30 Kasım 2019 Cumartesi

Hong Kong’daki gelişmeler ABD’den “Hong Kong Yasası” ile tepki / The reaction of the US Government to the developments in Hong Kong


Mehmet Özay                                                                                                                         30.11.2019

ABD senatosunca hazırlanan, “Hong Kong İnsan Hakları ve Demokrasi Yasası” Başkan Donald Trump tarafından geçen Perşembe günü imzalandı.

Geçen Haziran ayında Cumhuriyetçi bazı senatörlerin girişimiyle gündeme gelen ve Demokratların da desteğiyle sanot ve temsilciler meclisi’den geçen yasanın başkan tarafından imzalanması Hong Kong için önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Demokratlar arasında yaşanan çatışma nedeniyle imzalanıp imzalanmayacağı kuşkulu olan Hong Kong yasası nihayetinde senatoda kabul edilerek başkan tarafından imzalandı. Bu durum, Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında bu konuda benzer bir siyasi tutum olduğuna işaret ediyor.

Trump daha önce yaptığı bazı açıklamalarda Hong Kong’daki gelişmeleri ayaklanma olarak adlandırmış ve Çin’in iç işi olduğuna vurgu yapmıştı. Ancak Trump’un söz konusu yasayı imzalamış olması, bugüne kadar sergilediği çelişkilerle dolu yönetiminin bir parçası olarak da anlaşılmaya elveriyor.

Washington’da kabul edilen Hong Kong Yasası, ABD yönetiminin Ada’daki gösterileri ve göstericilerin siyasi taleplerine desteği anlamına geliyor.

Bu kararın çıkmasında Hong Kong gösterilerini yönlendiren demokrasi yanlısı gruplar özellikle de Demosisto Partisi’nin başkanlığını yürüten Joshua Wong ve arkadaşlarının lobi faaliyetlerinin de yadsınamaz bir rolü bulunuyor.

Bu yasa, özellikle geçen Ağustos ayından bu yana özellikle Almanya, Fransa, ABD’den gelen tepkilerin bir anlamda resmiyet kazanması olarak değerlendirilebilir. Öyle ki, Hong Kong’da demokrasi yanlıları, diğer bazı Batılı ülkelerden de ABD gibi benzer yasalar çıkartmalarını talep etmeleri sürecin bununla sona ermeyeceğine işaret ediyor.

Pekin tepkili

Son altı aydır meydanları dolduran ve zaman zaman şiddet eğilimlerinin arttığı Hong Kong’da bu yasaya göstericilerin tepkisi olumlu olurken, Pekin yönetimi ABD’yi iç işlerine karışmakla suçluyor.

Washington’dan gelen bu karar hiç kuşku yok ki, Hong Kong’da geniş kitlelerin siyasal talepleriyle ortaya çıkan gösterilerin başlamasından bu yana uluslararası çevrelerden gelen tepkilerin en önemlisi olarak kabul etmeye değer yönler içeriyor.

Hong Kong’u son dönemde uluslararası siyasetin ve kamuoyunun gündemine taşıyan husus, Pekin’in tek parti rejimi ile Hong Kong’a verilen özerk yönetim yapısının işleyişi ve Ada halkının talepleri arasındaki uyuşmazlıklar oluşturuyor.

Pekin yönetimi bu gelişmeyi iç işlerine müdahale olarak değerlendirirken, bunun tepkisiz kalmayacağı ve karşılık verecekleri açıklaması yaptı. ABD-Çin ilişkilerinde son birkaç yıldır belirleyici olarak öne çıkan ‘ticaret savaşları’ olarak adlandırılan sürecin bu gelişmeden etkilenebileceğine dair ifadeler gündeme geliyor.

Çin, her ne kadar, ABD’den gelen söz konusu bu kararı, ticaret görüşmelerinde bir baskı aracı olarak kullanacağını ifade etse de, bunu nasıl yapabileceği konusunda belirsizlik olduğunu da söylemek gerekiyor.

1997 Kararı

Hong Kong, 1997 yılından bu yana Çin’e bağlı özerk bir yönetim bölgesi. Bununla birlikte, İngiltere ve Çin arasında 1984 yılında imzalanan ‘Çin-İngiltere Ortak Deklarasyonu’yla ilân edildiği üzere Çin’de hakim tek parti rejimine karşılık, Hong Kong’da liberal yasaların hakim olduğu bir yapı elli yıl boyunca uygulanması öngörülüyor.

Dünyada bir başka örneği olmayan ve “tek devlet, iki sistem” adıyla anılan bu yönetim biçimi, bir başka anlamda Ada’nın 1997-1947 yılları arasında, yani elli yıllık süre zarfında Çin’e tedrici olarak bağlanması anlamı taşıdığını söyleyebiliriz.

ABD’nin bu süreçte Hong Kong’la ne gibi bir ilişkisi olduğu sorusu aslında yukarıda değinilen ‘Yasa’ ile yakından bağlantılı. Öyle ki, ABD ‘tek devlet, iki sistem’den hareketle Pekin yönetiminden bağımsız olarak Hong Kong ile özel ticari statüde karşılıklı ticari faaliyetlerini yürütüyor.

Ticaret ve demokratik haklar

ABD yönetimi Hong Kong’la özel ticari anlaşmasını Ada’da var olan demokratik hakların uygulanmasına bağlı kabul ediyor. Bu nedenle başkan Trump’ın imzaladığı Hong Kong Yasası Ada’da bu demokratik hakların ihlal edilip edilmemesini araştırılmasını öngörüyor. Herhangi bir ihlal durumunda ise ABD-Hong Kong arasında ticari ilişkileri etkileyebilecek gelişmeler yaşanabilir.

Yasanın giriş cümlesi, “Bu yasa tasarısı Hong Kong’un ABD yasalarına göre statüsünü belirlemekte ve Hong Kong’da insan hakları ihlallerinden sorumlu olanlara yönelik yaptırımları ele almaktadır” denmektedir.

Böyle bir ihlâlin olması halinde ticari yaptırımların yanı sıra, Çin ve Hong Kong’lu bazı yöneticilere yönelik seyahat engeli söz konusu olabilecek.

İhlal durumunda uygulanması beklenen yaptırımlar, ABD ve Çin arasında ticaret alanında zaten var olan sorunun daha da karmaşık bir hâl almasına neden olabilir.

Tek devlet iki sistem ve eleştiriler

‘Tek devlet, iki sistem’ uygulamasının öyle anlaşılıyor ki, Hong Konglular, Çin ve Batılı ülkeler nezdinde farklı şekillerde anlaşılmakta ve uygulanmakta.

Temelde İngiliz sömürgeciliği döneminde var olduğu söylenen özgürlüklerin korunmasının anlaşılması gereken bu siyasi yönetim biçiminde Çin tek parti yönetimi, Hong Kong idaresi üzerinde gücünü kullanarak tedrici olarak siyasi ve toplumsal değişimlerin önünü açma yolunda adımlar atıyor.

Bugün gelinen noktada da, aslında böylesi bir durum söz konusu. Geçen altı boyunca, zaman zaman milyonlarca kişinin katıldığı gösteriler Ada’da çeşitli suçlardan yargılananların Çin yönetimine iadesini öngören bir yasa tasarısı sürecinin ardından gelişti.

Ada özel idaresinin baş yöneticisi Carrie Lam bu yasayı 23 Ekim’de resmi olarak yasayı geri çektiğini açıklasa da, gösterilerin devam etmesi aslında Hong Konglular nezdinde tepkinin bir tek yasama süreci ile ilgili olmadığını ortaya koyuyor.

Çin yönetiminin ABD’den gelen bu karara tepkisinin ardında sadece Hong Kong meselesinin olduğunu düşünmek yanlış olur. Çünkü Çin yönetimi, söz konusu bu sisteminin ‘başarılı’ olarak uygulanmakta olduğunu tüm dünyaya kanıtlama uğraşı veriyor.

Bununla aynı zamanda, Tayvan’a da benzer bir yönetim modeli sunmak suretiyle, kendini de facto bir devlet olarak gören Tayvan’ı da, zaman içerisinde bir anlamda eyalet düzeyinde kendisine bağlı bir siyasi yapı olarak görmek istiyor.

Son altı aydır süren gösterilerin ardından ABD senatosunun aldığı karar, söz konusu bu yönetim biçiminin sorgulanabilirliği anlamı taşıyor. Ve Çin yönetimi ABD’de alınan bu karara verdiği ilk tepkilerde tehditkâr bir uslüp kullansa da, pratikte nasıl bir yöntem izleyerek ABD’ye karşılık vereceğini zaman gösterecek.

Aslında ABD’de alınan bu karar sürpriz değil. Zaten bir süredir konuşulan ve Hong Kong’taki gösterilerin genç liderlerinin ABD makamları nezdinde gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri  ile gündeme gelmişti.

Eylül ayından itibaren Avrupa ve ABD’den çeşitli düzeylerde ziyaretlerle Hong Kong’daki sorunu yakından takip eden Batılı çevreler, ABD Senatosu’nun kararıyla Çin Halk Cumhuriyeti’yle farklı bir düzeyde karşı karşıya gelmeleri anlamı taşıyor.

Ancak yukarıda da değinildiği üzere ABD’li bazı senatörlerin Haziran ayından itibaren Hong Kong yasası üzerinde çalışmaları bu konunun ABD senatosunun gündemine daha öncesinde girdiğini kanıtlıyor.

Alman şansölyesi Angela Merkel, ABD senatosundan Cumhuriyetçi senatör Marco Rubio’nun ziyaretleri, Paris’teki G-7 zirvesi’nde Çin yönetiminin Hong Kong’da özgürlükleri kısıtlamasına karşı verilen mesajlar hiç kuşku yok ki bu sürecin önemli adımlarıydı.


25 Kasım 2019 Pazartesi

Hong Kong’ta seçim galibiyeti ve gösterilerin geleceği / Victory in election and the future of demonstrations in Hong Kong


Mehmet Özay                                                                                                                         25.11.2019

Hong Kong’da hafta sonu yapılan yerel seçimlerde, muhalefetin önemli bir oy çoğunluğu ile başarılı çıkması, Haziran’dan bu yana uluslararası gündeme dev gösterilerle gelen Ada’da yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor.

Meclis üyelikleri için Pazar günü yapılan seçimde Demokratlar Birliği (Pan Democrats) adıyla muhalefet gruplarını temsil eden koalisyon toplam 452 sandalyeden 347’sini, demokrasi yanlısı bağımsızlar 45’ini ve Çin yönetimine destek verenlerin oluşturduğu adaylar ise 60’ını kazandı. Bu sonuca göre, demokrasi yanlısı gruplar 18 ilçe meclisinin 17’sinde çoğunluğu elde etti.

Bu sonuçların önemi, seçime katılan seçmen sayısının 2.94 milyonla yüzde 71’lik bir orana tekabül etmesi gibi, Ada seçim süreçlerinde önemli bir gelişmeye işaret ediyor. Örneğin, bundan dört yıl önce yapılan seçimlere 1.47 milyon kişinin katıldığı hatırlandığında, Ada’da aradan geçen süre zarfında siyasal eğilimlerde önemli bir farklılaşma ortaya çıktığı gibi, değişim yönündeki bu farklılaşmanın doğrudan bir yansıması olarak seçime katılım oranında artış olduğunu söylemek mümkün.

Elde edilen bu yüzde 86’lık başarı hiç kuşku yok ki, son altı ayda verilen mücadelenin de bir yansımasını oluşturuyor. Ada’nın toplumsal gerçekliğinde görece varsıl ve yoksul kesimlerin yaşadığı bölgeler ayrımı gözetmeksizin demokrasi yanlılarının yüksek oy alması, Ada yönetimine ve Pekin rejimine yönelik eleştirilerin salt üniversite öğrencileri ile sınırlı olmadığını bir kez daha ortaya koyuyor.

Ada yönetiminin tepkisi

Pazar günkü seçimlerde elde edilen sonuç, Ada’da demokratik koşulların oluşması halinde ne tür bir sonucun ortaya çıkabileceğinin en iyi örneğini ortaya koyarken, başta Hong Kong yönetimi ve Ana Kıta Çin’de hiç kuşku yok ki tereddütle yaklaşılan bir sonuca işaret ediyor.

Hong Kong baş yöneticisi sıfatını taşıyan Carrie Lam seçim sonrasında yaptığı açıklamada sonuçlara saygı duyduklarını belirtirken, “barış, güven ve düzen ortamının devamını diledikleri” yönündeki sözleriyle gösterilere atıf yapmaktan da geri durmadı.

Lam’ın açıklamasında belki en önemli husus, yerel seçimlerin Ada halkının memnuniyetsizliğinin bir yansıması olduğunu söylemesiydi. Bu durum, açıkçası bir öz eleştiri niteliği taşımakla kalmıyor, aslında salt Ada yönetimine değil, onun ardındaki güç olan Pekin rejimine dolaylı bir göndermeyi de içeriyor.

Meclis üyeliğinin geniş toplum kesimlerine ulaşmada önemli bir araç olduğu düşünüldüğünde, bugün elde edilen başarının Ada’da muhalefet ruhunun artarak devam edeceği şeklinde yorumlanabilir.

Şiddet ve değişim talebi

Aylar boyunca devam eden gösteriler, özellikle geçen hafta Politeknik Üniversitesi kampüsünde yaşananlar gelişmelerle güvenlik güçlerinin son bir hamlesi, göstericilerin ise pes ettiği yönünde yorumların ortaya çıkmasına yol açıyordu.

Bu durum, gösterilerde artık sona mı yaklaşılıyor sorusunu akıllara getirirken, dün yani Pazar günü yapılan yerel seçimlerde demokrasi yanlısı grupların aldığı sonuçlar, Ada’da siyasi ve toplumsal taleplerin yeni zeminler üzerinde devam edeceği anlamı taşıyor.

Özellikle son dönemde, şiddet eğilimlerine yol açtığı ileri sürülen bazı grupların varlığına yönelik eleştirilerde haklılık payı olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte, genel halk kesimlerinden de geldiği gözlenen bu eleştiriye rağmen, genel seçmen kitlesi gelişmeler karşısındaki tutumunu oylarıyla ortaya koyarken, gösterilerin genel eğilimini dikkate almış olması da ayrı bir toplumsal duyarlılık olarak karşımıza çıkıyor.

Yeni dönem

Bu seçim başarısının ne anlama geldiğini, 2015 seçimlerinden bu yana ilçe meclislerinin tamamını Çin yanlısı kesimlerin temsil ettiğini hatırlatarak ortaya koymak mümkün.

Aradan geçen üç yılı aşkın süre zarfında Hong Kong yönetimi üzerinde Ada halkının demokratik taleplerine muhalif bir politika izlenmesi bugünkü sonuçların oluşmasında hiç kuşku yok ki önem arz ediyor.

Ada siyasal yaşamında ilçe meclislerde halkın oy kullanım hakkına olanak tanınırken, Ada yöneticisi ve meclisini belirleme hakkının sınırlı sayıdaki kitle tarafından karar verilmesi demokratik uygulamada karşı çıkılan temel hususlardan birini oluşturuyor.

Öyle ki, Çin yönetiminin 2014 yılı seçimlerinde halkın oy kullanma hakkı tanıyacağı yolundaki sözünü yerine getirmemiş olması, aradan geçen süre zarfında ortaya çıkan toplumsal ve siyasal tepkinin nedenini oluşturuyor.

Çin yönetiminin bu hakkı tanıması, kendinden bir lütuf değil, 1984 yılında imzalanan Çin-İngiliz Ortak Deklarasyonu ve Temel Yasa gereği olduğunu hatırlamak gerekiyor. Halkın gösterilerle ortaya koyduğu tepkinin adalet arayışının bir yansıması olurken, bugün yerel meclislerde çoğunluğu muhalefetin kazanması da bu konudaki duyarlılığın ne denli yüksek olduğuna işaret ediyor.

Bu durum, Çin yönetimi tarafından başarılı bir sistem olduğu argümanıyla gururla ortaya konulan ‘tek devlet iki sistem’ anlayışının halkın temel demokratik haklarının ortadan kaldırılmasına hizmet eden bir sisteme evrilmesi olarak yorumlanmaya olanak tanıyor.

Özellikle 2014 yılından itibaren başgösteren seçme ve temsiliyet haklarına getirilen engellemeler, sadece üniversite öğrencilerini değil, bu öğrencilerin aileleri ve geniş toplum kesimlerinin de ortak bir noktada birleşmelerine neden oluyor.

Öyle ki, Çin yönetimine tam bağımlılık sürecinin başlayacağı 2047 yılı ve sonrasına dair umutsuzluğun artışı anlamı da taşıyor.

Gösterilerde gelinen aşama

Seçimler öncesinde yaklaşık bir hafta boyunca Hong Kong’da güvenlik güçleri ile üniversite öğrencilerinin karşı karşıya geldiği son mekân olan Politeknik Üniversitesi kampüsüydü.

Kampüste konuşlanan ve güvenlik güçlerine teslim olmayan sayısı bini aşkın öğrenciden çok azının kampüste olduğu bilgisi eylemde sona gelindiğine işaret ediyordu.

Ada caddelerini ve meydanlarını dolduran yüzbinlerin ardından, üniversite öğrencileri tarafından önce havalimanı ardından bazı alışveriş merkezlerinde sürdürülen gösterilen nihayet kampüse kadar gelmesi, akıllara Pekin destekli Ada yönetiminin başarılı olduğu sonucuna ulaştırıyordu.

Bu durum, Pazar günü yapılacak seçimlerin bir tür bu kaos ve anarşi ortamına yol açacağı endişesini de beraberinde getiriyordu. Ancak seçimlerde yüksek katılım ve barışçıl ortam, en azından bazı kesimlerin beklentilerini yanlışlamış oldu.

Seçimlerde elde edilen büyük başarının, artık Ada’da gösterilerin olmayacağını düşünmek yanlış. Tepkilerin devam edeceği ancak bunun stratejik bir değişiklikle gündeme getirileceğini düşünebiliriz.

2014’den bu yana ortaya çıkan gelişmelere bakıldığında, Pekin güdümündeki Ada yönetimi ile Ada halkının önemli bir bölümü arasında toplumsal bir barış ortamının oluştuğu veya en azından yakın gelecekte oluşabilmesi mümkün gözükmüyor. Başta Ada yönetimi olmak üzere Pekin’deki siyasi karar mekanizması da Ada’daki seçim zaferini nasıl yorumlayacağı ve ne tür politikalar hayata geçireceğini zaman gösterecek.


19 Kasım 2019 Salı

Malezya’da iktidara değişim uyarısı / A warning to the government in Malaysian


Mehmet Özay                                                                                                                         19.11.2019

Malezya’da Cohor Eyaleti’ne bağlı Tanjung Piai’de geçen hafta sonu yapılan ara seçimi iktidardaki Umut Koalisyonu adayının kaybetmesi üzerine Enver İbrahim’in başbakanlık değişiminin acilen gerçekleştirilmesi konusundaki çağrılar giderek artıyor.

Söz konusu eyaletin Federal meclis milletvekillerinden birinin vefatı üzerine Tanjung Piai ile sınırlı bölgede yapılan seçimi muhalefet adayının kazanması iktidar çevrelerinde şok etkisi yaptığını söyleyebiliriz.

2018 Mayıs ayında yapılan 14. genel seçimlerde bölge halkının Umut Koalisyonu’na verdiği oylar, hafta sonu yapılan seçimin de ortaya koyduğu üzere muhalefet partilerine kaymış durumda.
Muhalefet adayının, iktidardaki Umut Koalisyonu adayına on beş bin fark yapmış olması, seçmenin iktidara yönelik olumlu algısında önemli bir değişikliğe vurgu yapıyor.

Geçmişteki oy tercihleri çerçevesinde, genel itibarıyla Cohor Eyaleti’nin UMNO merkezli Ulusal Cephe koalisyonunun oy depolarından biri olduğu dikkate alındığında bu seçim kaybının pek büyük bir anlam ifade etmeyeceği ileri sürülebilir.

Bu konuda, seçimden hemen sonra başbakan Dr. Mahathir Muhammed’in açıklamada da seçimin kaybedilebileceği, ancak bunun küçük bir oy farkı ile olacağı yolundaki öngörü gerçekleşmedi.

Bölgede etnik yapının yüzde 55 Çin kökenli yüzde 40 Malay kökenli olduğu dikkate alındığında, Umut Koalisyonu iktidarı her iki toplum kesiminden de oy kaybı yaşadığı anlaşılıyor.

İktidar’da liderlik değişimi talebi

Muhalefetin milletvekili adayı ile PH adayının aldıkları oy arasında on beş bin farkın olması, iktidar çevrelerinde başta liderlik olmak üzere genel politikalar üzerinde tartışmaların bir kezdaha güçlü bir şekilde gün yüzüne çıkmasına neden oluyor.

Öte yandan, seçimi UMNO adayının kazanmış olması, muhalefetin halk nezdinde siyasi karşılığı olduğu ile sınırlı kalmıyor.

Bunun ötesinde, yolsuzluk yargılaması devam eden sabık Başbakan Necib bin Rezzak ile mensubu bulunduğu UMNO çevrelerine moral destek anlamı taşıyor. Muhalefet bu seçmi başarısını sabık başbakanın da içinde yer aldığı 1 Malezya Kalkınma Fonu (1 Malaysia Development Berhad-1MDB) yargılamalarının haksızlığına yorumlamak suretiyle bir anlamda mevcut iktidar gücüne meydan okuyor.

Bir buçuk yıldır iktidarda olan Umut Koalisyonu hükümetinin çeşitli alanlarda öngördüğü kapsamlı reform girişimlerinin bugüne kadar gündeme getirilmemiş olması, 1MDB soruşturmasının uzaması ve son olarak da hafta sonunda yapılan ara seçimi muhalefet adayının açık ara kazanması iktidarda liderlik konusunun gündeme taşınmasına neden oluyor.

Seçimin hemen ardından dün ve bugün bazı çevreler tarafından yapılan açıklamalar bu anlamda dikkat çekici. Örneğin, Halkın Adaleti Partisi (Pakatan Keadilan Rakyat-PKR) kurucularından ve eski genel başkan yardımcısı ve senatör Husin Ali başbakanlık değişimin hemen yapılması çağrısında bulundu.

Husin Ali, açıklamasında hafta sonu yapılan ara seçimin Dr. Mahathir’in iktidardaki liderliğine yönelik bir referandum olarak nitelemesi, gelinen bu noktada liderlik değişimin kaçınılmazlığına vurgu anlamı taşıyor.

Benzer bir çağrı, Dr. Mahathir Muhammed’in kurduğu partide başkan yardımcısı görevini yürüten ve şu anki hükümette içişleri bakanı Muhyiddin Yasin ise, hükümette değişimin acilen yapılmaması halinde iktidara yönelik kamuoyu ilgisinin giderek azalacağı ve önümüzdeki seçimleri kaybetme ihtimalini gündeme taşıması oldukça önemliydi.

Muhyiddin Yasin, her ne kadar, değişimin adını Enver İbrahim’in başbakanlık koltuğuna oturması şeklinde zikretmese de hiç şüphe yok ki, hem ülke içerisinde hem de uluslararası çevrelerde değişimden kasıt Enver İbrahim’in başkanlığıdır. Muhyiddin Yasin’in değişimin adını “ekonomi politikaları ve liderlik” olarak koyması, gizli-açık Enver İbrahim’e işaret ettiği şeklinde yorumlanabilir.

Muhyiddin Yasin’in, ‘ekonomi politikalarına’ vurgusu önemliydi. Çünkü seçim bölgesi Tanjung Piai’de yaşayan kaybın ardında, balıkçılık ve tarımla geçinen bölge halkının ekonomik sorunlarına çözüm bulunamamış olması yatıyor.

Bu noktada, başbakan Dr. Mahathir’in eski bakanlardan müteşekkil danışma kurulundaki beş önemli ismin hükümete sunduğu ekonomi raporunun bugüne kadar kamuoyuyla paylaşılmadığı gibi bu yönde bir adımda atılmamış olması oldukça ilginç bir duruma işaret ediyor.

Başbakan yardımcısı Muhyiddin Yasin’in ‘ekonomi politikalarını’ bu bağlamda değerlendirmek yerinde olacaktır.  

Dr. Mahathir henüz beklemede

Başbakan Dr. Mahathir ise iktidar koalisyon güçlerinden gelen bu tepkilere henüz başbakanlık değişiminin gerçekleştirilip gerçekleştirilmeyeceği konusunda şüphesi olduğunu şeklinde karşılık vermesi, bu konuda eleştirilere katılmadığını ortaya koyuyor.

Dr. Mahathir, hafta sonu gelen seçim yenilgisinden hemen sonra, bu kadar büyük farkla kaybedeceklerini tahmin etmediklerini ve gerekli çalışmayı yapacaklarını açıklasa da, UMNO’nun bu zaferi kendi lehine kullanmasının önüne geçmek mümkün değil.

Malezya’da kamuoyunun siyasi görüşlerini farklı bağlamlarda değiştirmeye yatkın olduğu dikkate alındığında, 2018 Mayıs’ındaki genel seçimler sonrasında iktidara gelen Umut Koalisyonu hükümetinin Yeni Malezya’nın inşası konusunda önemli bir dönemece geldiği görülüyor.

İktidarda liderlik değişiminin kaçınılmaz olduğu aşikâr. Bunun tarafların kabulü ve isteğiyle siyasi barış ortamında gerçekleşmesi halinde, Umut Koalisyonu’nun bir sonraki seçimlere kadar hedeflediği değişim programını ortaya koymaya yeterli vakti olacaktır.

Aksi halde, kimi çevrelerin ileri sürdüğü üzere, Dr. Mahathir’in 2018 seçimlerinde UMNO iktidarını değiştirmek amacıyla dönemin muhalefet kanadıyla girdiği işbirliğinin ötesinde geçmişteki politikalarından büyük bir bir değişikliğin söz konusu değil.

Ve bu durum, Yeni Malezya’nın inşası için başlı başına bir engel teşkil ettiği gibi, 62 yıl sonra gelen ve ülkenini önünü açmaya matuf böylesine bir iktidar imkânının heba edilmesi içten bile değil.

PKR gücünü ortaya koymalı

Bu tartışmaların odağındaki isim Enver İbrahim ise, dün yaptığı açıklamada, seçim kaybını şok olarak nitelendirerek, halkın iktidara olan güveninin erimesi şeklinde yorumladı. Enver İbrahim, halkın güveninin kazanılması için gerekli tedbirlerin alınması çağrısı ile yetiniyor.

Farklı siyasi yapıların oluşturduğu Umut Koalisyonu’nda hiç kuşku yok ki, hem PKR anahtar parti konumunda. Enver İbrahim’in başkanı olduğu PKR içinde özellikle hükümette ekonomi bakanı Azmin Ali ve Emlak ve Yerel Hükümetler Bakanı Zuraida Kamaruddin’in adının öne çıktığı memnuniyetsizlerin Enver İbrahim etrafında kenetlenmeleri zorunluluk arz ediyor.

Geçen yirmi yıl boyunca reform hareketinin ve muhalefet koalisyonu sürecinin ardından iktidarı yakalayan PKR’ın bir süredir parti içi sürtüşmelere konu olmasının yansımasını hafta sonundaki Tanjung Piai seçmeninin kararında görmek mümkün.

Bu noktada, güçlü bir PKR, Enver İbrahim’in en kısa sürede başbakanlık koltuğuna oturmasını ve hükümetin yeni bir anlayışla gerekli reformları hayata geçirmeye başlaması anlamı taşıyacaktır. Parti içi sürtüşmenin devam etmesi ve/ya bazı isimlerin gelecek hesapları ile bugünü yanlış değerlendirmeleri sadece partiye değil, iktidarın elden gitmesi ve Malezya’nın önemli bir fırsatı heba etmesine yol açacaktır.


15 Kasım 2019 Cuma

Malezya’da 1MDB davası ve siyasal reform çabaları / 1MDB process and attempts for political reform in Malaysia


Mehmet Özay                                                                                                                         16.11.2018

Malezya’da, 2018 yılı Mayıs ayında yaşanan iktidar değişikliğinden bu yana geniş kesimlerin beklediği reform sürecinin başlayıp başlamadığı veya ne düzeyde olduğu sorusu tartışmaya açıktır. Bu duruma sebep olarak bazı yapısal nedenler ileri sürülebileceği gibi, uzun bir geçmişte biriken sorunların kısa bir sürede çözüme kavuşturulabilmesinin zor olmasıyla da ilintili.

Bazı gözlemcilerin ifade ettiği üzere, Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) içinde yaşanan bazı huzursuzluklar kadar, muhalefetteki UMNO-Pas ittifakının, bazı hassas konular üzerinden iktidar üzerinde toplumsal baskı kurmaya çalıştığı yönünde bir yaklaşım bulunuyor.

Bununla birlikte, ülkede temiz toplum, adalet, refahın paylaşımı gibi konuların hepsinin içinde bulunduğu ve bu anlamda kilit noktalarından birini hiç kuşku yok ki, 1 Malezya Kalkınma Fonu (1 Malaysia Development Berhad-1MDB) ile ilgili yargılama süreci oluşturuyor.

Ancak süreçte, 1MDB yan kuruluşu uluslararası fon sağlayıcı SRC ve 1MDB üzerinden sabık Başbakan Necib bin Rezzak’ın kişisel hesaplarına gönderildiği iddia edilen toplam 2.3 milyar Malezya Ringgit bulunuyor. Savı Gopal’ın ifadesiyle bu süreçte Necib bin  Rezzak’ın hesaplarına giden 681 milyon dolar! Bu çerçevede, Necib bin Rezzak toplam 25 suçlama, 21 kez para aklama ve 4 kez de görevini kötüye kullanma iddiasıyla yargılamaya konu oluyor.

Bir dizi usulsüzlüklere ve yolsuzluklara konu olan 1MDB’de dair yargılama sürecinde, yargı makamı bugüne kadar sorgulamaya konu olan hususları mahkemeye taşıdı. 12 Kasım’da ise, sanık konumundaki Necib bin Rezzak’ın avukatlarınca savunma süreci başladı. Bu sürecin kısa sürmeyeceği ve tahminlere göre yeni yılın başlarına kadar devam etmesi bekleniyor.

Sabık başbakan Necib bin Rezzak, eşi ve üvey oğlu başta olmak üzere, bazı üst düzey UMNO yetkilileri ile bürokratları içine alan yolsuzluklar konusunda yargılamaların uzaması toplumda adalet duygusunun tesisi konusunda endişeleri gündeme getirmiyor değil.

UMNO merkezli Ulusal Cephe (Barisan Nasional-BN) iktidarının 2018 Mayı ayında yapılan 14. Genel seçimleri kaybetmesi 1MDB yolsuzluklarıyla doğrudan ilintiliydi.

Geniş toplum kesimlerinde tepkiyle karşılanan söz konusu yolsuzluk ve usulsüzlükler 2015 yılında kamuoyunun gündemine düşmesinden itibaren başlayan yasal süreç, o dönemki başbakan ve maliye bakanı Necib bin Rezzak’ın ve konuyla ilgili çevrelerin müdahaleleriyle üstü örtülmeye çalışılmıştı. Bu noktada, bu sürecin en önemli adımları savcılık ve yolsuzlukla mücadele kurumunun başındaki yetkililerin görevlerinden alınması olmuştu.

Özellikle, 2018 yılı Mayıs ayında yaşanan iktidar değişikliğinin ülkede kapsamlı reformlar anlamına geldiği ve bu nedenle ‘Yeni Malezya’ olgusunun gündeme geldiği hatırlandığında, bu sürecin en önemli aşamalarından birinin 1MDB davası olduğu açık seçik ortada.

1MDB

Oldukça karmaşık ve uluslararası ilişkiler ağı içerisinde gerçekleşen 1MDB yolsuzlukları ile ilgili en önemli iddia, Malezya ve ABD’deki yargılama süreçlerine de olan 4.5 milyar doların yanlış yönetildiği, bir dizi suistimal ve yolsuzluğa konu olduğu yönünde. Bu gelişmelerin Malezya ayağında ise, söz konusu suistimaller ve yolsuzluk konusunda söz konusu meblağın bir bölümünün sabık Başbakan Necib bin Rezzak’ın çeşitli banka hesaplarına gönderilmesi oluşturuyor.

1MDB’nin kurumsal olarak yalnız olmadığı, SRC, Goldman Sachs, Aabar Investments PJS gibi diğer bazı fon sağlayıcı uluslararası kurumların da bu süreçte yer aldığı ortada. Malezya için bu sürecin ekonomik bir sorun anlamına gelmesinde ve hatta bugün bir ekonomik kriz yaşamasının nedenlerinden biri olarak Malezya Maliye Bakanlığı bu fona sağladığı güvence nedeniyle kaybedilen paralar olduğu görülüyor. Yukarıda zikredilen fon sağlayıcı kuruluşlara devlet güvencesiyle Malezya kamu çalışanları fonundan 4 milyar Malezya Ringgitin sağlanması dikkat çekici.

Bu fon sağlama süreçlerinde aracı olanlar üzerinden belli bir miktarın sabık başbakan Necib bin Rezzak’ın kişisel banka hesabına yatırıldığı iddiası ise en önemli konuyu oluşturuyor. Necib bin Rezzak’ın bu gelişmelerden haberim yok demesinin nedenlerinden biri ve hatta 2015, 2016 sürecinde konu gündeme geldiğinde, kişisel banka hesabına bazı meblağların Suudi Arabistan siyasetinin üst düzey isimlerinden hibe olarak verildiğini söylemesiyse, işin uluslararası boyutunun karmaşıklığının bir başka ifadesi.

Yüzyılın yolsuzluğu olarak adlandırılan vak’ada, fon oluşturulması sürecinde rol alan aktörlerin aldıkları yüzdeler, şu anki yargılama sürecinde yer alan kişi/lerin en azından bir bölümüyle, örneğin sabık başbakan Necib bin Rezzak’la doğrudan ilintili. Yargılanmakta olanların banka hesaplarına kanalize edilen meblağları sağlayanlar  arasında bulunan ve adı finansör olarak geçen Çin asıllı Jho Low olarak da bilinen Low Taek Jho.

Tecrübeli savcı Gopal

1MDB ile ilgili verilerin toplanmasının ardından, 28 Ağustos 2019’da başlayan mahkeme sürecinde  tecrübeli savcı Gopal Sri Ram, sabık başbakan Necib bin Rezzak’ın 2011 ve 2014 yılları arasında 2.28 milyar Malezya Ringgitinin yasa dışı yollardan banka hesaplarına aktarıldığı ve aynı zamanda kara para aklamaya karıştığını ifade etmişti.

Necib bin Rezzak, yargılamanın başından bu yana yolsuzluk sürecinde rolü olmadığını yinelerken, savunma avukatları Çin kökenli Malezya vatandaşı ve finansör olarak adı geçen Jho Low tarafından yanlış yönlendirildiğini iddia ediyor. Jho Low’un 1MDB’de resmi bir görevinin olmamasına rağmen, soruşturmanın kilit ismi konumunda.

Bu noktada, Necib bin Rezzak ile Jho Low’un yakın ilişki içinde oldukları iddiası gündeme taşınıyor. Malezya Adalet Bakanlığı’nın Jho Low’u ülkeye getirme çabasının belki de en birincil nedenini oluşturuyor. Jho Low’u arayan sadece Malezya değil, ABD makamları da onun peşinde.

Daha önce sayısı beş olarak geçen ancak yargılama sürecinde dikkat çekildiği üzere, başta komşu ülke Singapur’dan başlayarak, on ülke üzerinde gerçekleşen para transferlerinin Jho Low üzerinden ve bağlantılı olduğu kişi ve bankalar, finans kurumları üzerinden gerçekleştirilmesi, bu konuyu uluslararası yapmaya yetiyor.

Yapılan tüm çabalara rağmen, Jho Low’un izine rastlanabilmiş değil. Farklı ülke pasaportları kullandığı tahmin edilen ve en son bu ay başında Başbakan Dr. Mahathir tarafından yapılan bir açıklamada, içlerinde Kıbrıs pasaportunun da yer aldığı birkaç ülke pasaportu taşıdığı ve bazı cerrahi müdahalelerle kimliğini değiştirdiğine dikkat çekiliyordu. Son dönemde, Hindistan’da mülk edindiği ve yaşadığına dair çıkan haberler ise doğrulanmaya muhtaç.

Umut Koalisoyonu ve yargılama süreci

Bununla birlikte, bugüne kadar yargılamanın sonuçlanmamış olması, sorunun büyüklüğüyle açıklansa da, Umut Koalisyonu’nun iktidarıyla bir dizi kapsamlı reforma konu olan ve Yeni Malezya olgusuyla anılan bu sürecin henüz bu en büyük yolsuzluk davasıyla ilgili adalet duygusunun yerleşmesine olanak tanıyacak bir sonuç alınabilmiş değil.

1MDB ile ilgili skandalın ulusal ve uluslararası medyada yansıması 2015 yılı Temmuz ayında olsa da, konuyla ilgili önemli belgelere sahip olan bazı çevreler 2009’dan yani, söz konusu fonun oluşturulduğu günden başlayarak süreci takip ettiklerini ifade ediyorlardı. Bu konuda yapılan açıklamalar kamuoyuyla paylaşmaya başlandığında, ulusal ve uluslararası çevrelerden söz konusu çevreleri dinleme ve okuma fırsatı bulmuş ve ortaya konulan bazı kanıtların ne denli önemli olduğunu fark etmiştim.

Malezya kamuoyunda, özellikle iktidar çevrelerinde ve iktidara destek veren toplum kesimlerinde sabık Başbakan’ın federal mecliste yer alması, UMNO’da başkanlığı bırakmasına rağmen, saygın bir yerinin olması, yargılama sürecinde görece rahat bir tavır sergilemesi, çeşitli toplumsal etkinliklere katılarak siyasi mesajlar vermesi gibi gelişmeler şaşkınlık ve kızgınlıkla karşılanmıyor değil. Bu durum, henüz suçu kanıtlanmamış bir kişi hakkında yargıda bulunmak değil, eldeki verilere karşın yargılama sürecinin uzamasına karşı duyulan bir öfke.

İşin diğer yanında, ülkede yolsuzluk konusunun salt bir siyasi ve onun yanındaki azınlık bir kitle ile sınırlı olmayan boyutu bulunduğunun görülmesi gerekiyor. Bunu Malezya özelinde kaleme aldığımız yazılarda daha önce de dile getirmeye çalıştık.

Yolsuzluğum siyasal ve toplumsal ahlâki dejenarasyonun kabullenilmiş, meşrulaştırılmış ve normalleştirilmiş bağlamlarıdır ki, bugün Malezya’da 1MDB soruşturmasının uzaması, yargılamaya konu olan kişi ve grupların kendilerinden emin tavırları, süreçte az bir ihtimal dahilinde de olsa sanık konumunda olanların ceza almayabilecekleri gibi alternatifler gündemde. Böylesine yaygın bir yolsuzluk kültürü içerisinde salt birkaç siyasinin suçlanması sorunun bizatihi kendisini oluşturuyor. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, bu suçluluk sürecinde rahat hareket edebilen sanık konumundaki siyasilerin ve yakın çevrelerinin sadece kendilerinden ibaret olmayan bir büyük yapının parçası olduklarıdır.

1MDB yargılamasında yaşananlar ve sürecin bugün geldiği noktada, mevcut Umut Koalisyonu iktidarında aktörlerin değişebileceği yani yeni bir iktidar formülü kurulabileceği, hatta ve hatta UMNO-Pas destekli bir hükümet oluşabileceği söylentileri ülkede Enver İbrahim’in başını çektiği reform sürecinin işinin ne denli zor olduğunu ortaya koymaktadır. Şayet süreç böyle işliyorsa, Enver İbrahim’e başbakanlık makamının verilmesinde gecikmeler yaşanabileceği ve hatta başbakanlık makamına getiril/e/meyeceği tartışmalarını da dikkate almakta fayda var.


14 Kasım 2019 Perşembe

ASEAN’da Bangkok Zirvesi ve ekonomik gelecek / Bangkok Summit and Future of Economiy in ASEAN


Mehmet Özay                                                                                                                         06.11.2019

Tayland’ın başkenti Bangkok, 35. ASEAN genel kurul toplantılarına ev sahipliği yaptı. Hafta sonunda başlayan ve bu hafta boyunca süren toplantılar, Birlik üyesi ülkeler arasındaki sorunların, yakın ve orta vadeli hedeflerin ele alınmasının yanı sıra, Birlik ile stratejik ortağı olan ülkelerle gerçekleştirilen toplantılara da konu oldu.

Bu dönemki toplantılar, ‘sürdürülebilir işbirliği’ genel başlığı çerçevesinde gerçekleştirilirken, hedefte Birlik’in 2025 Vizyonu ile BM 2030 Vizyonu hedeflerinin eş güdümlü olarak gerçekleştirilmesi bulunuyor.

Bu noktada, ASEAN ülkeleri hem tek tek, hem birlik olarak sürdürülebilir kalkınma hedeflerini tutturma çabası için gayret ediyorlar. 2015 yılı sonunda kabul edilen ASEAN Ekonomik Topluluğu (ASEAN Economic Community-AEC) oluşumunun ekonomik kalkınma konusunda üye ülkelerini birbirine daha da yakınlaştırma konusunda işlevsel olacaktır.

BM uyumlu kalkınma

ASEAN, aynı zamanda küresel kurumların belirlediği hedeflerle de uyumlu olma arzusunda. Bu noktada, Birlik’in kendi için belirlediği hedefler bağlamında 2025 ASEAN Birlik Vizyonu, ikincisi de BM’nin 2030 sürdürülebilir kalkınma hedefi gibi ASEAN’ın önünde iki temel hedef bulunuyor.

Aslında, eşgüdümün sağlanması konusu yeni bir husus değil. Geçmişi on yıla varan iki kurum arasındaki işbirliği geçen hafta sonunda yapılan 10. ASEAN-UN toplantısı ile kanıtlanmış durumda. Bu durum, bir yandan ASEAN’ı uluslararası arenada daha görünür kılarken, aynı zamanda ASEAN tecrübesinin dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmeler için dikkate alınabilirliğini de akla getiriyor.

Bugün küresel ekonomideki durgunluğun ve özellikle ABD-Çin arasındaki ticaret savaşlarının olumsuz etkisini göstereceği tahmin edilen bölge ASEAN iken, bu sürecin tam tersi bir yönelim sergilendiği gözlemleniyor.

Bu noktada iki veri, ASEAN’ın önemini ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekici olacaktır. Bangkok’da yapılan Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferası’nda dile getirildiği üzere, 2018 yılında dünyada doğrudan dış yatırımda yüzde 1 gerileme olurken, ASEAN’da yüzde 11.5’lik artış yaşandı.

Benzer bir olumlu gelişme, bu yılın ilk yarısında da tekrar edildi. Küresel olarak doğrudan dış yatırım yüzde 5 gerilerken, ASEAN’da bu yatırım yüzde 20 oranında gerçekleşmesi, hem bölgenin karakretistikleri, hem de ABD-Çin çatışmasında tarafların alternatif olarak bölge ülkelerine doğr bir yayılmayı tercih ettiklerini gösteriyor. Bu durum, ASEAN’nın bölge olarak dış yatırımları karşılayabilecek ve neredeyse her türlü donanıma sahip olduğunun bir kanıtı.

Söz konusu bu yatırımların ağırlıklı bölümünü imâlat sanayiinin oluşturduğu ve bu noktada, özellikle dört ülkeye yani Singapur, Vietnam, Tayland ve Endonezya’ya gittiği düşünüldüğünde, hem bölgenin kalkınmış hem de kalkınmakta olan önemli ülkelerinin yukarda dikkat çekilen gelişmelerde pastadan kayda değer bir pay aldığı anlaşılıyor.

Bölgede sürdürülebilir ekonomi

ASEAN, küresel ekonomi yapısı içerisinde sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı gerçekleştiren ülkelere ev sahipliği yaparken, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’e komşu olmanın getirdiği avantajlar ve dezavantajları da bünyesinde barındırıyor.

Çin, 2009 yılından bu yana ASEAN’ın en büyük ticaret ortağı olma özelliğini sürdürüyor. Buna göre, 2018 yılı rakamları karşılıklı ticaret hacminin yaklaşık 480 milyar doları bulduğunu gösteriyor. Çin’in yine aynı yıl içerisinde ASEAN’a yaptığı dış yatırım 10.2 milyar dolarla, ASEAN’a yapılan 155 milyar dolarlık tüm dış yatırımlarda %6.6’lık orana tekabül ediyor.

Bununla birlikte, ticari işbirliği ve yatırımlardaki bu süreklilik, tarafları yakın gelecek için önemli hedefler gütmeye sevk etse de, ticaret savaşlarının sürdüğü bir ortamda 2020’de ticaretin 1 trilyon dolara ve yatırımların ise 150 milyar dolara çıkarılmasının ne kadar gerçekçi olduğu ise tartışılabilir.

Böylesi bir hedefin gerçekleştirilmesinin salt iki taraf arasındaki ilişkilerle sınırlı olmayan, aksine deniz ve kara İpek Yolları projesi ile 16 ülkenin üyesi bulunduğu, ‘Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık’ın (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) hayata geçirilmesi gibi işlevsel organlara ihtiyaç var.

Birlik ile stratejik ortaklar denildiğinde, Kanada ve Avrupa Birliği gibi coğrafi olarak görece uzak ülkeler/birlikler yer alsa da, hiç kuşku yok ki, bölge ile tarihsel ve bölgesel yakınlıkları nedeniyle Çin, Japonya ve Güney Kore’nin oluşturduğu ASEAN+3 oluşumu dikkat çekiyor. Bu çerçevede ilgili toplantının 22.cisinin Bangkok’ta gerçekleştirilmesi Birlik ile Doğu Asya’nın bu üç ülkesi arasındaki işbirliğinin kurumsal geçmişi hakkında da bir fikir veriyor.

ABD ne istediğini bil/m/iyor

ABD başkanı Donald Trump Bangkok’da zirveye katılmaması bir sürpiz olmadı. Bu durum, ABD’nin bölge ile ilişkilerinde 2016 yılı Sonbahar’ından bu yana sergilenen durağanlaşma ve hatta gerileme sürecinde bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. 

ABD heyetinde yer alan ticaret bakanı Wilbur Ross ise, özellikle katıldığı Hint-Pasifik İş Forumu toplantısında pembe tablolar çizse de, bölge ülkeleri ABD’den somut adım atmasını bekliyor. Trump yönetimin Hint-Pasifik bölgesiyle ilişkilere son derece bağlı olduğu ifadesi, bölge siyasetçileri ve ekonomi çevreleri için pek bir anlam ifade etmiyor.

Öyle ki, Çin’le başlayan, Japonya ile devam eden ve ikili ticari ilişkilerde ABD’nin maruz kaldığı ifade edilen açığın kapatılması için gütmekte olduğu ticaret politikaları bölge ülkelerinde tasvip bulmuyor. Çin’in ASEAN’ın komşu ülke olması, ticaret savaşlarında kuşkusuz ki, Birlik’i Çin’e yaklaştıran bir faktör. Ancak, ABD yönetimi bu gelişmeyi doğru okuyup okumadığı konusunda da şüpheler var.

Tam da, ASEAN zirvesi ekseninde ABD dışişleri bakanlığınca 4 Kasım günü yayınlanan, ABD’nin Hint-Pasifik bölgesiyle ticari ilişkilerini ele alan, “Serbest ve Açık Hint-Pasifik: Ortak Vizyon Geliştirilmesi” başlıklı belgenin yayınlanması önemliydi. Trump’ın 2017 yılında Vietnam’daki toplantıda dile getirdiği vizyonun bugüne kadar herhangi bir açılım sağladığına dair kayda değer gelişmeye rastlanmadıysa da, Hint-Pasifik adlandırması ABD’nin Asya-Pasifik bölgesini Hint-Pasifik olarak yeniden yapılandırma arzusunda olduğunu ortaya koyuyor.

Bunun pratik bir karşılığı olsa gerek. Bunlardan biri, Obama döneminde tamamlanan ve nihayi imzalara kalan Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) Trump tarafından rafa kaldırılması karşısında bir tepki olduğunu söyleyebilirz.

Bununla birlikte, bu inisiyatifin örneğin ASEAN tarafından kabul edilebilir yanı olsa da, bugüne kadar taraflar arasında somut adımlar atılmasına yönelik önemli görüşmelerin ortaya konduğunu söylemek güç. Bu noktada, Hint-Pasifik yapılanmasında 35 ülkenin ticaret ortaklığından bahsedildiği hesaba katılacak olursa, TPPA sürecindeki zorlukların bu yeni oluşum için çok daha fazla zamana ihtiyaç duyacaktır.

Kaldı ki, ASEAN TPPA’nın imzalanması için özel bir gayret sergileyen ASEAN’a üye ülkelerden bir bölümü bugün RCEP’in hayata geçirilmesine çalışıyor. Ve bu sürecin 2020 yılında sonlandırılması konusunda önemli bir niyet ve irade bulunuduğu aşikâr.

ABD’nin bölge ile ilişkilerinde temelde bir güven sorunu var. ABD’nin sunmakta olduğu yeni ticaret yapılaşması kadar, 4 Kasım Pazartesi günü ABD ulusal güvenlik danışması Robert O’Brien’la yapılan toplantıya ASEAN liderlerinin katılmaması güven ortamının olmadığının bir göstergesi. Toplantıya sadece ev sahibi Tayland, Laos ve Vietnam temsilcilerinin katıldığı toplantıda O’Brien’ın, ASEAN liderlerini ABD’de özel bir toplantıya davet eden Trump adına okuduğu mektup böylece muhataplarına doğrudan ulaşmamış oldu.

Tayland’ın dönem başkanlığının sonu anlamına gelen bu ASEAN zirvesi, Birlik’in öngördüğü yakın vadede ekonomik yapılaşma hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemliydi. Bir yandan, ASEAN 2025 hedefleri öte yandan, bu süreçle paralel yürütülmesi öngörülen BM 2030 hedefi ASEAN’ın ekonomik kalkınmada sürdürülebilirliği konusunda kararlılığını ortaya koyuyor.