her ne kadar
post-modern denmekle birlikte hâlâ küresel toplumsal yapıların kahir
ekseriyetince moderne bile ulaşılamamış olduğu gerçekliğine de unutmadan-,
bireylerinin ve eylemlerinin ortaya koydukları anlamların ne kadar kendinde,
sahici ve belirleyici olduğu tartışmalıdır.
Her ne
kadar bu durum şaşırtıcı gibi gelse de, söz konusu bireyler ve sergiledikleri
eylemlerin anlamının olmadığını söylemek istemiyorum.
Modern yapısallaştırma
Aksine,
insan olmanın bir gereği olarak anlamlılık olgusu ister istemez, kasıtlı
kasıtsız peşine takınılan bir durumdur.
İlgili
eylem ile eylemi oluşturan birey arasındaki ilişki, bu ilişkinin içine doğduğu
zaman ve mekân koşullarının belirleyiciliği kadar, moderniteye referansla bu
eylem ve birey tekinden bağımsız onun üstünde, ona bir anlamda hükmeden bir yapılaştırıcı
formu içinde taşıdığını söylemek mümkün.
Adına kurulu
ağlar denilen, birey ve toplumsal gruplar üzerinde hakimiyeti yansıtacak
şekilde kullanılabilen, kendinde bir bütün kabul edilen ‘yapısallık’ (structurality) bir yandan ve bitmek
tükenmek bilmeyen çeşitli mekanizmalar ve ağlarla kendini bireye ve bireyin
eylemine empoze ederken, aynı zamanda bunun ürettiği veya ürettiği varsayılan
bir anlam oluşum zincirini de ortaya çıkarmaktadır.
Burada “sorun
nedir?” diye baktığımızda, sorunun bugünü yapısallaştıran -bireyin aktörlük (agency) olma vasfını bir noktada
paranteze alarak söylemek gerekirse-, modernitenin bizatihi kendisiyle ilişkili
olduğudur.
Modernin,
sokaktaki vatandaşlar, henüz çömez üniversite öğrencileri ile pek de çömezlikten
kurtulmak istemeyen akademi çevrelerinin anladığı basit haliyle giyim kuşamdan
teorisine kadar yeni, moda, peşine takınılası bir olgu olarak kabullenme
yönünde bir olgu olarak anlaşıldığına tanık olunmaktadır.
Modern
üzerinde kurgulanan bu ilkel (primitive)
yaklaşımın, ağır ergenlik hislerinin egemen olduğu ve bunun giderek
toplumsallaşmanın aracı ve egemenliğine sürüklendiği görülmektedir.
Bu
noktada, sözde içine doğdukları ve geliştikleri diyelim ki, Müslüman toplumun
sahip olduğu epistemolojik temellere ve dayanaklara muhalif duruşları -ve buna
rağmen, zaman zaman böyle olmadıklarını ortaya koymaktan da çekinmedikleri
görülse de-, olsa olsa ortaya şizofrenik bireyler ve bunların oluşturduğu bir
tür toplumsallıklar üretmektedir.
Bununla
birlikte, söz konusu bu kitle, geçmiş, gelenek vb. bağlamlar noktasında
toplumsal olarak adlandırılmayı hak etmemekle birlikte, şu ya da bu şekilde
sahip oldukları hedef birlikteliği onları henüz olgunlaşmamış bir toplumsallık
olgusu içerisinde değerlendirmemize olanak tanımaktadır.
Bilgi kaynağı ve kısıtlılık
Gelinen
bu noktada, bireye ve içinde doğduğu, geliştiği, katıldığı, tecrübe ettiği her
türünden toplumsal gruplara anlamını katan bir modernite olgusunun, kendinde ve
bütüncül bir bilgi kaynağı, bilgi edinimi, bilgi üretimi süreçlerini
barındırdığını görmek gerekmektedir.
Bilgi
kaynağının bireyin ve toplumun eylem silsilelerine karar vericilik,
benimseyicilik, içkinleştirmecilik gibi tüm bağlamlarını belirlemedeki işlevi,
bir anlamda onu kaçınılmaz ve bağlantısız olunamaz bir konuma oturtmaktadır. Bu
husus, kendi içinde gayet oturaklı ve ‘anlamlı’dır. Burada bir diğer sorunu
gündeme getirmek suretiyle, yukarıda dikkat çekilen modernite’nin niçin sorunlu
olduğuna ışık tutmak mümkündür.
Sorun
şudur: Kendini Müslüman ve İslam dini düşüncesi ve bu düşüncenin oluşturduğu
külli gelenek içinde değerlendirdiği varsayılan birey ve kitlelerin bugün karşı
karşıya kaldıkları ve belki de yıkım boyutunda olduğu söylenebilecek anlam
sorunlarıdır.
Yakın sorun - uzak sorun
Aslında
bu sorunun, salt bugünle sınırlı olmadığı da ortadadır. Nihayetinde, bugün
içinde yaşadığımızdan dolayı bugünü hissetme, tecrübe etme, anlama,
sorunsallaştırma konusunda bir kolaylığımız ya da zorunluluğumuz vardır.
Yoksa,
hiç de uzak olmayan bir dönemde diyelim ki, 19. yüzyıl ortalarında Batı
Avrupa’nın ekonomik kalkınmışlığı ve bunun oluşturduğu toplumsal gelişmişliği
karşısında kendini geri kalmış hisseden, hatta bunu kendine kanıtlayan ve
dışardan yaptırımlarla kendisine benimsettirilen bu durum karşısında da,
dönemin Müslüman çevrelerinin özellikle de, iletişim kanalları, toplumsal
mobilite vb. bağlamlar dikkate alındığında gayet kabul edilebilir bir şekilde
bürokratik elitin, okur yazar çevrenin, hocaların alanı ile sınırlı toplumsal
grupların/çevrelerin tecrübe ettiği bir gerçeklik yapısı söz konusuydu.
O dönem,
var olan toplumsal yapı, eylemler ve anlamlılık ile bunun ürettiği maddi
gelişmişlik arasındaki bağlantı, kendini Batı Avrupa toplumsal yapısındaki
gelişmelerle kıyaslayarak belirleme eğilimi içerisindeydi…
Hakikat algısı – gündelik yaşam gerçekliği dikotomisi
Bugün
gündelik yaşamın tam ortasında yaşanılanları kendinde bir gerçeklik olarak
kabul ettiğimizde, ait olduğu varsayılan inanç evreninden ve bütününden hareket
edememe karşısında gerçeklik/hakikat algısını kaybetmiş bireylere ve kitlelere
rastlanmaktadır.
Burada
popülerleştirilme eğilimlerine de konu olması hasebiyle dikkate alabileceğimiz
diyelim ki, işlevi ülkenin ihtiyaç duyduğu bir dizi dini hizmet ve görevleri
usulünce yerine getirecek kadroları oluşturacağı varsayılarak açılan ‘imam ve
hatip’ okullarında öğrenim gören genç insanların -ya da daha insaflı bir
yaklaşımla bu grup içerisinden bazılarının- içinde bulunduğu durumdur.
Aslında
bu tür öğretim kurumlarının, olumlu bir şekilde bir tür anlam değişimine
uğradığını ve temel işlevinin belirli memur kadrolarını tesis etmekle sınırlı
olmadığını, bunun ötesinde bireye daha geniş, bütüncül bir anlam evreni
kazandırması düşünülerek işlevselliğine artırarak devam ettirdiğini söylemek ne
güzel olur(du).
Ancak,
bugün tanık olunduğu üzere bu genç kitlenin, öğrenim gördükleri okulların temel
yapılaşmasıyla, bilgi kaynağıyla, bilgi üretim süreçleriyle, insanı ve maddeyi
anlama ve anlamlandırmasıyla çelişen bir düşünce ve eylem biçimlerine evriliyor
olmaları kuşkusuz ki, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Bununla
birlikte, ortaya çıkan ürünün deformatif (deformation)
boyutlar kazanmasında, bu kitlenin içinde yer aldığı öğretim kurumlarının
ötesinde, toplumsal yapıyı teşkil eden aile, medya, uzak yakın çevre, boş
zamanlar/eğlence vb. diğer tüm unsurların rolü ve katkısı olduğunu da unutmamak
gerekmektedir.
Kendini,
yukarıda dikkat çekilen ilgili öğretim kurumunun yapısı ile sınırlandıran veya
aldığı bilginin varlığını diyelim ki, çocuk yaşlarında toplumsal yapı
karşısında gözlemleyemeyen ve bunu ilerleyen yaş dönemlerinde bizatihi
uygulamaya geçiremeyen genç kitlenin, nasıl bir anlam evreni üretip
üretemeyeceği sorusuyla karşı karşıyayız.
Söz
konusu bu öğrenci kitlesi bağlamında, bugün çeşitli mecralarda karşılaşılan ve
sorun olarak teşekkül eden bu yapının karşısında, moderniteden beslenen ve bizatihi
kendisi anlam yapıcı olan, daha geniş bir toplumsal gerçeklik olgusu yer
almaktadır. Bununla birlikte, söz konusu toplumsal gerçekliğin, hem bugünkü hem
yakın gelecekteki nesiller için bir a
priori gerçeklik nosyonu haline getirilmesi tehlikesini göz ardı etmemek
gerekir.
Yüksek lise – yüksek modernlik(!)
Bunun
ötesinde, aynı sürecin bir devamı olarak adına yüksek denilen öğrenim
süreçlerini tecrübe ederek belirli kurumlara gelmiş kişilerin ilgili durumuna
da bakmak gerekir. Öyle ki, bu kişiler bugün kendilerine sorumluluk verilen
öğreticilik ve bu öğretcilik olgusuna konu olan kurumların başındaki kişiler
olmaları, işin vahametini daha artıran bir husus olarak dikkat çekmektedir.
Bu
kişilerin düşünceleri ve bu düşüncelerini gelişigüzel değil, aksine bile
istiye, kasıtlı ve kendinde bir amaç olarak zikrettikleri husus, dini inanç
yapısı ile yaşanan gündelik toplumsal gerçeklik arasında var olduğu söylenen
uçurumdur. Bu yaklaşımda haklılık payı olduğunu göz ardı etmeden söylemek
gerekirse… Bu uçurum düşüncesi temelde, yukarıda dikkat çekilen öğretim
süreçlerinin daha erken dönemlerindeki çocuklarda/gençlerde görülen açmaza
tekabül eden bir yanı vardır. Ancak, burada temel fark, okur yazarlığını
tamamladığı gibi yaşça ‘kamil’ olduğu varsayılan akademi çevrelerinin mensubu
bulundukları inanç evreni ve gerçeklik olguları karşısında taşıdıkları bir tür şüphedir.
Gündelik
toplumsal yaşamın sınırları içerisinde karşılaşılan anlaşmazlık, çatışma,
yoksulluk, vb. gibi unsurlar karşısında inançlı bireylerin anlaşma, çatışmama,
kardeşlik, refah paylaşımı gibi unsurlarıyla ortaya çıkamamaları gibi örnekler
üzerinden inanç yapısı ile kopuş ilişkilendirilirken, aynı zamanda böylesi bir
duruma gizli/açık bir kapı da aralanmaktadır. Burada köklü bir hatanın var
olduğu ortadadır.
Bu
noktada, yazının başlarında dikkat çekilen modernite kavramına dönerek ifade
etmek gerekirse, hiç kuşku yok ki, burada dile getirilenlerin/söylemin bize
hatırlattığı şey, modernite sorununun anlaşılamamışlığı ile karşı karşıya
olduğumuzdur.
Modernitenin
bağlı olduğu bilgi sisteminin ürettiği ve kopuşlar zinciri olarak karşımıza
çıkan sözde gerçeklik içerisinde yapılması gereken, gündelik yaşam
pratiklerinde maruz kalınan gerçeklikler karşısında pasif, regresif bir konumda
olmak yerine, var olan bu yapıyı tanımlamak ve burada anlamın inanç unsuru ile
ne türden bir bağı olduğu veya olmadığının ortaya koymak gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder