Mehmet Özay 25.03.2018
Osmanlı Devleti’nde Pan-İslamizm veya bir başka deyişle ittihad-ı İslam,
yani İslam birliği kavramının ortaya çıkması kadar, bu kavramın pratik olarak
neye tekabül ettiği meselesi önemlidir. “Pan” kavramının Avrupa dilleri menşeli
olması, bu kavramın Osmanlı devleti dışında -ki örneğin Slav birliği anlamında
Pan-Slavizm veya Alman birliği bağlamında Pan-Germanizm gibi kullanımları örnek
verilebilir- için kullanılmış olmasını bir yere kaydetmek gerekiyor. Bu
noktada, İslam toplumlarını ve devletlerini inceleme konusu yapmanın Avrupa
akademi ve entellektüel dünyasına ait bir olgu olduğu gerçeğiyle karşı karşıya
kalınması üzerinde ayrıca durulmayı gerektirecek boyuttadır.
Bu kavramla, İslamiyetin temel
kaynaklarında geçtiği şekliyde, ‘Müslümanlar birbirlerinin dostudur’ düsturunun
referans ettiği ilke veya ilkeler bütününün Pan-İslamizme tekabül edecek bir
boyutu olduğunu düşünmek mümkün. Bununla birlikte, kavramın tezahür ettiği
toplumsal yapının siyaset alanına denk gelmesi, konunun bütün toplumsal
ilişkilerin ötesinde siyaset dünyasıyla bağını gündeme taşıyor. Bu noktada,
biraz kıştırtıcı bir şekilde de olsa şu soruyu ortaya atmak mümkün: Osmanlılar
daha ‘beylik’ dönemindeyken, kendi iç birliğini ve düzenini ve maddi
gelişmişliğini ortaya koymasına parallel olarak ‘dışa açılma’ veya
‘yayılma/genişleme’ sürecinde ‘İslam birliği’ ilkesiyle hareket etmiştir
denilebilir mi? Anadolu topraklarının batısında uzanan Bizans Devleti ile
mücadelesinin İslam inancından bağımsız bir yönelim olmadığı düşünülebilir. Öte
yandan, Anadolu topraklarının doğu ve güneyinde varlık süren diğer beyliklerle
ilişkiler ve zamanla bu beyliklere yönelik politikaların İslam’ın
‘birleştiricilik’ olgusunu hayata geçirme ile ilgili olup olmadığı da
sorulabilir.
Osmanlı devletinin Pan-İslamizm
kavramı çerçevesinde sorgulanmaya değer bir diğer açılımı doğu siyaseti
bağlamında Safavi Devleti ile ilintilidir. Ancak burada Safavilerin ötesinde,
güneyde Memlüklü Devleti’ne yönelik girişiminin İslam birliğinin sağlanması ile
daha yakından ilintili bir yönü bulunmaktadır. Ancak gerek 13. yüzyıl sonu, 14.
yüzyıl başları Anadolu’daki ilk genişleme gerekse 16. yüzyılda doğu ve güney
politikaları gerçekleştirilirken, Osmanlı Devleti’nin askeri gücü, siyasi
yapılaşması, ekonomik zenginliği veya dini alanda sergilediği yapılaşması ve
gelişimciliği ile bir cazibe merkezi kabul edilip, diğer İslam toplumları
tarafından ‘Pan-İslamcı’ bir düşünceyle gerek küçük bir coğrafi alanda gerekse
daha büyük kıtasal ölçekte İslam toplumları birliğini sağlama hedefini güdecek
bir açılıma yol açmış mıdır?
Bununla birlikte, Osmanlı
Devleti’nin doğu ve güney sınırlarında yayılma/genişleme siyasetinin, batıda
Balkanlar ve Doğu Avrupa sınırları üzerinde sergilediği fetihçi politikalardan
ayrı ve farklı bir yönü olmalı diye düşünülebilir. Bu noktada, Pan-İslamizm
olgusu ile ticaret yolları, siyasi hükümranlık ve egemenlik ile coğrafi
genişleme arasında nasıl bir bağ veya bağlantı olduğu sorusuna gönderme
yapılmalıdır.
Ağırlıklı olarak sorularla
çerçevelenmiş yukarıdaki yaklaşımın ötesinde, yine Avrupa merkezci bakışla
değerlendirilen ve ortaya atılan Pan-İslam olgusunun Osmanlı devletinde tekabül
ettiği süreç 18. yüzyıl son çeyreğine girilerken (1774), adına Küçük Kaynarca
Anlaşması denilen ve ilk toprak kaybıyla anılan gelişmedir. Bu toprak kaybının,
Osmanlı siyasi ve bürokrasi eliti üzerinde uyandırdığı etkinin bir pür siyasi
ve askeri temelle ele alınmayıp, dönemin küresel dini boyutuna tekabül edecek
bir algı oluşturduğu yönündedir. Bu algının temelini de hiç kuşku yokki, 16.
yüzyıl başlarında (1517) Hicaz bölgesi, yani Kutsal Topraklar üzerinde
hakimiyet sağlanmasıyla hasıl olan durumdur.
Ancak burada, şayet Küçük
Kaynarca’ya yapılan referansdan hareketle Osmanlı devletinin, dini köklerini
daha çok ön plâna çıkartmak suretiyle Pan-İslamcı bir düşünce ve politikaya
evrildiği söyleniyorsa, burada da yine bazı soruları gündeme getirmek
mümkündür. Osmanlı devletinin, Avrupa karşısında ilk önemli toprak kaybı olarak
addedilen söz konusu bu anlaşmanın ertesinde siyasi ve askeri bir ‘buhranın’
eşiğinde olduğunu anlamasıyla, bu buhranın giderek genişleyerek büyümesini
‘öngörerek’, bu ‘maddi kayıpların’ telafisi ve de tekrarı olmaması adına bir
‘birlik’ etrafında kendini yeniden örgütlemeye çalışması gibi bir sonuca
tekabül etmektedir.
Somut olarak toprak kaybıyla
dillendirilen, ancak görünürde askeri ancak arka plânında siyasi yapı ve
yapılaşmadaki erozyona referans eden durum, sadece Küçük Kaynarca ile sınırlı
değildir. Üstüne üstlük, bu türden kayıpların ve ‘hallerin’ 19. yüzyıl son
çeyreğinden itibaren gündeme gelmesi, oldukça enteresan bir şekilde yine
Pan-İslam kavramına ve politikaların areferans edilmesini gündeme getirmiştir.
Oysa, benzer bir durumun, örneğin, 19. yüzyıl ilk yarısı boyunca Avrupa
devleterinin Osmanlı üzerinde kurduğu ve ‘haklar-hürriyetler’ bağlamında neşet
eden talepler ve bu taleplerin Osmanlı siyasi ve toplumsal düzeninde doğurduğu
yarılmalar karşısında ‘Pan-İslam’ kavramına dayanma ve yaslanma olgusundan
bahsedilmemektedir.
Buradan Osmanlı devletinde
Pan-İslam konusunda görüş beyan etmiş Batılı araştırmacılar ve
akademisyenlerden Landau’nun bir Alman araştırmacı olan B. yaptığı referans,
Pan-İslam kavramının ne zaman ve ne amaçla kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Landau’nun bir diğer referansı ise Anthony Reid’in 1969 yılında yayınlanan ve
alanında belki de en dikkat çekici olma özelliği taşıyan makalesidir. Bununla
birlikte, Jacob M. Landau’nun (1992) Pan-İslam kavramı ve bu kavramın somut
vak’alara atfının sınırlı özellikle taşıdığını söylemeliyiz. Temelde, bu
yaklaşım, yukarıda dile getirilen ve bir tür Osmanlı toprak ve siyasi
savunmacılığı şeklinde ortaya çıkan bir durum olarak tezahür etmektedir.
Ancak, Osmanlı’nın kayıplarının
ardından gündemde getirildiği belirtilen bu politikanın -bazı sorunları
içerisinde barındırmakla birlikte- başarı ile sonuçlandığını söylemek mümkün
müdür? Yoksa Küçük Kaynarca’dan başlayarak Osmanlı devletinin Batının geliştirdiği
teknolojilerin gerisinde kalmasına referansla anlamlandırılmaya çalışılan
askeri yenilgileri, coğrafi daralma anlamına gelen toprak kayıpları, siyasi
nüfuzunun azalmasına yol açan bürokrasideki yozlaşmanın geri döndürülemez bir
süreçte giderek ağır bir yüke dönüştüğü görülmektedir.
Tam da bu noktada, Osmanlı
Devleti’nin 1517’de Kutsal Topraklar üzerinde geliştirdiği yapılaşma ile
küresel ve fizik ötesi bir anlama bürünen siyasi varlığından sonra ve yine tam
da bu döneme denk gelen sömürgecilik döneminin Hint Okyanusu ve çevresindeki
gelişmelerden hareketle neler olup bittiğine bakmak gerekmektedir. Burada
unutulmaması gereken ve son derece ilginç husus, Hint Okyanusu’ndaki Batı
Avrupa’nın denizci milletlerinin başlattığı sömürgeci yönelimlerle, Osmanlı’nın
doğu ve güney politikalarının yeni bir evreye girerek Kutsal Topraklar üzerine
eğilmesini sağlamıştır. Ancak bu durum, bir yandan da Osmanlı’ya yönelik
olarak, örneğin bölgede sömürgeciliğin etkilerine maruz kalan İslam
toplumlarının Kutsal Topraklar’ın hamiliğini üstlenen ‘yapıya’ karşı bir dini
mesuliyetle hareket etmeleri olgusu söz konusudur.
Şayet, Pan-İslamizm kavramı modern
bir kavram olarak ortaya çıkmış ve Osmanlı devletinin Kutsal Topraklar hamiliği
ile küresel İslami bir nizam olarak telakki edilmesi gündeme gelmiş ise, o
zaman konuya farklı bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Osmanlı’nın
bizatihi kendi siyasi sınırlarında yaşanan toprak kaybından çok önce küresel
bir gelişmenin ortaya çıktığı bu süreçte, “acaba hangi İslam toplumlarının
hangi somut şartlar ortamında Pan-İslam düşüncesini Osmanlı siyasi elitine
yansıtacak açılımları gündeme getirdiği” üzerinde düşünmemizi zorunlu
kılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder