Mehmet
Özay 15.08.2017
Bağımsızlığının 70. yılını kutlayan Hindistan,
sömürgecilik dönemi kadar belki de daha çok bağımsızlığa giden süreçte yaşanan
toplumsal ve siyasal gelişmelerle yüzleşmeyi bekliyor. Bu sürecin bugüne
yansıyan en görünür yanını ise Keşmir sorunu teşkil ediyor.
Hint Alt kıtası olarak da anılan ülkenin bağımsızlığı tek
başına gelmedi. Aksine, aynı dönemde acı bir sürece tekabül edecek şekilde
Pakistan’ın da bağımsızlığını getirdi. 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde
birkaç yıllık zaman diliminde yaşananlar bugün her iki ülke toplumlarında da
canlılığını koruyor. Sürecin 1947’de bitmediği, 1971 yılında o dönem Doğu
Pakistan olarak anılan Bangladeş topraklarında yeni bir bağımsızlık olgusunun
ortaya çıkmasında görüldü. Bugün üç farklı devlet çatışı altında biraraya gelen
bölge halkları farklı din ve etnik yapılara mensup olmakla birlikte, genel
itibarıyla aynı kadim geçmişi paylaşıyor.
Bağlantısızlıktan
liberalleşmeye
Hindistan’ın kurucu siyasi iradesi Kongre Hareketi’nin
bağlantısızlık ilkesi, aradan geçen süreçte küresel siyaset üzerinde arzu
edilen katkıyı yapamadı. Öyle ki, Soğuk Savaş yıllarında öne çıkan ve daha
sonra güney hareketi olarak güncellenen bağlantısızlar hareketi küresel güçler
karşısında etkin bir varlık gösteremediği gibi bu hareketin öncüsü konumundaki
Hindistan, giderek Batıya yaklaşan bir siyasi çizgi sergiledi.
İç siyasette aynı ailenin mensupları tarafından uzun
dönem iktidarı elinde tutan Kongre Hareketi, sekülerlik gibi temel ve kurucu
ilkeye bağlılık gösterse de, ekonomi politikalarında ufuk açıcı bir süreç
ortaya koyamaması, geniş kitlelerde karşılığını bulamaması ve yaygın yolsuzluk
iddiaları sonucu Hindu milliyetçiliğinin yeşermesi için uygun bir toplumsal
zeminin oluşmasına yol açtı.
Ancak Soğuk Savaş bitiminde, yani başbakan Narasimha Rao
döneminde (1991-1996) liberal ekonomiye kapılarını açan Hindistan, bugün benzer
bir ekonomik açılım sürecini tecrübe ediyor. Daha önce ülkenin önde gelen
ticaret merkezlerinden Gücerat eyaleti başbakanlığı yapan Narendra Modi’nin 2014
yılında başbakan olmasıyla, ekonomiyi düzlüğe çıkartacak politikalar gündeme
getirilmeye başlandı. Aradan geçen üç yılda Modi yönetimi, günün getirdiği
küresel ekonomi politik açılımlarına eklemlenecek şekilde adımlar atarak, uluslararası
ticaret ve yatırımlar konusunda çeşitli ülkelerle önemli anlaşmalar imzaladı.
Hindu
milliyetçili tehdidi
Başbakan Modi’nin handikaplarından biri, mensubu olduğu Bharatiya
Janata Partisi’nin (BJP), Hindu milliyetçiliği iddialarını çok dinli ve
kültürlü Hint toplumunda uygulamak istemesinde yatıyor. Partinin ve siyasi
lider olarak Modi’nin iktidara gelmesinde Hindu milliyetçi kitlelerinin
desteğini almasıyla siyasi bir angajman olarak kabul edilebilirse de, Uttar
Pradeş eyaletinde gözlemlendiği gibi ultra milliyetçi çıkışların çok dinli ve
kültürlü Hint toplumunda ulusal barışı tehdit etmekle kalmayacak küresel
anlamda da tepkilere yol açacaktır.
Bu noktada, önemli bir ekonomi zekâsına sahip Modi’nin
sosyal zekâsını da rasyonel bir şekilde kullanması gerekiyor. Ancak bu şekilde Hindistan
toplumunun önünü açacak imkânlar ve olasılıklar gündeme getirilebilir. Bu
anlamda, bölgesel ve küresel bir güç olma iddiasını gündeme getirmeye başlayan
Hindistan yönetiminin Hindu romantizisminden pek fazla yarar sağlayamayacağı gibi,
içinde şiddet eğilimleri barındıran bu eğilimin ülkenin potansiyel ekonomik
gelişimine ve uluslararası ilişkilerine de darbe vuracaktır.
Bu sürecin başlatılması ve toplumda karşılık bulması için
siyasetçiler, entellektüeller ve akademisyenlerin yoğun bir çaba harcaması
gerekiyor. Hindistan’ın bir ‘Hindu yurdu’ olarak kabul eden ve bunun
psiko-tarihi yönünü ise, uzun yüzyıllar boyunca Müslüman devletler
egemenliğinde yaşamaya bağlayan yaklaşımın yeni bir tarih ve siyaset anlayışı
geliştirmeli. Bunu da genel anlamda toplumsal barışı bir ön kabul olarak
değerlendirerek yapabilir.
Müslümanların
ülke barışına katkısı
Ülke nüfusun yüzde on beşine yaklaşan Müslüman kitlenin
ise, kendi aralarında farklılıkları bir kenara bırakmak ve Hindistan toplumu
içerisinde barışa ve kalkınmaya katkı yapacak bir yönelim sergilemeleri
gerekiyor. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, ayrışma döneminin sancılarının bir
türlü ortadan kaldırılamaması bu sürecin en zorlu aşamasını teşkil ediyor.
Öte yandan, Müslüman kitlelerin tarihsel ve sosyolojik
olarak etkileşim halinde oldukları Güney Afrika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya
Müslüman toplumlarıyla ilişkileri ve yönetime bu alanlarda rehberlik
yapabilecek kapasiteleri olduğunu dikkate almakta fayda var. Bu bağlamda,
Hindistan müslümalarının eğitim, ticaret ve sivil toplum alanlarında ilgili
bölge ve ülkelerle mevcut ilişkileri bir üst safhaya taşımaları sadece
Hindistan barışına değil, bölgesel ve küresel barışa da katkı anlamına
gelecektir.
Çin’e
rakip bir güç
Hindistan bugün bir dönüşümün arefesinde... Bölgesel ve
küresel gelişmeler karşısında siyasi varlığını devam ettirme ve yeni oluşumlar
içerisinde yer alma sürecinde bulunuyor. Ekonomik kalkınmayı öncellediği
izlenimi veren Hindistan, bir yandan da çeşitli ülkelerle askeri işbirlikleri
ve harcamalarıyla dikkat çekiyor. Bunda hiç kuşku yok ki, Çin’in kara ve deniz
ipek yolları projeleri gibi agresif jeo-politik ve ekonomik nüfuz
politikalarının rolü var.
Bununla birlikte, bazı dış aktörlerin de Hindistan ve
Çin’i bir kamplaşma içine çektiğini söylemek mümkün. Bu durumda, Hindistan
yönetiminin aktif bir dış politika izlemesi kadar, Çin karşısında bölgede yeni stratejik denge
arayışındaki, örneğin ABD ve ASEAN gibi yapılar tarafından bu tür politikalara
yönlendiriliyor. Bu bağlamda, Çin’in 1980’lerde başlayan ve 2010 yılında dünya
ticaret örgütüne kabul edilmesiyle önemli bir aşamaya ulaşan ekonomik
gelişiminin siyasi ve askeri açılımlara yol açması karşısında Hindistan’ın bir
denge unsuru olabileceği güçlü bir şekilde gündeme getiriliyor. Ve bu yeni bir
sürece tekabül etmiyor.
Öyle ki, 1960’lı yıllarda dönemin başbakanı Nehru,
Güneydoğu Asya ülkelerini ‘Coca cola ülkeleri’ olarak adlandırırken, 1980’lerin
başında ASEAN’ın Hindistan’ı diyalog ortaklığına davet etmişti. 1990’larda ise,
bu sefer ekonomik ve siyasi yapılaşmasında mesafe kat eden Çin’e karşı bir güç
dengesi arayışındaki ASEAN, yine Hindistan’ın kapısını çalıyordu.
Bugün ise Hindistan, Çin’e karşı ABD ile bölgedeki
müttfekileri Japonya ve Avustralya ile siyasi ve askeri birliktelikler içerisinde
yer alıyor. Uzun bir dönem sömürgecilik altında bulunmuş Hindistan’dan, örneğin
Çin’in yaptığı gibi agresif bir dış politika beklemek de mümkün değil. Bu
noktada, Hindistan’ın dış politikasına yön veren unsurun iç güçlerce ulusal
hedefler bağlamında oluşturulmasından daha çok, dış aktörlerin kayda değer bir
itici gücü olduğundan bahsetmek mümkün.
Kapsamlı
reformlara ihtiyaç var
Bölgesel işbirliklerinde dış aktörlerin tetikleyici
etkisi bir yana, Hindistan yönetiminin üstesinden gelmesi gereken iç siyasi ve
toplumsal sorunları bulunuyor. Çin’in aksine merkezi ve hiyerarşik bir siyasi
yönetime sahip değil. Eyaletlerde farklı etnik ve dini yapıların bağlı olduğu
siyasi gücü elinde tutan yerel partiler öne çıkıyor. BJB ve Kongre Partisi gibi
ulusal partilerin ülke genelinde başarı için bu yerel siyasi partilerle çeşitli
çıkar ilişkileri bir siyasi yozlaşma kaynağı da olabiliyor. Bu süreç eyaletlere
görece bir ‘özerklik’ getirdiği söylense de, hem siyasi hem ekonomi bağlamında
makro düzeyde siyasi istikrarsızlığı neden oluyor.
Bugün Hindistan’ın nükleer güce sahip bir ülke olması
veya ülkenin enformasyon teknolojilerinde kayda değer bir genç nüfusa sahip
oluşu, siyasi ve toplumsal sorunları görmezden gelinmesine yol açmıyor. Hindistan’ın,
nükleer gücünü yanı başındaki aynı ırka mensup halkların oluşturduğu Pakistan’a
karşı geliştirmesi de bir tezat. Bu durum, hiç kuşku yok ki, kayda değer
müslümün azınlık nüfusu da dikkate alındığında, hem ulusal hem de bölgesel bir
soruna kaynaklık ediyor. Bu noktada, iki ülke ilişkilerinde belirleyici olan
Keşmir sorununun çözümü için Hindistan yönetiminin adım atması gerekiyor.
Bugün Hindistan’ın yaşadığı siyasi ve ekonomik sorunların
büyükçe bir bölümünü sömürge dönemi güçlerine yıkmak mümkün. Ancak bugün aradan
geçen uzun bir dönem sonrasında dini ve etnik temelleri toplumsal birliğin
önünde bir engel teşkil etmeyecek bir ‘sosyal düzen’ anlayışı ve ekonomide
geniş toplum kesimlerini kendi ayakları üzerinde durabileceği bir ekonomik yapıya
ihtiyaç var. Hindistan yönetimi her kesime mensup aydınları, din adamları ve
orta sınıfı milyarı aşkın insanın barış ve refah içerisinde yaşayacağı bir
ortamı oluşturma yükümlülüğünü taşıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder