Mehmet
Özay 05.06.2017
Singapur’da düzenlenen Shang-ri La konferanslarının
bu yılki oturumlarında, Asya-Pasifik bölgesinde artan DEAŞ tehdidi ile Trump
döneminde ABD’nin uluslararası arenada gerilemesine parallel olarak yeni bir ‘küresel
model’e duyulan ihtiyaç, öne çıkan maddeler oldu.
Merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Stratejik
Çalışmalar Enstitüsü’nce organize edilen ve ABD ile bölge ülkelerinden
yetkililerin yanı sıra perde arkasında ilgili ülkelerin bölge politikalarını
şekillendiren uzmanlar, düşünce kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve
gazetecilerin buluştuğu önemli etkinlik cuma günü başlayarak üç gün devam etti.
ABD savunma bakanı James Mattis ve Avustralya
başbakanı Malcolm Turnbull konuşmaları Kuzey Kore’nin doğrudan ve Çin’in
potansiyel tehdidini öne çıkartırken, Singapur ve Endonezya bakanları ise DAEŞ
tehdidinin giderek artışına vurgu yapıyordu.
DEAŞ
yeni bir güvenlik tehdidi
Bu yılki toplantılarda, Kuzey Kore’nin hiç de vazgeçme
niyetinde olmadığı füze denemelerinin yol açtığı açık tehdit, Çin’in Güney Çin
Denizi’ndeki egemenlik iddiası ve bu iddianın askeri ve sivil yapılanlar
şeklinde pratiğe dökülen biçiminin yanı sıra, bölgeyi yakından takip edenler
için pek de süpriz olmayan yeni bir konusu vardı. O da kısa bir süre önce Filipinler’de
DAEŞ özentili ‘Maute’ adlı terör yapısının Mindanao Adası’nda Marawi şehrindeki
isyan girişimiydi.
Kuzey Kore’nin nükleer tehdidi ile Çin’in Güney Çin
Denizi’ndeki egemenlik iddiaları ve teritoryal yayılmacılık süreçleri bir
süredir gündemden hiç düşmeyen konular. Bu nedenle, bu konuların gündeme
getirilmesi beklenen bir durumdu. Ancak DAEŞ’e eklemlendiğini deklare eden bir
grubun (ki buna benzer yapıların da bölgede varlığı biliniyor) Ortadoğu’daki
terör yapılaşmasını andıran teşebbüsü sorunun örneğin, Malezya, Endonezya,
Singapur ve Filipinler gibi tekil ülkeler düzeyinden Asya-Pasifik’de yeni ve
önemli bir bölgesel bir sorun haline dönüşmekte olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu noktada, özellikle Endonezya ve Singapur savunma
bakanlarının DEAŞ konusunda üzerinde ciddiyetle durulmasını gerektiren
açıklamaları oldu. Endonezya savunma bakanı Ryamizard Ryacudu kendi ülkesindeki
DEAŞ sempatizanlarının sayısı, sınırları kapatma gibi söyleminde dikkat çeken
unsurların yanı sıra, sorunun artık bölgesel bir nitelik arz ettiğini itirafı
önemliydi.
Borneo Adası’nda Sabah Eyaleti ile Filipinler’in
güneyindeki Ebu Seyyaf ve ilintili grupların adam kaçırma eylemlerinin yol
açtığı güvenlik sorunuyla mücadelede Malezya, Endonezya ve Filipinler arasında
üçlü işbirliği anlaşması Mayıs ayında yürürlüğe girdiğini hatırlatalım. Bugün
şehir işgali ve kitlesel kıyım boyutlarına varan ve her an herhangi bir şehirde
ortaya çıkma ihtimali taşıyan DEAŞ benzeri unsurların varlığı, önümüzdeki
süreçte bölge ülkeleri arasında yeni savunma işbirliklerini hayata
geçirilmesine neden olacaktır.
ABD’nin
güvenlik teminatı
Başkan Donald Trump yönetiminin bir önceki dönemin
tüm politikalarını sil baştan yeniden oluşturma sürecine konu olduğu bu
dönemde, ABD’nin Asya-Pasifik politikaları Obama dönemininkiyle istisnai bir
şekilde benzerlik ve hatta süreklilik arz ediyor. Trump yönetiminin bu yılın
başından itibaren mevcut güvenlik tehditleri karşısında Asya-Pasifik
bölgesindeki müttefiklerini yalnız bırakmayacağı yönündeki ifadesini, bizzat
sahada muhataplarına göstermek için Dışişleri, Savunma bakanları ile başkan
yardımcısı birbiri ardı sıra bölge ülkelerini ziyaret etmişti.
Savunma Bakanı James Mattis, Singapur’daki
toplantılar çerçevesinde ilk kez kamuoyuna açık olarak ABD yönetiminin
Asya-Pasifik bölgesine yönelik politikalarını teyit mahiyetinde bir konuşma
yaptı. Mattis’in konuşması, daha önce bölgeye yaptığı ziyarette dile getirdiği
görüşlerin tekrarı mahiyetindeydi.
Kuzey Kore yönetimi birbiri ardına füze denemelerine
devam ederek ne denli önemli bir tehdit unsuru olduğunu kanıtlarken, ABD
yönetimi şimdilik Birleşmiş Milletler marifetiyle yaptırım üstüne yaptırım
kararları alıyor. Aynı ABD yönetimi, tehdidin büyüklüğünün de bir ifadesi
olarak Çin’le işbirliğini önemseyerek, Çin yönetiminden Kuzey Kore üzerinde
baskı kurarak nükleer çalışmalara son vermesini istiyor. Ancak ABD’nin bu
konuda Çin’den ‘yardım’ talebinde bulunmuştu. Aradan geçen süre zarfında Kuzey
Kore’nin ABD ve Çin’in yanı sıra Birleşmiş Milletler gibi uluslararası bir
yapının da ne dostane ne yaptırımlarla gündeme gelen uyarıları dikkate aldığı
görülüyor.
ABD yönetiminin bu konuyla tezat teşkil edecek
şekilde gündeme getirdiği bir başka konu, Çin’in güney çin denizindeki
egemenlik iddiları ve sivil/askeri alt yapı çalışmalarıyla bölgede uluslararası
ticaret ve denizcilik faaliyetlerine tehdit ettiği iddiasıydı. ABD yetkilileri
ile müttefik ülkelerin sözcülerinin temel argümanı bölgenin güvenlik yapısının
uluslararası kurallar bütünü çerçevesinde sürdürülmesi yönünde. Ancak Çin
yönetimi “uluslararası kurallar” kavramını netleştiremediği gibi, böyle bir
kavramı kabüle de yanaşmıyor.
Kuze
Kore krizi
ASEAN ve APEC toplantılarının yanı sıra, ilgili
ülkeler arası ikili görüşmelerde sergilenen bu argümana rağmen, Kuzey Kore ve
Çin şu ana kadar geri adım atmış değil. Öyle ki, Kuzey Kore’yi bugüne kadar
kendine kalkan edinen Çin, son dönemde ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler’de
Kuzey Kore’ye yönelik yaptırımlara destek verse de, bugün Kuzey Kore’nin
böylesine ciddi bir tehdit haline gelmesindeki katkısı yadsınamaz. Bununla
birlikte, Çin’in başına buyruk Kim Yong-un’u artık kontrol edemediği de ortada.
Öyle ki, Çin bir anlamda, kendi ürettiği bu tehdit ile yakın vadede yüzleşmek
zorunda kalabilir.
Çin’i
Singapur eski başbakanı Lee Kuan Yew’dan sonra belki en iyi tanıyan kişi olarak
Avustralya eski başbakanı Kevin Rudd’un ABD eski Dışişleri bakanı Clinton’a
yaptığı, “Çin’in komşularıyla iyi ilişkiler geliştirip Çin üzerinde baskı
kurmak” şeklinde özetlenebilecek bir dış politika gütmesi yönündeki tavsiyesi
bugün için de geçerliliğini koruyor. Ancak bugün Trump yönetiminin, bölgede
Çin’in ekonomik gelişmişliği, teritoryal büyüklüğü, askeri alanda yeniden
yapılanma içinde oluşu gibi faktörlerle ‘ürkütücü’ boyuttaki yapısı karşısında
komşu ülkelerine nasıl bir yakınlık kuracağı belirsiz.
ABD bölgede zemin kaybediyor
Her
ne kadar, Kuzey Kore’nin olası saldırısı karşısında Japonya ve Güney Kore’ye askeri
destek verileceği konusunda tekrarlar gündemde olsa da, ABD’nin bölgedeki
varlığını güçlendirme konusunda proaktif bir yaklaşım sergilemiyor. Öyle ki, uluslararası
ilişkilerin önemli kavramları arasına girmiş olan ‘toplumlar arası ilişkileri’ bağlamında
ABD’yi bölge halklarına yakınlaştıracak ve bu anlamda bir bölgesel güven
atmosferine yol açacak ne gibi politikaları var diye sormak gerekiyor. Öyle ki,
ABD yönetimi, Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) gibi, bölge ülkeleriyle
ticaret üzerinden ilişkileri daha da geliştirebileceği işbirliği zeminini
kaybetmiş durumda.
Bu
nedenle, şu anda bölgedeki varlığını sadece güvenlik eksenine bağlaması kamu
diplomasisi açısından da bir kayıp anlamı taşıyor. ABD yönetimi, Asya-Pasifik
bölgesine yönelik demokratikleşme konusunda da iyi bir örnek teşkil etmemesi
kadar, bölge ülkelerindeki olan bitenleri de, artık bu gözle değerlendirmediği
yönünde güçlü bir intiba veriyor. Bu noktada, bölgede varlığını güvenlik
alanına endekslemiş bir ABD’nin yeni politikalara muhtaç olduğu ortada. Buna
karşılık, Çin, en son Mayıs ayı ortalarında Pekin’de düzenlenen yeni İpek Yolu
oluşumunu bir küresel ideolojiye devşirme niyetinde olduğu iddiasında olsa da,
alt yapı destek ve devasa bütçe dışında bunu gerçekleştirebilecek kapsayıcı ve
ikna edici siyasi organlardan uzak bir görünüm sergiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder