Mehmet Özay 04.07.2021
Sosyal bilimlerde teori, metodoloji üzerine çalışmalar her daim tartışma konusu olmuştur. Bu durum felsefe ve tarih çalışmalarından başlayarak sosyal bilimlerin ayrışması ve gelişim süreçlerinde de varlık göstermiştir.
Tarih çalışma
sahasında bilim adamlarının içine doğdukları toprakların tarihine yönelik özcü
ilgileri kadar, diğer toplumların ve coğrafyaların tarihlerine yönelik
ilgilerinin de var olduğu ve giderek yaygınlık kazandığına tanık olunmaktadır. Bu
noktada, seyyahların bireysel keşif duyguları ve tecrübeleri veya bazı ekonomik
gerekçelerle yollara düşen bazı tüccarların seyyahlığa evrilen bireysel
yönelimleri, erken dönem verilerin oluşmasına katkı sağlamıştır.
Bu sürecin
özellikle, Batı Avrupalı denizci milletlerin bir yandan Pasifik, öte yandan
Hint Okyanusu üzerinden ortaya koydukları sömürgecilik süreçleri ile birlikte,
belki önce sözlü anlatılar, kısa notlar, güzergâh ve insan ve toplum türleri,
dil yapıları, ekonomik faaliyetler gibi pratik ve pragmatik konular üzerinden
gelişme kaydetmiştir.
Eli kalem tutan
denizci, tüccar ile bizzat ilgili sömürge metropolünden görevlendirilmiş tarih
yazıcılarının varlığı ve belki, önce tek tük bireysel katılımlar ancak,
ardından kurumsal bir yapı olarak Kilise örgütlerince organize edilen
misyonerlik süreçleri, sömürge topraklarını tanımada birincil araç işlevi
görmüştür.
Yukarıda
zikredilen çeşitli bireyleri ve çeşitli yazım türlerini içinde barındıran
anlatılar zamanla objektiflik/nesnellik kriterlerinin oluşmasına ve/ya var olan
belirli kriterler noktasında eleştirel değerlendirmeye tabi tutulmasına kapı
aralamıştır.
Tarih
çalışmalarında çeşitli formlarıyla yazılı ve maddi somut veriler kaynak
niteliği taşıdığı gibi, ilgili dönemlere dair olan biten anlamlandırma
sürecinin belki de, söz konusu somut veriler kadar önemli bir yöntem olarak
uygulandığına tanık olunmaktadır. Yorumun bizatihi bir yöntem olması eldeki
mevcut somut verilerden bağımsızlaşabilme özelliğine de içkin olduğunu söylemek
gerekir.
Bu noktada, Malay
dünyası ile ilgili histografya oluşumunun şekillenme süreci ve bugün gelinen
nokta çeşitli açılardan eleştiri konusu yapılmıştır.
Bu süreçte, tarihi
verilere yaklaşımı, yorumlaması ve ana akım Batılı tarihçilerin verilerine ve
yorumlarına yönelik eleştirel tutumu ile Naqib el-Attas’ın görüşleri dikkat
çekicidir. 2011 yılında Malezya’nın önemli araştırma üniversitelerinden Universiti
Teknologi Malaysia (UTM) tarafından yayımlanan ve daha önce kısa bir tanıtımını
yaptığımız Historical Fact and Fiction
adlı eseri yanılmıyorsam, bu alandaki görüşlerinin son örneğini teşkil
etmektedir.
Naqib el-Attas
eserin daha ilk satırlarından itibaren Batılı tarihçilerin ve onların Malay
dünyasındaki takipçilerinin ele almakta zorlanacakları ya da ele alsalar bile,
farklı bir şekilde yorumlayacakları Hikayat
Raja Raja Pasai’deki ‘Merah Silau’ figürü ve bu onun etrafında gelişen
hadiselere yönelik özgün denilebilecek bir çaba ortaya koymaktadır.
Tabii burada amaç,
Naqib el-Attas’ın Merah Silau üzerinden neler ortaya koyup ettiğinden ziyade, metodolojik
olarak Batılı tarihçi çevrelerine yaklaşımına kısaca değinmektir.
El-Attas’ın
metodolojik yaklaşımları öne çıkaran, ancak en az bunun kadar bir başka önemli
olan, bilgi kaynağı sorununu da gündeme getirmektedir. Öyle ki, bunu da hem
Batılı tarih yazıcıları hem de bunların Malay akademi dünyasındaki
takipçilerinin eserlerinde gündeme taşındığını söylemektedir.
Bu iki alan
üzerine derinlikli eğilme gereğinin haklı gerekçesi, hem bilgi/bilgi kaynağı
eksikliği ve sorunu hem de kabul edildiği varsayılan ham bilgi/bilgi kaynakları
üzerinde geliştirilen metodolojilerin neden olduğu sorunlardır.
Bunları iki
şekilde değerlendirmek mümkündür. İlki, söz konusu bilgi kaynakları ve
nihayetinde bu özde karmaşık ancak, belirli metodolojiler rehberliğinde oluşturulan
teorilerdir. İkincisi, bu süreçleri hem yapılandıran hem bu süreçlerin sonunda
ortaya çıkan “akılcılaştırma” (reasoning),
“analiz” (analysis) ve “ulaşılan
sonuçlarla” ilgili unsurlardır. Tüm bu unsurların ortaya çıkardığı ürün ise,
vazgeçilmesi pek de mümkün olmayan bir Malay tarih anlatısı kadar, Malay
düşünce sistemi üzerinde de deformasyonlara yol açması oluşturmaktadır.
Malay
toplumlarının tarihinin inşasında Batı’da üretilmiş teorileri ve
metodolojilerinde belirleyici husus, “değer yoksunluğu” eksikliğidir. Bununla
birlikte, el-Attas’ın eleştirdiği önemli noktalardan biri veri eksikliğinin
neden olduğu tarihi gelişmelerin yeniden inşasında işlevsellik kazanan teori,
metod ve yorumlama süreçlerinin Batılı genelde sosyal bilimciler ve özelde
tarihçiler tarafından belirli değer yüklü yaklaşımlara konu olmasıdır.
El-Attas, “bizim
tarihimize yönelik entellektüel katkılarını takdir etmeliyiz” derken, “bizim”
vurgusu, okuyucuda sübjektifliğe bir yönelme olduğu hissinin ortaya çıkmasına
neden oluyor.
Bunu, el-Attas
gibi sosyal bilimlerin önde gelen tüm alanlarında eser kaleme almış, görüş
beyan etmiş birinin, naif ve/ya inferiority
bağlamında bir sübjektiflik olarak gündeme getirdiğini söylemek oldukça güç.
Kaldı ki, el-Attas,
salt Batılı tarih yazıcılarının Malay dünyası üzerindeki ‘uzmanlıklarına’ karşı
bir duruş olarak algılanmayacak, aksine bizatihi Malay dünyasının ürettiği
Malay kökenli tarih yazıcılarının kahir ekseriyetince benimsenerek ortaya
konmuş metodolojilerden de ayrışan bir entellektüel çaba ortaya koyduğuna vurgu
yapmaktadır.
Bu noktada,
el-Attas böyle bir yaklaşım sergilemekle sübjektiflik yerine, Malay akademi
dünyasına kendi kaynaklarına ve bu kaynaklar üzerinden tarihi yapılaştırmada,
ne türden bir yöntem veye yöntemler dizisi izlemeleri gerektiğine gizli/açık
işaret etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder