Mehmet
Özay 14.03.2018
Avrupa, özellikle de Batı Avrupa’nın geç
Ortaçağ ve erken modern dönemde yaşadığı toplumsal, siyasal ve de dini
değişimlerin tarihi sosyal bilimlerin çeşitli alanlarındaki çalışmalarda gizli
ya da açık egemen bir olgudur. Batı’da tecrübe edilen değişim ve dönüşümlerin
teoriler kulvarında dillendirilmesi için, diğer bazı teşebbüslere rağmen,
ağırlıklı olarak 19. yüzyılı beklemek gerekiyordu. Bu sürecin bugünkü safhasında,
örneğin küresel ilişkilerde öne çıkan hususiyet siyaset temelli olsa da, bunun
ardında daha güçlü bir analitik yaklaşımla ele alınmayı gerektiren derinlik söz
konusudur.
Bu çerçevede, sekülerleşme kavramı ve
bunun üzerinden yürütülen süreçler bize bazı ipuçları vermesiyle dikkat çeker.
Burada temel sorun, bu dikkati çekebilecek bir duruş ve yaklaşımı
sergileyebilmekle başladığını da söylemek gerekir. Tam da bu minvalde sekülerleşme
bizi niçin bu kadar ilgilendirmektedir sorunu ortaya atabiliriz.
Pür bir ‘bilimsel’ çaba olarak düşünüldüğünde,
böylesi bir ilgide haklılık payı bulmak mümkün olabilir. Şayet bununla, adına
Batı denilen coğrafyada yaşayan toplumların tarihi tecrübelerinin
genelleştirilmesi ve bunun tüm dünya toplumlarına mal edilmesinin söz konusu bu
toplumları anlamlandırmadaki işe yararlılığı ifade ediliyorsa, o zaman diğer
toplumların yaşadığı tecrübeleri nereye koyacağımız sorunu ortaya çıkar.
Aslında 19. yüzyılda sosyal bilimler alanı
olarak doğan, ‘toplumu’ doğrudan ilgilendiren ‘bilimsel düşünme ve üretme’
sürecinin, yine Batı toplumlarında erken modern dönemden sanayileşmeye uzanan
geniş dönemlerin birikimini yansıttığı da ortadadır. Sosyal bilimler içerisinde
bir cüz olan sosyoloji’de, sekülerleşme çalışmalarına göz atıldığında, adına
toplum denilen bütünü anlama çabası kadar ve belki de bundan da öte, Batı
toplumlarına yeni bir toplumsal yapı kazandırma ve yaşanan, yaşanacak
değişimleri yönlendirme ve yönetebilme iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede, Batı Avrupa’nın ve ardından giderek
Ana Kıta ile akabinde, adına Anglo-Sakson denilen dünyanın diğer bölgelerine
dağılmış toplumlarındaki sosyal ilişkilerin ‘sekülerleşme’ ekseninde
yapılaşması, tüm bu toplumların tarihi süreçleriyle ilintisi bağlamında şu veya
bu biçimde yine de anlamlı olduğu iddia edilebilir. Bu hâl ve durumda dahi,
sekülerleşme olgusu üzerine kafa yoranların bugüne kadar ortaya koydukları
çerçeve, bizatihi ortak bir noktada buluşmaktan ziyade, parçalanmış ve hatta parçalanmaya
devam eden süreçler olmaktadırlar. Bu noktada, ortada bir atomizasyon
sürecinden bahsetmek dahi mümkün gözükmektedir.
Bugün ‘sekülerleşme’ karmaşası ile gelinen
noktada, diyelim ki, Batı’nın son beş yüz yılında olan bitenler karşısında
dikkatlerden uzak tutulansa diğer coğrafyalarda ne olup bittiğidir. Sekülerleşme
tartışmalarının derdi ‘din’ olduğuna göre, dünyanın başka bölgelerindeki dini
inanç ve kurumsal yapıların geniş toplumla ilişkilerini ortaya koymak, Batı’nın
ürettiği sekülerleşme kavramıyla mümkün müdür sorusunu da beraberinde
getirmektedir.
Ancak bu iddianın saflık boyutunda ortaya
çıkacağı yer, bu zikredilen temelde Avrupa ve uzantısı coğrafyaların dışındaki
çok daha geniş coğrafyalar üzerinde yaşam süren toplumlar olacaktır.
Sekülerleşmenin ve bu kavramın üzerine inşa edilen teoriler bütününün nasıl
olup da her türlü kültürel, dini ve medeniyet temelleri ve yaklaşımları ile
Batı dışı toplumları etkilediği ve etkilemeye devam ettiği hususu üzerinde
durulmayı hak etmektedir.
Sekülerleşme teorileri bağlamında Batılı
ve de Batı modernleşmesini bir ‘template’ olarak kullanan toplumların sosyal
gerçekliklerini anlama ve yön verme çabalarının bu süreçte akamete uğramak bir
yana, karmaşık bir yapıya evrildiği görülmektedir. Bu açmazı, belki de
sekülerleşme olgusu ile bu olgunun neşet ettiği toplumsal gerçekliği yeniden
ele almakla başlamak gerekmektedir. Bu yapılırken, elbette bu süreci ‘template’ olarak kendine devşiren
toplumların sorumluluğunun ise daha büyük olduğu ortadadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder