Mehmet
Özay 13.03.2018
Demokratik-liberal
değerlerin öncüsü kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin, özellikle Donald
Trump’un başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana Çin’le kurduğu ilişkiler, küresel
bağlamda eko-politik anlayışın yeni bir biçimlenmeye doğru gittiğine dair güçlü
emareler olduğunu gözler önüne seriyor. Demokratik-liberal anlayış ve
uygulamaların sadece bir ülkenin, örneğin ABD’nin ülke sınırları içerisinde
gerçekleştirilen olgular bütünü olarak kalmadığı, aksine 2. Dünya Savaşı
sonrasından başlayarak küresel platforma yayılması konusunda güçlü bir irade
sergilendiğini söylemek mümkün.
Bu noktada, ABD’nin
sahiplendiği bu barışçı ve bir o kadar da kapsayıcı yönelim ve yönlendirmenin, aralarında
İslam dünyasının da bulunduğu farklı dini-kültürel ve de siyasi gelenekten gelen
toplumlar tarafından özgürleştirici bir veche olduğuna dair yaygın bir kanaat
hasıl olmuş olabilir.
Ancak bugün
gelinen noktada, ABD’nin bu ‘özgürleştirici ruhunu’ kaybettiği ve bizatihi başkanının
Amerikayı öncelleyen politikaları çerçevesinde, bizzat kendi ülkesinden
başlayarak giderek dünya geneline yayılan çatışmacı bir dil ve eylem içerikleriyle
hareket ediyor. Başkan Trump’ın, Amerikan halkının üretimci kesimlerinin ekonomik
varsıllıklarıyla birebir ilişkili olarak, daha seçimler arefesinde yani
kampanya döneminde gündeme taşıdığı çeşitli ülkelerle olan ticari ilişkilerde
ABD lehine olduğu söylenen durumu değiştirme çabası bu çatışmacı dilin en
görünür yerine oturmuş bulunuyor.
ABD’nin ticaret
açığına sebep olan ülkelerden Çin’in ‘ayrıcalıklı’ bir yere konmasında, hiç
kuşku yok ki, bu iki küresel ekonomi devinin ilişkilerinin niceliksel yönü
belirleyici oluyor. ABD yönetiminin ticaret açığına sebep olan ülkeler arasında
örneğin Japonya ve Malezya gibi, ilki ciddi bir müttefik, diğeri koşullara
bağlı olarak ittifak ağında dereceli olarak yer alan ülkeler de bulunuyor. Bu noktada,
Japonya, ABD’nin bu yöndeki sıkıştırmalarına, başbakan Abe’nin girişimciliği
sayesinde ABD topraklarında yeni yatırımlarla ABD orta sınıfını vuran işsizliğe
bir çare olma yönündeki çözümüyle şimdilik ABD yönetiminin sıkıştırmalarından
uzaklaşmış gözükebilir.
Ancak Donald Trump’un
geçenlerde ilân ettiği ve özellikle çelik ve alüminyum ithalâtına getirdiği
kısıtlamalarda kapsam alanına sadece Çin bulunmuyor. ABD’nin küresel
ekonomideki bir numaralı rakibi Çin’in yanı sıra, örneğin Avrupa Birliği ve
Japonya da girmiş bulunuyor. ABD’nin ‘ittifak’
güçleri olarak adlandırılabilecek bu iki bloktan (AB ve Japonya) gelen baskılar
sonucu bazı muafiyetler gündeme gelirken, bu noktada Çin, ABD ile mücadelede tek
başına kalmış gözüküyor.
Çin yönetimi ise,
Ticaret Bakanı Zhong Shan’ın ağzından olası bir ‘ticaret savaşı’nın kazananı
olmayacağını aksine, taraf olan ülkeler kadar küresel ekonominin de bundan
zarar göreceği açıklamasıyla kendi konumunu haklılaştırmaya çalışıyor. ABD
yönetiminin bu iki madenin ithali konusunda aldığı ciddi kararının ardında, hiç
kuşku yok ki, -2017 yılı verileriyle dikkat çekilecek olursa- yıllık 35 milyon
ton ham çelik ithali ile dünyanın en büyük ithalatçısı konumunda bulunması
yatıyor.
Tabii burada
dikkat çekilmesi gereken husus, küresel olarak demokratik-liberal değerler ise,
serbest piyasa ekonomisini ihraç etme görevini yürüten ABD’nin Trump
yönetimiyle “ekonomik korumacılık” gibi, bahsi geçen değerlerle çelişen
icraatlara yönelmiş olmasıdır. Bu noktada, söz konusu yönelime tepkiler sadece
Çin’den gelmiyor. Kapitalist dünyanın temsilcileri de, ABD yönetiminin bu
kararı sonrasında küresel ekonomik büyümenin zarar göreceği endişesiyle karşı
çıkıyorlar.
Burada hatırlanması
gereken bir diğer husus, Çin’in 2000’li yılların başlarında Dünya Ticaret
Örgütü’nün koyduğu kuralları kabul ettiğini deklare etmesiyle küresel ticaret
ilişkilerinde giderek başat bir konuma gelmesi arasındaki ilişkidir. Bugün, Çin,
şayet ABD yönetimi tarafından küresel ticarette söz konusu örgütün kurallarını
çiğnemekte olduğu yolunda bir yaklaşımına maruz kalıyor ve -Çin tarafının ileri
sürdüğü üzere- ABD bir ticaret savaşına hazırlanıyorsa, diğer ihraçatçı
ülkelerin de bu küresel ticaret kuralları çerçevesindeki konumlarının
sorgulanıyor olması gerekir. Bu noktada, şayet ortada sadece Çin’in ticaret
kurallarını ihlali gibi ‘tekil bir gerçeklik’ yok, aksine ABD’nin ittifak
içinde olduğu ülkeler tarafından da bu türden ihlallere maruz kaldığı ileri
sürülür ise, sorunun çok daha kapsamlı olduğunu da iddia edilebilir.
Bu noktada, ABD
yönetiminin Çin’i köşeye sıkıştırma uğraşında konunun örneğin Çin tarafından ABD’ye
çelik ihracının nitelik ve niceliğinin yanı sıra, belki de bundan daha çok, Çin’in
endüstrileşme sürecindeki hız ve kapsamının bu madenin üretim sınırlarının
artmasına yol açtığı argümanı da kayda değer bir yer tutuyor. Şayet durum bu
ise, o zaman küresel kapitalizmin kaptanı konumundaki ABD’nin, yine küresel
kapitalizm piyasasında güçlü bir şekilde yer almak isteyen Çin’i bu gelişme
sürecinde sınırlandırma çabası içerisinde olduğunu söylemek mümkün.
Demokratik-liberal
değerlerin kapitalist dünyanın üretim ilişkilerinin toplumsal ve siyasal
yansıması olduğu/olacağı yönlü söylem, Çin’in kapitalistleşmesi sürecinde -en azından
şimdiye kadarki süreçte- doğrulanır olmadığı ortada. Çin yönetimi, “komünist
siyasi yapılaşmasıyla” küresel kapitalizmin liderliğine oynayabileceğini iddia
ederken ke, yine şu ana kadar kayda değer ‘bir başarı ivmesi kazanmış’
gözüküyor. Ancak tüm bu gelişmeler çerçevesinde sorun, ABD’nin
demokratik-liberal değerler ihracında ne kadar samimi olup olmadığı ve
önümüzdeki süreçte bu rolünü ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğiyle de
alâkalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder