Mehmet Özay 11.09.2020
11 Eylül 2001 tarihi, bir ulus devlet olan ABD açısından olduğu gibi küresel etkileriyle dikkat çeken bir gelişmeydi.
Daha yüzyılın ilk
yılında gerçekleşen bombalamalar, akıllara 2. Dünya Savaşı’nda, 1941 yılı
sonlarında Japonların, ABD’nin Pasifik deniz gücünün bulunduğu Hawaii’deki Pearl Harbour deniz üssüne saldırılarını
getiriyordu.
O dönem, sömürgecilik
üzerinden dünya hakimiyetini kurgulamakla kalmayan, bunu içinde savaşın da
bulunduğu rekabetçi bir düzleme taşıyan Batı kapitalizminin elden kaçıp
gitmesiyle eş değer bir durumdu.
Modernleşmeyle at
başı giden kapitalizmin, Max Weber’in ileri sürdüğü üzere rasyonel bir nitelik
kazanmasıyla kalmayan, aksine gizli/açık içinde var olan rekabetçilik boyutunun
görünür kılındığı bir yapılaşma olarak zuhur ediyordu.
Aslında, Batı Avrupa
özelinde bakıldığında, 17. ve 18. yüzyıllarda ulus-devletleşmeye giden süreçte,
ilgili ülkeler arasında bitmek bilmeyen savaşların sebebi olan kapitalizmin, 20.
yüzyılın ilk yarısında geldiği noktanın bir ifadesiydi Pearl Harbour saldırısı.
Batı kapizalizmini
taklide yeltenen ve bu nedenle içinden çıktığı Asya toplumlarına özgü
yapılaşmalardan bir anlamda ferâgat eden Japonlar, elde ettikleri endüstrileşme
başarısını, yine Batılı ideolojilerden beslenerek Asyacılığı yüceltme yönündeki
adımlarla, Asya-Pasifik’ten Batı Avrupalı sömürgecileri çıkarma davasına büründürmüştü.
Bölge toplumları
açısından, çıkış gayesi ve hedefleri noktasında “olumlu” addedilen ve bunun
pratikte yansımaları da olan bu gelişmeye karşın, Japonların, -Weber’in haklı
olarak ileri sürdüğü şekilde Batı’nın ürünü olan kapitalizmi, Asya üzerinden
yeşertme çabasının başat bir unsur haline gelmekte olduğuna dair de ciddi
referanslar bulunuyordu.
Bir başka açıdan
bakıldığında, 11 Eylül uçak saldırıları, yakın geçmişte yani, 1991’de ABD
öncülüğündeki Batılı güçlerin Irak’a saldırılarından sonra televezyon ekranlarına
yansıyan canlı saldırı görüntülerini hatırlatıyordu.
ABD toplumu
açısından, adına Ortadoğu denilen ve ABD halkı arasında orantısal olarak belki
de çoğu kişinin ilgi alanına girmediği gibi, coğrafi bilgi düzeyinde dahi
haberdarlığı şüpheli bir bölgede gökyüzünde parlayan cisimler, olsa olsa sinema
sahnesinde izledikleri Star Wars’a
denk gelebilirdi.
Tam da bu noktada,
gerçek mi sanal mı olduğu konusunda akılları karıştıracak bir boyutu içinde
taşıyan uçaklı saldırılar, akıllara bir terör olgusu olarak ortaya çıkmanın ötesinde
anlamlar yüklüyordu. Adına modernleşme
denilen çağın, ne denli değişmekte olduğu ve ne ölçüde kendini hedef haline
getirebileceğinin bir ifadesiydi aslında bu saldırılar.
Öte yandan, kovid-19
nedeniyle bir süredir yine olumsuz yönleriyle ele alınan küreselleşme, yüzyılın
başında, yani 2001’de, insanlığa ödeteceği bedeli ABD toprakları üzerinden
gösteriyordu.
Öyle ki, dünya
toplumları içerisinde kendini en çok güvende hisseden, belirli sınıflar ölçeğinde
gelecek kaygısının nedereyse hiç yaşanmadığı, yeryüzünde cennetin icadını, yönetimini
ve bunun tüm üretim ve tüketim aygıtlarını ellerinde tutan bir toplumsal
yapının dönüp kendine bakabileceği bir ana tekabül ediyordu saldırılar.
Söz konusu bu uçaklı
saldırıların ardında, temel neden olarak Ortadoğu’nun bitmeyen sorunu Filistin
meselesi yer almakla ya da geniş kesimlere böylesi bir neden göstermekle ortaya
çıkan bu gelişme, velev ki böyle olsa bile, hedeflerinin ötesinde bir anlam
değişimine yol açmaya elverişliliği ile dikkat çekiyordu.
Bu noktada, uçaklı
saldırılar, temelde ‘ötekileri’ ilgilendiren bir meselenin dönüp dolaşıp ABD’nin
kendi bünyesinde, kendini var etmesiydi. Bu anlamda, bir ithal malzemeymiş gibi
küreselleşmenin beklenmedik yüzünün ortaya çıkmasıydı.
Yaşanan vakıanın
ardından, çözümü, “bize niçin düşmanlar?” sorusunda arayan ABD siyasi eliti,
medyası ve akedemyası böylesine yanlış bir soruyu sormakla, aslında ele geçen
fırsatı bir anlamda yok sayıyor ve geri tepiyorlardı.
Adına Ortadoğu toplumsal
gerçekliği denilen durum, kendi içindeki kayda değer sorunlar bir yana, sömürgecilik
ile başlayan ve dönemsel güç olarak, kendini 2. Dünya Savaşı sonrası
yapılanması olarak ABD öncülüğünde ortaya koyan dünya sisteminin ürettiği bir
ürünü olmakla dikkat çektiği tartışmalara konu olmuyordu.
Ya da “bize niçin
düşmanlar?” sorusunu örneğin, biri ABD diğeri Sovyetler Birliği’nin aktörü
olduğu 1970’lerde Vietnam’da, Afganistan’da, ya da Afrika’nın gözden ırak
tutulan köşelerinde yaşayan toplumların sorduğunu gündeme getirmemek ya da en
azından onlar adına sormamak akıllara
gelmiyordu.
Aksine, olan biten
ABD siyasi eliti ve akademyası marifetiyle, kendine yeni bir karşı-küreselleşmeci
alan açma çabası sergiliyordu.
Bu noktada, hedef küreselleştirici
bir kuvve olarak kapitalizmin doğal addedilen ancak, apaçık körüklenen taleplerinin
yerine getirilebilmesinin imkânlarını oluşturmaktı. Bir başka deyişle, İktisat
biliminin erken dönem söyleminde yer alan ve içinde gizli/açık çatışmacı
yaklaşımı barındıran ‘sınırlı kaynaklar-sınırsız talepler’ asimetrisinde
kazanan taraf olmanın yeni yapılarını ortaya koyabilmekti.
Çatışmanın yeni ve
karşı tarafı oluşturulurken, temelde kapitalizmin ürettiği ortamla alış-verişi
olmayan, kendi halinde yapıların bir hasım durumuna getirilmesi sürecine tanık
olundu. Bu yeni küreselleştirilen alan, Batı kapitalizmi ve onun soft ve hard tüm aygıtları için kendine topyekün bir mücadele alanı
açılması anlamı taşıyordu.
Bu alanın
girmediği yer kalmamalıydı. Öyle ki, sadece Ortadoğu’da ün salmış yerleşik İslami
yüksek eğitim kurumları ile sınırlı olmayan, aksine ilkokul/ortaokul
düzeyindeki çocukların eğitim gördüğü Kelantan’daki ya da Doğu Cava’daki kendi
halinde geleneksel İslami okullara kadar nüfuz edebilecek bir küresel nüfuz söz
konusu olmalıydı.
Bugün gelinen
noktada, sadece adı geçen ya da benzeri eğitim kurumları değil, topyekün geniş İslam
toplumunun karşı karşıya olduğu ya da içine çekildiği/çekilmeye çalışıldığı bir
küreselleşme söz konusu.
Bunun, hard’dan ziyade soft mekanizlar üzerinden yürütülmesi ise, açık seçik bir göz boyamacılığa
tekabül ederken, ‘biz size düşman değiliz’ söylemini gayet içselleştirmiş bir
yapının oluşturuldu ve bundan bir memnuniyet halinin tezahür ettiğine tanık
olunuyor.
Yüzyılın başında
gerçekleşen hadisenin, bir araç niteliği taşımasını göz ardı etmemek gerekiyor.
Bizatihi tarihi yapan bu tekil araçlar değil, bunun ardında yüklü olan ya da
bunlara daha sonra yüklenebilen yeni anlamlardır. Günümüz küreselleşmesini bu
yönden ele almakta yarar var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder