Mehmet
Özay 26.09.2019
Eğitim’in öncelikli
hedefinin, insanoğlunun fıtratına uygun bir insan teki inşa etmek olduğu konusu,
kadim ve geleneksel toplumların başat bir özelliğidir.
Bunun, günümüzde kullanıldığı
şekliyle kısır bir anlamda, salt tek’e indirgenmiş ve yalıtılmış bireye işaret
etmediği, aksine bireyden hareketle çoğula giden yani, geniş toplumsal yapının
oluşumuna basamak teşkil edecek bir süreç olduğu görülür. Ve bu eğitim süreci, temel
olgular ve kavramlar çerçevesinde, ahlâk ve edep temelli oluşuyla dikkat çeker.
Öyle ki, toplumsal yapı
içerisinde beşeri adaletin sağlanmasının, böylesi bir ilişkinin varlığıyla ve
geliştirilmesiyle ilişkisi göz ardı edilemez. Bu anlamda, insanın akl eden bir
varlık olması ile fıtrata uygun eğitim arasındaki bağ üzerinde düşünülmeyi hak
eder.
Kadim dönemlerden
itibaren insan ve insanlık üzerine görüş beyan eden düşünürler, adına eğitim
denilen sürecin bireylerin iyi yönlerinin ortaya çıkarılması konusuna vurgu yapmışlardır.
Bu yaklaşım, bireyi salt kendisiyle sınırlı bir duruma indirgemeyip, aksine
bireyin toplumsal ilişkilerin sağlıklı yapılanmasındaki ve dolayısıyla adaletin
sağlanmasındaki rol ve önemine dikkat çeker.
Bununla birlikte, Batı
Avrupa’da son dört yüzyıllık süreçte ortaya çıkan ve günümüze kadar gelişme
gösteren, adına modernleşme denilen sürecin giderek kurumsallaşmasıyla, eğitim
olgusu da asli unsurundan uzaklaşmıştır.
Öyle ki, diğer toplumsal kurumların
yanı sıra ve belki de öncelikli olarak eğitim kurumunun ahlâk ve edep temelli insan
yetiştirme yaklaşımı, modernleşme ile birlikte dönüşerek tali bir niteliğe
bürünmüştür.
İnsanın artık kendinde
bir aktör değil, kitlelere eklemlenen ve eğitim başta olmak üzere her toplumsal
kurum içerisinde pasif bir tüketici konumuna indirgenmesi, onun tekil ve
toplumsal bir varlık olarak özgünlüğünün artık pek bir önem arz etmediğine
işaret eder. Bu bağlamda, eğitim kurumu ve yapılaşması bireysel ve toplumsal
iyinin inşasına değil, modernleşmenin öngördüğü geleneğe ve fıtrata muhalif yapılara
yönelimi öne çıkaran bir boyut olarak karşımıza çıkar.
Bugün artık eğitim
süreçlerine tabi olan bireylerin, bu süreçler içerisinde ve/ya sonrasında ahlâk
ve edep gibi sıfatlara konu olmaması oldukça düşündürücüdür. Böylesi bir
gelişme, sadece post-modern veya yüksek modernliği ilk elden tecrübe eden Batılı
ülkeler ve toplumlarla sınırlı değildir. Burada can alıcı husus, modernleşmenin
dayattığı evrensellik olgusu ile sadece Batı toplumlarında değil, dünyanın
farklı coğrafyalarında da benzer bir sürecin işlemekte olduğudur.
Bu noktada, toplumların modernleşme
süreçleriyle tasvir edilen gelişmişlik düzeylerine rağmen, gerek insan tekinin
gerekse toplumların yüzleştiğine tanık olunan ve bu anlamda gelişmişlikle tezat
teşkil eden olumsuzluklar günümüzün normali kabul edilmektedir. Öyle ki, akademik
ve popüler gündem çerçevesinde, eğitim alanında hakim görüşlerin modernleşme
özelinde ‘evrensellik’ iddiasına oturtulma çabası, neredeyse reddedilmesi
mümkün olmayan bir kabul görmektedir.
Oysa, modernleşmenin küresel toplumun
belli bir kesiminde, tarihi ve sosyolojik koşulların bir gereği ve/ya zorlaması
olarak ortaya çıktığı dikkate alındığında, evrensellik olgusuna eleştirel bir yaklaşım
geliştirmeyi gerektirmektedir. Böylesi bir yaklaşımla, fıtratı öncelleyen bir
eğitim düşüncesinin geliştirilmesinin imkânı söz konusu olabilir.
Açık
Medeniyet,
Eylül, Sayı 17, Yıl 2 (İbn Haldun Üniversitesi Yayını)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder