29 Haziran 2017 Perşembe

Egemenliğin devrinin 20. Yılında Hong Kong / 20th Anniversary of the handover: Hong Kong

Mehmet Özay                                                                                                                         29.06.2017

1 Temmuz 2017, Hong Kong Adası yönetiminin İngiltere’den Çin Halk Cumhuriyeti’ne geçişinin 20. yılı. Bu tarihi olay, sömürge döneminde İngilizlerin Doğu Asya’daki ticaret merkezi Hong Kong’u 155 yıl sonra terk etmesi anlamı taşıyor. İngilizler Ada’da 1997 yılına kadar varlıklarını sürdürmüş olsa da, 1949 yılından itibaren komünist Çin yönetimi, Ada’yı kendi egemenlik sahası içerisinde görmeye devam etti.

Tek devlet iki sistem
İngiltere ve Çin arasında 1984 yılında Londra’da imzalanan ‘Ortak Deklarasyon’la, Ada’nın Çin'’ devri 1 Temmuz 1997 tarihinde gerçekleşirken, Ada ‘Özel Yönetim Bölgesi’ ilân edildi. Çin tarafının görüşmelerde gündeme getirdiği ‘tek devlet iki sistem’ kavramı da böylece uluslararası siyaset literatüründe yerini aldı. İlk etapta, yukarıda dikkat çekilen ‘sömürge’ kelimesinin içkin olduğu olumsuzluk dikkate alındığında, Hong Kongluların ‘çok şükür’ demeleri beklenebilir. Ancak aradan geçen yirmi yıllık süre zarfında Hong Kong toplumunda tam aksi bir psikolojik ve toplumsal tepkinin gündeme geldiği gibi, giderek artan bir gelecek endişesi ve hatta korku halinden bahsetmek mümkün.

Devir teslimden sonra kimi çevrelerde komünist Çin’in Ada’yı tipik bir Çin şehrine dönüştüreceği yönündeki karamsar beklenti gerçekleşmedi. Pekin yönetimi ‘devrimci’ denilebilecek bir değişime kapı aralayarak Hong Kong üzerine çökmemiş olsa da, bugüne kadarki ‘özerk yönetim’ uygulamalarında Ada halkını memnun edecek istikrarlı bir yapının da hayata geçirilebildiğini söylemek güç. Aksine, merkezi yönetimin Ada siyaseti üzerinde tedrici bir şekilde nüfuzunu ortaya koymakta oluşu, ‘ortak deklarasyon’da vurgu yapılan ‘elli yıllık süre boyunca Ada’nın özerk yönetiminin korunması’ konusundaki hükmün de sorgulanmasını gündeme getiriyor.

Demokrasi umudu ve mücadele ruhu
Zaten Ada toplumunun bir kesiminin 2014 yılında başlattığı ve bugüne kadar süren toplumsal ve siyasal eleştirilerin temelinde de merkezi yönetimin bu konudaki müdahaleleri bulunuyor. Bu noktada, Çin komünist yönetimi Ada toplumsal ve siyasal yaşamını ‘devrimci’ bir girişimle değiştirmek yerine, işi zamana yani elli yıllık sürece yayarak gerçekleştirmek istediği yönünde bir algı ortaya çıkıyor. Adanın siyasi yönetim mekanizmasındaki işlerlik üzerindeki inisiyatifler, Hong Kong’da ‘özerk yönetimi’ tedrici olarak ortadan kaldıracak ve Ada’yı tipik bir Çin şehri haline getirecek düzenlemelerin ‘sabır ve kararlılıkla’ uygulandığı anlamı taşıyor.

Bugüne kadar beşer yıllık dönemler halinde Ada siyasi yönetime tabi olurken, ilk iki dönem valisinin ‘demokrasi’ yönündeki eğilimleri Ada halkının umutlarını diri tutmalarını sağlamıştı. Ancak son üç dönemde merkezi yönetimin siyasi ağırlığını hisssettireek şekilde seçim ve atamalarda oynadığı rol ve bu sürecin Ada toplumsal yaşamına etkileri eleştirileri ve hatta gösterileri de beraberinde getirdi. Bunun kitlesel bir harekete dönüşmesiyse, 2014 yılında başlayan ve aylarca süren ‘Sarı Şemsiyeliler’ adıyla da bilinen eylemler silsilesi Ada toplumunda Pekin yönetimi müdahalelerine karşı sessiz kalınmayacağının işaretiydi.

Pekin ‘standartları’
Öte yandan, geçen eylül ayında yapılan temsilciler meclisi seçimleri ve ardından Mart ayında valilik seçimi merkezin siyasi kontrol mekanizmasında elini giderek ağırlaştırdığına işaret ediyor. Temsilciler meclisinde demokrasi yanlısı iki milletvekilinin ihracıyla kalınmadığı, aynı zamanda diğer bazı vekillerin de peyderpey etkisiz hale getirilmelerine tanık olunuyor. Valilik seçiminde ise kamuoyu yoklamalarında Ada halkının yüzde ellisinin desteğini alan John Tsang yerine, Pekin yönetiminin desteklediği Carrie Lam seçildi. Bu süreç, Çin komünist partisi yönetiminin ‘demokrasi’, ‘özerklik’, ‘seçimler’ gibi siyasi kavramlar ve bunların Ada siyaseti ve toplumsal yaşamında karşılıkları konusunda batı ülkelerindeki standartlardan farklı bir anlam kazandırdığına işaret ediyor.

Bu anlamda, adına ‘özerk yönetim’ denilen siyasi yapının, Ada’da ‘demokratik’ uygulamaların devamını sağlamak yerine, merkezin egemenliğini sağladığı manivelaya dönüşmüş durumda. Burada şunu da hatırlatmakta fayda var. Ada’nın İngiliz yönetiminde bulunduğu dönemde valinin belirlenmesinde halkın doğrudan seçim hakkı bulunmamakla birlikte, yeni dönemde böylesi bir hakka kavuşacağı varsayılıyordu. Gelişmeler bunun aksi bir istikametin ortaya çıktığını gösterirken, Çin yönetiminin siyasi mekanizmaya müdahalesi, halk katmanlarında gelecek endişesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu endişe, Ada’da toplumsal bir harekete dönüşerek, barış ve huzuru olumsuz etkilerken, aynı zamanda Pekin yönetiminin aldığı karşı tedbirlerle sürecin giderek daha çok çatışmacı bir sürece gittiğini gösteriyor.

Siyasi aidiyet olgusu: Hong Kongluluk
Pekin yönetiminin valilik seçimlerinde ada halkına oy hakkı şeklinde vermeyi vaad ettiği ‘demokratik’ katılım bugüne kadar gerçekleşmezken, valilik seçimlerinde Pekin yönetiminin siyasi ağırlığını hissettirdiği bir süreç işlemeye devam ediyor. Ada halkının bir bölümünce merkezin ada siyaseti üzerindeki manipülasyonu olarak değerlendirilen bu süreç, Ada’da toplumsal barışının temellerini sarsmaya aday bir görüntü çiziyor. Ada halkı Hong Kong’un elli yılın sonunda sıradan bir Çin şehri olmayacağını ve bunun toplumsal dayanağını ise kendilerini Çin’li değil, Hong Kong’lu olarak tanımlamalarıyla ortaya koyuyor.

Bu durum, hiç kuşku yok ki, İngiliz sömürge döneminin ürettiği ve sömürge sonrası dönemde bir toplumsal bilinç şeklinde gündeme gelen sosyo-kültürel ve siyasal aidiyete işaret ediyor. Anglo-Sakson kültürünü yedeğine almış Ada halkı, geçmişten tevarüs eden ‘özgürlükler’ ile tanınmayı, en azından Ada yaşamında bunun izlerinin sürmesi talebini yineliyor. Bu noktada, merkezi yönetimin siyasi ve kültürel baskı araçlarıyla var olduğunu kanıtlama çabası, halkta var olan hissiyatın siyasi bir bilinç şeklinde ortaya çıkmasına yol açıyor.

Bugüne kadar uygulanan politikalar Hong Kongluları tedirgin etmeye yeterken, yaşanabilecek değişim ve dönüşümler bağlamında gelecek otuz yılda kendilerini nelerin beklediği konusunda iyimser olamıyorlar. Bunda da hiç kuşku yokki, Pekin yönetiminin 1987 Tiannanmen Meydanı müdahalesi, Uygur ve Tibet özerk bölgelerine yönelik politikaları, Çin’in bir parçası olduğu iddiasını sürekli tekrarladığı ve gerektiğinde askeri bir müdahaleyle egemenlik hakkını korumakta tereddüt etmeyeceğini belirttiği Tayvan politikasının da şu veya bu şekilde bir etkisi var. Bu nedenle olsa gerek, bir süredir etkili olmaya çalışan toplumsal muhalefet hareketini yirmili yaşlardaki gençler üstleniyor. Bunun nedeni ise gayet açık. Orta ve orta yaş üzeri kesimlerin otuz yıl sonra Ada yaşamındaki rolleri ile bugün yirmili yaşlarda olanların otuz yıl sonra içinde yer alacakları konum arasındaki fark oluşturuyor.


27 Haziran 2017 Salı

Açe’nin Bayramı / Id’ul Fitr in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                         28.06.2017

Mutat olduğu üzere Ramazan’nın son günleri ve Bayram boyunca Banda Açe’deydim. Ramazan ayının ‘doğasını’ olabildiğince hissedebileceğim yegâne yerlerden biri olmasıyla benim için önemli bir yer olmaya devam ediyor Açe. Açe’nin salavatlı zikirli gecelerini, mübarek ayın son günlerindeki et pazarlarını, arefe gününün vazgeçilmezi ‘meugang’ı veya arefe gecesinin şehir merkezini kuşatan meşale törenlerini yazmayacağım. Bazı daha naif hususları ele alacağım...

Bu sefer de, neredeyse her sosyal gruptan fertlerle biraraya gelebilme imkânının olduğu geleneksel kahvehanelerden de istifade (!) etmeyi ihmal etmedim. Böylece, bayram tatili dolayısıyla herkes ‘köyünün yolunu tutmadan’, teravih sonrasının uzun ve katmerli sohbetlerini kısmen de olsa yeniden tatma fırsatı buldum. Sadece Açe’nin yerel siyasetinin değil, ulusal ve hatta son günlerin uluslararası boyuttaki gelişmelerini değerlendirme yeterliliğine sahip dostlarla görüş alış verişinde bulunmak, en az Açe’nin doğası kadar dinçleştirici bir etki oluşturuyor üzerimde. Sohbetlerde konuşan taraf olmak kadar, çokça dinleyici olmayı tercih ederek bilgi, düşünce ve algılarımı sigaya çekmeye çalışıyorum. Bir yandan da, muhataplarımın Açe’yle ilgili, ‘bizlerle’ ilgili dertlerini, endişelerini, ümitlerini kavramaya ve anlamlandırmaya gayret ediyorum.

Bir yandan Açe siyasetinin tam odağında isimler kadar ‘sıradan’ insanlarla da, öte yandan kampüs yaşamının genç ve dinamik isimleriyle sohbetlerin bir ucu Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya diğer ucu Açe’ye ve Cakarta’ya kadar uzanıyor. Şubat ayındaki valilik seçimlerinden sonra henüz devir teslimin gerçekleştirilmemiş olması, uzun ve sabırlı bir bekleyiş anlamı taşıyor Açe için. Dostların bir bölümünün konuşmalarında yeni atanacak vali yani Irwandi Yusuf’un gelecek beş yıl gibi kritik bir dönemde önüne çıkacak veya konulacak engellerle nasıl mücadele edeceği konusunda bazı kaygıların gündeme geldiğini seziyorum. Aslında Irwandi Yusuf yeni bir isim değil. 2006 ve 2011 yıllarında yani Açe ile merkezi hükümetin yani Cakarta yönetimi arasında imzalanan tarihi Helsinki Barış Anlaşması sonrasının ilk valisi olmasıyla tecrübeli bir isim...

Bununla birlikte, Irwandi Yusuf’un tecrübesinin yerel yönetimin en başında bulunmasından ibaret olmadığını da o dönemki yazılarımızı okuma fırsatı bulanlar hatırlayacaktır. Karizmatik duruşu, bilgi ve tecrübesiyle Endonezya’yı yönetebilme kabiliyetinde dahi olduğunu her daim dile getirdiğim bir isim Irwandi Yusuf. Öyle ki, Mayıs ayının başında, başkanı bulunduğu Açe Milliyetçi Partisi’nin (PNA) kongresini düzenleyerek Açe siyasetinde yeni bir sayfa daha açtığını öğrendim. Eski ‘komutanların’ öne çıktığı bir önceki dönemin aksine, bu dönem valinin ‘hareketin’ sivil kanadıyla, yani aktivistlerle daha çok iş yapma yanlısı olduğu anlaşılıyor.

Bunda hiç kuşku yok ki, geçen on yıllık dönemde Açe siyasetinin neler kazanıp veya çokça neler kaybettiği gibi çok ciddi bir hesaplaşmanın da rolü bulunuyor. Aktivistlerin öyle elini kolunu sallayan bir ‘taraftar’ kitlesi olmadığını söylemek gerekir. Ancak yapılması gereken pek çok işin, hangi sıra ve usülle ve ne türden metodolojilerle plânlanıp uygulamaya geçirileceği meselesi de yabana atılır bir husus değil. Yukarıda dile getirdiğim üzere, bazı dostların bu önümüzdeki kısa dönemle ilgili kaygılanmalarının temel sebeplerinden biri bu açıkçası. Bu nedenle önümüzdeki beş yıllık dönem salt kendi başına bir süreç anlamı taşımıyor. Aksine, bunun ötesinde, geçen en azından on iki yıllık dönemde kaybedilenlerin de hesaba katılarak hareket edilmesini gerektiren özel bir döneme tekabül ediyor. Burada söylenecek söz var ancak, bayram yazısını fazla uzatmayayım. Biraz da bize bakan yönüyle öne çıkan bir hususa değineyim.

İşte böylesi sohbetlerden birinde, Nur Djuli benden önce davranarak, “Türkiye’de neler olup bittiğinden, Irak ve Suriye’ye oradan Katar Kriz”ine kadar sorularla farklı bir perspektifin açılmasını sağlıyor. Açe siyasi hareketinin entellektüel ismi Nur Djuli’nin ilgisi hiç de şaşırtıcı değil. Aksine, bir iç sorgulama halini de içinde barındıracak şekilde, bölgesel ilişkilerin karşılaştırmalı bir çabasına girişiyoruz. Öyle de olması gerekir, yoksa o zaman sormazlar mı adama, nerede kaldı o sizin “çok yakın kardeş toplumlar” söylemi!

Nur Djuli çarpıcı gerçeği patlatıyor tam da sohbetin orta yerinde: “Bu Suud’un yaptığı” diyor “buralarda olmadık tepkilere neden oldu.” Rahmet-i ilâhi kendisini gösterecek ya. Çok şükür... Açelilerin tıpkı Endonezya’nın diğer bölgelerindeki gibi Filistin konusuna hassasiyetinin yanı sıra, evvelinden bölgenin genç insanlarının ‘ilim uğruna’ yola düştükleri Mısır gibi bir beldenin kıymetli alimlerine dünyayı dar etme teşebbüsünde bulunan ‘feodal saraylıların’ girişimlerinin hiç de anlaşılır yanı olmadığını dile getiriyor Nur Djuli. Anlaşılan ortada derin bir tepki var halk katında. Bunu Bayram Namazını eda ettiğim kampüs camiinde vaizin nihai duasında diğer beldelere ilâveten “Katar’ı da koru Yarab!” demesinden de çıkarsamak mümkün. Ancak ne hazindir ki, bunu ülkenin siyasilerinin ağızlarını bu konuda bıçak açmaması da kaçınılmaz ‘protokol icabı’ olmalı.

Tabii yukarıda bahsettiğim tüm bu hususlar çerçevesinde “Açe’de bayram nerede?” diye sorulabilir. Ben de zaten ona dikkat çekmek istedim bu yazıda. Açe’ye hakiki bayramın gelmesi için sadece Açelilerin değil, “kendini Açe’ye kardeş bilen bizlerin de” halletmesi gereken epeyce ev ödevi var. İşin evvelinde de ‘bilgisel donanım’ geldiğine kuşku yok. “Biz eskiden şöyle şöyle işler yapmıştık” türünden popülerliğe papuç bırakmadan, Açe’yi “fakirliğe, fukaralığa mahkum etmeden”, sabırla ve inatla Açe’yi öğrenmeye, dolayısıyla kendimizi öğrenmeye gayrette fayda var. Bu sürecin en önemli halkalarından birini de, hiç kuşku yok ki, Açe’nin geleneksel kahvehanelerindeki derin sohbetler oluşturuyor.

Açelilerin ve herkesin bayramı mübarek olsun.


24 Haziran 2017 Cumartesi

Keşmir Sorunu’nda Çözüm Mümkün mü? / Can a resolution be possible for Kashmir?

Mehmet Özay                                                                                                                         24.06.2017
1980’lerin sonlarından itibaren uluslararası gündeme taşınan ‘Keşmir sorunu’, Hindistan-Pakistan sınırında Keşmir ile Jammu-Keşmir adıyla iki bölgenin siyasi belirsizliğe mahkum edilmesinden kaynaklanıyor. Konunun İngiliz sömürge dönemine kadar uzanan boyutu kadar, 1947 yılında Pakistan ve Hindistan adıyla kurulan iki bağımsız devletin Keşmir bölgesi üzerindeki siyasi ve askeri inisiyatifleri de birlikte ele alınmayı hak ediyor.
Konu, sömürge döneminde bir ‘prenslik’ yönetimine tabi olan Keşmir halkına bağımsızlık ya da otonom statüsü verilip verilmemesiyle sınırlı değil. Aksine Pakistan ve Hindistan tarafından Keşmir bağlamında oluşturulan jeo-stratejik ve politik çıkar hesaplarının da gözlerden uzak tutulur bir yanı bulunmuyor. Bu durum, her halükârda Keşmir halkının yanında olduğu iddiasındaki çevrelerin, Keşmir üzerinden daha geniş bir jeo-politik kurgularla hareket ettiklerinin tespitinin yapılmasını gerekli kılıyor.
Bölünmüş Keşmir
1947 yılında dönemin ‘prenslik’ statüsündeki Keşmir yönetiminin siyasi entegrasyon konusunda Hindistan ve Pakistan arasında seçim yapmada geçikmesinin bu iki ülke arasında neden olduğu çatışma, bugüne kadar Keşmir’in iki farklı bölge statüsüyle varlığını sürdürmesine neden oldu. Bu çerçevede, kuzeydeki Keşmir bölgesi Pakistan’ın, güneydeki Jammu-Keşmir ise Hindistan’ın siyasi kontrolünde bulunuyor. Pek de gündeme getirilmeyen bir diğer husus ise, Keşmir’i oluşturan coğrafyanın yüzde 20’lik alanının Çin egemenliğinde oluşudur. Hem de bunun Pakistan ve Çin arasında yapılan bir siyasi işbirliği neticesinde ortaya çıkmış olmasını hatırlatmak gerekiyor.
Hindistan işgali
Bu şartlarda, halkının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu ve 1980’lerin sonlarından itibaren çatışma bölgesi olarak uluslararası gündeme gelen Jammu-Keşmir’in Hindistan yönetimi altında bulunmasının doğurduğu tezat tartışılmaz. Jammu-Keşmir Müslüman toplumunun sosyo-kültürel ve dini gerçekliğinin Hindistan siyasi yönetimince yadsınmasının neden olduğu mağduriyetler bu tezatın can alıcı yönünü oluşturuyor.
Bu bağlamda, Hindistan tarafından siyasi ve askeri ‘işgale’ maruz kalan Jammu-Keşmir’de son dönemde artma eğilimi gösteren çatışmalar ve Hindistan’ın yoğun askeri varlığına dayalı kontrolünün sürdürülebilir olmadığı son derece açık. Yüzyıllar boyunca Asya medeniyetlerinin önemli merkezlerinden biri kabul edilen Hindistan’ın 21. yüzyılda çok farklı etnik oluşumlara ev sahipliği yapan Keşmir bölgesine huzur getirecek siyasi adımları atması beklentisi yüksek. Sorun Hindistan içerisinde bu çözüm algısının ortaya konmasını sağlayacak etkin ve sağlıklı kanalların birbiriyle iletişim kurmasında yatıyor.
Yerel siyaset ve çözümsüzlük
Bölgeye ‘barışı’ getirme, en azından çatışma ortamını asgari düzeye indirme çabası kadar, halkın sosyo-ekonomik geri kalmışlığına çözüm bulması beklenen Jammu-Keşmir’deki siyasi partilerin ve bölge yönetiminin bu konuda olumlu adımlar at/a/madığı da ortada. 2014 seçimlerinde Jammu-Keşmir’i temsil ettiği ifade edilen Ulusal Konferans partisi yerine geçen seçimlerde Hindistan’da 2014’de başbakan çıkaran ve parlamentoda önemli bir güç tesis eden Hindu milliyetçisi duruşuyla tanınan Baharatija Janata Partisi’yle koalisyon kuran Halkın Demokrasi Partisi’nin icraatlarının bugüne kadar sorunun halli konusunda bir mesafe kat ettiğini söylemek güç.
Ulusal Konferans partisine alternatif olarak ortaya çıkan Halkın Demokrasi partisinin geniş kitlelere yönelik umut vaad eden iyi bir yönetim sergileyememesi, yukarıda dile getirilen son dönemdeki geniş katılımlı eylemlerin önemli bir sebebini oluşturuyor. Jammu-Keşmir bölgesindeki Müslüman halkı temsil ettiği iddiasındaki bölge partilerinin geniş kesimlere umut aşılayamaması, merkezi yönetime karşı Keşmir sorununun çözümünde atıl kaldıkları gibi, kendi yakın çevrelerini kayıran ve siyasi ve ekonomik yolsuzlukları gündeme getiren bir sürece yol açıyor. Bu ise hiç kuşku yok ki, kısır bir döngü olarak kitlelerin karşısına çıkıyor.
Pakistan çözüm olabilir mi?
Öte yandan, kuzeydeki Keşmir’in de Pakistan’ın egemenliğinde olmasının da eleştirilmeye matuf bir yanı olduğu gözlerden uzak tutulamaz. Pakistan’ın gerek ulusal bağlamı içerisinde gerekse Afganistan özelinde yaşadığı bölgesel ve/ya uluslararası ‘terörle’ bağlantılı yapılarla kuşatılmışlığı ve geniş anlamıyla güvenlik sorununa muhatap oluşu, bu ülke yönetiminin Keşmir konusunda nasıl bir tatminkâr ve nihai karar sürecine katkıda bulunabileceğinin sorgulanmasına neden oluyor.
Pakistan ve Hindistan’ın Keşmir’i ortadan ikiye ayıran ve de facto sınırı oluşturan ‘kontrol hattı’nın iki ülke veya uluslararası anlaşmalarla nihai bir karara oturtulması olasılığı da Keşmir sorununun çözülmüş olması anlamına gelmeyecek. Aksine, her iki tarafta kalan aileler, alt etnik grupların bölünmüşlüğünü yasal olarak tanınmasıyla daha köklü sorunlara yol açabilecek. Bu durum, Pakistan ‘yönetimindeki’ Keşmir halkının sorunlarını çözmeyeceği de ortada.
Çok aktörlü sorun
Keşmir üzerinde karar verme iddiasındaki bu iki ülkenin dışında ve hatta Çin’in kontrol ettiği bölgede hesaba katılarak geniş Keşmir bölgesindeki halkın ne türden talepleri olduğu araştırılmayı gerektiriyor. Bölgenin geniş Müslüman nüfus yapısına rağmen, çok farklı etnik yapılaşmaların varlığı, geçmişten tevarüs eden ‘bölgesel güçlere eklemlenme’ bağlamındaki siyasi ayrışmalar, Keşmir halkının bir bütünlük olgusu içinde hareket edip edemeyeceği sorusunu akla getiriyor. Bu bağlamda, bölgedeki mücadele zamanla ortaya çıkan değişimlerle birlikte yapısal bir farklılık olarak nüksediyor. Bu durum, Jammu-Keşmir bölgesinde yerel siyasi partiler kadar silahlı mücadele gruplarının ayrışmasında da kendini ortaya koyuyor.
Geniş halk kitleleri bölgeye huzur ve istikrar getirecek taleplerine, siyasi partilerden karşılık bulamamaları, onları ‘şiddet’ sarmalarında şu veya bu şekilde yer almaya itiyor. Örneğin, 1990’lara kadar görece küçük bir grubun inisiyatifinde gelişen gösteriler bugün artık kitlesel boyutlara ulaşmış durumda. Yerel düzeyde faaliyet gösteren silahlı gruplar, toplumun farklı kesimlerinden grupları gösterilerde yanlarında bulabiliyor. Geniş katılımlı gösterilerde ortaya çıktığı üzere, resmi çevrelerin ‘terörist’ olarak adlandırdığı kişilere yönelik halkın kuşatıcı duruşu bölgede alınan ‘güvenlik’ tedbirlerinin işe yaramadığını bir kez daha kanıtlıyor. Bu anlamda, Jammu Keşmir’deki bu durumu, bir süre önce Hindistan ordu komutanının “Bu bir kirli savaş” diye diye adlandırmasından daha iyi bir tarif olamaz.
Bu duruma, 1947’den bu yana devam eden Hindistan işgaline yeni nesillerin verdiği tepkideki farklılaşma olarak bakılabilir. Ayrıca, bugünün iletişim teknolojilerinin de mücadelenin kitlesel boyutlara ulaşmasında, anlık ve kendiliğinden ortya çıkmasında da kayda değer bir rolü var. Toplum kesimlerindeki bu tepki değişimine rağmen, Jammu Keşmir’deki yerel ve Delhi’deki merkezi otoritelerinin yapıcı bir tepki vermemesi de giderek artan tepkiselliğin öteki nedenini oluşturuyor.
Çözümün aciliyeti
Jammu-Keşmir halkının kahir ekseriyetinin bağımsızlık istediği düşünülebilir. Bununla birlikte, özellikle de Jammu-Keşmir bölgesindeki yerel siyasette rol alan aktörlerin ve grupların farklı strateji ve metodları, ‘işgalci’ olarak adlandırılan Hindistan merkezi yönetimi ve silahlı güçleri karşısında güç konsantrasyonunun dağılımından başka bir sonucu yol açmıyor. Bu çerçevede, Jammu-Keşmir’de siyasi alanda mücadele eden gruplar ile varlıklarını bir ‘İslam devleti’ kurmaya adamış grupların kendi aralarında ittifak kurarak birbirine kenetlenen bir strateji silsilesi takip etmedikleri sürece iç bölünme, ancak merkez gücün varlığını korumasına ve hatta baskıyı artırmasından başka bir sürece işaret etmiyor.
Bu ayrışmanın körüklenmesinde bölgede verilen haklı mücadelenin uluslararası terörizmle ilişkilendirilebilecek araçlara yönelmesi oluyor. Örneğin DEAŞ sendromunun Güneydoğu Asya topraklarında kendini ortaya koymasına benzer bir durumun Keşmir mücadelesine fayda getirmeyeceğini tahmin etmek güç değil. Böylesi bir eğilim, sadece Keşmir’de alimlerin ve geniş halk kesimlerinin değil, Keşmir mücadelesini takip eden bölgesel ve küresel Müslüman kitlelerde de konunun algılanmasında negatif bir eğilimin ortaya çıkması anlamı taşıyacaktır.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Kuala Lumpur’da Ramazan’a özgü bir mekân: Kampung Baru / Kampung Baru: A Place Unique to Ramazan in Kuala Lumpur

Mehmet Özay                                                                                                                      18.06.2017
Ramazan ayında Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da Kampung Baru ilçesinin sembolik değeriyle öne çıkan ilçesi dersek yanılmış olmayız. Kampung Baru, yani ‘Yeni Köy’ şehrin iş, finans merkezleri ve otellerini barındıran gökdelenlerin yükseldiği ve bu ekonomi etkinliği nedeniyle ‘altın üçgen’ adıyla da anılan bölgenin yanı başında, dünden bugüne bir ‘Malay’ ilçesi olarak şehir tarihinde yer alır.

Tek ve iki katlı ahşap evleri, aile işletmeleri şeklinde organize olan kafeleri ve lokantaları, merkezindeki camii ve ilçenin değişik yerlerindeki mescidleriyle ve hatta klasik bir medresenin varlığıyla da Malay kırsalının başkentteki görünür yüzüdür Kampung Baru. Şehirdeki benzeri geleneksel yerleşim yerleri birer birer kalkınmacı zihniyetin politikalarına kurban giderken, bu ilçe bugüne kadar şehrin merkezinde kalan istisnai bir mekân özelliği gösterir. Son yıllardaki girişimler neticesinde bu bölgenin de, ‘altın üçgen’e eklenmesi ve aynı kalkınmacı serüvenin akibetine uğramasına ise ramak kaldı. İlçenin merkezi caddesi üzerinde yükselen üç katlı bina, yeni yapılacak gökdelenlerdeki iş yeri ve dairelerin tanıtımı için çokdan dikildi bile.

Bununla birlikte, Kampung Baru, bugüne kadar şehirde ‘Malay’ etnik yapısınn sosyo-kültürel ve dini atmosferini yansıtırken, bu özelliği Ramazan ayında daha çok ön plâna çıkıyor. Merkez camiinin hemen yanı başında yükselen gökdelenlerin gölgesindeki minaresi ise, şehre ezanı ve Ramazanı hatırlatmayı sürdürüyor. Caminin geçmişinin o kadar da eski olduğu söylenemese de, bölge ve hatta başkent için bir Malay merkezi olmak gibi bir önemi ve hatta üne sahip.

Bunda hiç kuşku yok ki, Kuala Lumpur’un bir ‘Malay’ şehri olmasından öte, Çin etnik yapısının ve İngiliz sömürge yönetiminin inisiyatiflerinin ve öncülüğünün kayda değer bir yer olduğunu hatırlamak gerekir. Öyle ki, Çin kökenliler şehrin çeperindeki maden ocaklarını işletir, zamanla şehri ortadan kesen nehir etrafında ticari yaşamı geliştirirken ve sömürge dönemi hakimi İngilizler de şehrin idaresini modern kurumlarıyla yapılaştırıyordu.

Şehrin bu merkezi yerindeki mekâna ‘Kampung Baru’ yani Yeni Köy adının verilmesi de, ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başlarında buraya göç eden Malay Müslümanların kırsaldaki köylerine referansla ‘yeni köy’ anlanı taşıyordu. Bu çerçevede, ilçeyi önemli kılan bu insan stoğunun yapılaştırıcı ögesi, sadece Malezya’daki Müslüman Malay kitle ile de sınırlı değil. İlçe, geniş Malay dünyasının önemli bir bölümünü teşkil eden Endonezya’nın özellikle Sumatra Adası’ndan gelip buraya yerleşen ailelerin de varlığı dikkat çeker. Bu ‘toplumsal genişlik’, zamanla büyüyen Kampung Baru’da Minangkabau, Java, Rava, Mandailing gibi Endonezya’ya referans yapılan alt yerleşim yerleri mevcuttur. İlçenin Endonezya ile bağını ortaya koyan bu adlar, bu ülkeden şehre ziyarete gelen çok farklı etnik grubun burada buluşmasının da imkânını oluşturur. Bu çeşitliliğiyle dikkate alındığında, Kampung Baru’nun bölgesel bir hususiyetle gündeme geldiğini söylemek mümkün.

Cami etrafında şekillenen Ramazan etkinliklerinin hiç kuşku yok ki buradaki en önemli unsurlarından biri Bubur Lambuk’dur. Ramazan ayının vazgeçilmez çorbası Bubur Lambuk, yani baharatlı pirinç lapası Kampung Baru’da pişirilir ve Kampung Baru merkez camiinde (Mesjid Jamek) ikindi sonrası cami cemaati başta olmak üzere arzu edenlere hasane-i cariye babında dağıtılır. Sadece ihtiyaç sahiplerini sevindirmekle sınırlı olmayan bu geleneksel çorba, cami cemaatinin yanı sıra, gelip kuyruğa giren ve bir geleneği kendince yaşatan Kampung Baru sevdalısı insanlara da dağıtılır. Tabii onlar da bu hayır hasenat işinde yer alanlara dualarını da eksik etmez... İlçenin değişik bölgelerinde köşe başlarında cüzi bir miktara satılsa da, camide sıraya girerek Bubur Lambuk’u almak bu bireyleri geçmişe ve geleneğe bağlar içten içe.

Bubur Lambuk’un bir gelenek haline gelişinde, geçmişte köy camilerinde akşam ezanının okunmasının ardından, birlikte iftar açan cemaatin gün içinde birlikte pişirip namaz ardından gene birlikte paylaşmalarına dayanır. Bu geleneğin başkente taşınan yanında Kampung Baru, işte bu geçmişin güzel bir eyleminin yaşatılması anlamını içkindir. Dev kazanlarda pişirilen bubur lambuk, pirinç lapası gibi basit bir anlama gelse de içinde soğan, sarımsak, zencefil, limon otu, tarçın, anason, karanfil, kakule, kişniş, rezene, kimyon tozu, kara biber, beyaz biber, arpaçık soğanı, kereviz, kokonat sütü gibi tropiklerin envai türden baharatlarını ve isteğe göre, kıyma veya koyun eti eklenmesiyle lezzetli bir çorba olmasıyla tanınır.

Kuala Lumpur’da Ramazan ayı Kampung Baru gibi, dönüştürücü kimliğini üzerinde taşıyan şehre direnen bir mekânda nefes alıyor. Bir yanda Yarımada Malaylarının, öte yanda Endonezya alt etnik gruplarının teşkil ettiği ilçe sakinleri dini inançlarının manevi boyutunu, geçmişten tevarüs eden maddi unsurlardan bugüne kalanlarla cem ederek bu mekânla sıkı sıkıya örülü bir şekilde günümüze aktarıyor.


13 Haziran 2017 Salı

Güneydoğu Asya’da terör endişesi / Southeast Asia anxious on terror

Mehmet Özay                                                                                                                         13.06.2017

Marawi şehrine yönelik istila hadisesi, birkaç açıdan sadece Filipinler’de değil, bölgede de kafaların iyice karışmasına neden oluyor. Aslında DEAŞ’ın gündeme geldiği ilk günden bu yana bölge halklarının kafalarının karışık olduğuna şüphe yok. Bu terör hareketine sempatiyle yaklaşan çevrelerin, bu oluşumun hangi coğrafi ve siyasi şartlarda ve kimler marifetiyle üretildiği konusunda kafa patlatmalarını beklemenin beyhude olduğu da ortada.

Öte yandan, Filipinler ordusu Marawi istilasını aradan geçen üç haftaya rağmen sona erdiremezken, hafta sonunda ABD ordusunun devrede olduğu açıklaması gündemde yer buldu. Bu durumda, geçen yılkı tartışmalar hatırlanacak olursa, ABD’nin yeniden bölgeye dönüşünden ziyade bölgeden hiç çıkmadığı anlamı taşıyor.

Güvenlik kaygısı
Kutsal bir eylem adına hareket ettiklerine ileri süren ve bölge toplumları içerisinde sempati toplayabilen bir söylemi gündeme getiren oluşuma karşı, bölge ülkelerinin savunma konumu almaktan öte bir yönelim sergilediklerini söylemek ise güç. Marawi şehrini istila girişimi, işte bu pasif bekleyişin sonucu. Tüm bu süreçler sonrasında bölgede DEAŞ yapılanmasına eklemlendiğini ileri süren Maute ve Ebu Seyyaf adlı grupların Marawi’deki girişimleri, böylesi bir tehdidin bugün ulaşabildiği noktayı göstermesi kadar, bölge ülkelerinde terör kaygısının da arttığına işaret ediyor.

Öte yandan, bu gelişmeyi Güneydoğu Asya Müslümanlarının tümüne tahvil edecek bir anlayışı zaman zaman gündeme taşıma gayreti içinde olan çevrelerin varlığına tanık olunuyor. Tıpkı ikinbinli yılların başlarında yaşananlarda olduğu gibi. ‘Haziran başında bitiriyoruz’ denilmesine rağmen, Marawi şehrinin terörden halen temizlenememesi, Filipinler devletinin ulusal güvenlik konusundaki zaafı kadar, halk katmanlarında da yönetime beslenen güvenin kaybı anlamı taşıyor. Sorun bu kadarla da bitmiyor. Sayıları dört yüz civarında olduğu belirtilen söz konusu silahlı girişime Marawi şehrindeki bazı politikacılar ile bazı sivillerin de destek verdiği iddiaları beklenen tehlikenin boyutuna işaret ediyor.

ABD’nin dönüşü
Filipinler güvenlik güçleri Marawi şehrinde terör sıkışmasına maruz kalırken, sorunun üstesinden gelebilmek amacıyla ABD ordusundan destek talebinde bulunulduğu görüşü bir anda gündeme oturdu. Bununla birlikte, ortada bir karışıklık olduğu da aşikâr. Bu konuda ‘evet böyle bir destek var’ anlamında önce Filipinler ordusu ve Pentagon sözcüleri açıklama yaptı. Ardından ABD Manila büyükelçiliği, “Filipinler hükümetinin talebi üzerine bu desteği veriyoruz” dedi.

Ancak, başkan Duterte, ABD’nin herhangi bir desteğinin olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını ve de kendisinin böyle bir destek talebinde bulunmadığını ifade ederken, ABD’nin bu yöndeki desteğine de teşekkür etmekten geri kalmadı. Ülkenin bu denli hassas bir konusunda, başkan Duterte’den habersiz bir karar alınabileceğini düşünmek saflık olur. Aksi halde, ortada başkan ve ordu arasında terörle mücadelede izlenen güvenlik politikasında bir çelişki ortaya çıkması devlet adına bir zaafiyet işaretidir.

Bununla birlikte, ABD ordusunun desteği şu anda ‘teknik’ boyutta sürse de, sahadaki mevcudiyeti iki ülke askeri işbirliğinin süpriz gelişmeler karşısında her an yeniden şekillenebileceğini ortaya koyuyor. Bugün Marawi semalarında uçan ABD gözlem uçaklarının varlığının iki ülke arasında 1951 yılında imzalanan ortak savunma anlaşmasına dayanması da, ABD’nin öyle kolay kolay bölgeden çıka/rtıla/bileceğini göstermiyor.

Başkan Duterte, geçen yıl ortalarından itibaren ABD’nin ülkesindeki askeri varlığını yadsıyan ve askeri anlaşmaları askıya aldığı yönündeki açıklamalarıyla gündeme gelmişti. Bugün ise, Marawi istilası karşısında yardım için ABD’ye başvurulduğu açık. Bu durum, Duterte yönetiminin sadece ulusal güvenlik noktasında değil, uluslararası ilişkiler noktasında da bir zaafiyeti olarak değerlendirilebilecek bir gelişme.

Marawi: Müslüman şehri ve ‘barış’
Marawi, ülkenin güneyinde yüzyıllardır Müslüman Moro halkının vatanı kabul edilen Mindanao Adası’nın önemli şehirlerinden biri. Şehrin iki yüz bin kişiye varan nüfusunun büyük bir bölümü de Müslümanlardan oluşuyor. Terör girişiminin böylesi bir mekânda gerçekleşmesi bir başka handikaba işaret ediyor. Ramazan ayında evlerinden olan, yaşanan travmayı uzun süre atlatamayacak olan halk, bir de terör unsurlarınca kalkan olarak kullanılıyor. Marawi’deki bu durumun bir başka şehirde gündeme gelmeyeceğinin ise garantisi yok.

Bölgede ciddi bir güvenlik açığının bu denli büyük ölçekte ortaya çıkmasında Bangsamoro Temel Yasası’nın (BTY) Manila merkezi yönetimince yani senato tarafından onaylanmamış olmasının büyük bir etkisi var. Söz konusu Yasa’nın kaleme alınmasından bu yana üç yıl geçmesine rağmen, Filipinler merkezi yönetimindeki milliyetçi çevrelerin onay vermemesinin, bugün yaşanan şiddet olaylarındaki rolü yadsınamaz. Barış anlaşmasının kadük hale getirilmesi, bu gibi ortamları adeta münbit bir ortam kabul eden Maute ve Ebu Seyyaf gibi grupların mobilizasyonuna ve ses getirici eylemlerine zemin hazırlıyor. Moro Müslümanlarını temsil makamındaki ve son barış anlaşmasına imza atan Moro Müslüman Kurtuluş Cephesi’nin (MILF) bu çatışma ortamında barışçıl bir rol üstlenmesi bölgedeki rolünü bir kez daha kanıtlıyor. Öyle ki, çatışmaların ortasında kalan halktan bir grubun güvenlik koridori oluşturularak kurtarılmasında MILF’in rolü önem arz ediyor.

Bölgede güvenlik alarmı
Bölge ülkelerinde, özellikle de kahir ekseriyeti Müslümanların teşkil ettiği Malezya, Endonezya ve önemli bir Müslüman azınlığı barındıran Singapur’da yönetim ve güvenlik güçleri, olası bir benzer durumla karşısında neler yapılabileceğine çevrilmiş durumda. Singapur başbakanı Lee Hsien Loong’un geçen gün verdiği bir mülâkatta, “Ada ülkesinde bir saldırının olup olmayacağını değil, ne zaman olacağını tartıştıkları” cümlesi dikkat çekiciydi.

Malezya hükümeti ise, 2103 yılında Sabah eyaleti’ne yönelik silahlı istila girişimi sonrasında bölgede oluşturduğu özel güvenlik birimine rağmen, bugüne kadar Güney Filipinler ve Sabah arasındaki sularda korsanlık/adam kaçırma faaliyetlerini engelleyebilmiş değil. Bu yönde alınabilecek en önemli tedbir olarak Malezya-Endonezya ve Filipinler savunma bakanlıkları, Nisan ayı sonlarında bölge sularında ortak sahil güvenlik kontrolleri gerçekleştirilmesi konusunda bir anlaşmaya imza attılar. Singapur savunma bakanlığıysa bir süredir, bu üçlü güvenlik oluşumu içerisinde yer almak istediğini yüksek sesle dile getiriyor.

Bölgenin bir diğer ülkesi Tayland ise, güneydeki Patani bölgesinde düşük yoğunluklu olduğu iddia edilse de, önemli bir çatışma ve huzursuzluk kaynağına sahip. Patani’de mücadeleyi yürüten gruplar arasında birlikten söz edilememesi, her an küçük de olsa bir grubun dış unsurların etkisiyle ‘uluslararası terör’ ağına çekilebilme ihtimalini içinde barındırıyor. Patani ile Bangkok yönetimi arasında akamete uğrayan barış görüşmeleri sonrasında giderek artış eğilimi gösteren şiddet olaylarının gene bazı gruplar üzerinde doğuracağı intikamcı baskılar, on yıllardır mağduriyete maruz kalan Patanililer arasında en azından bir kısmının benzer bir eylem içine sürüklenmesine yol açabilir.

Bu ülkeleri güvenlik konusunda birlikte hareket etmeye sevk eden bazı nedenler var. İlki bu ülkelerdeki ‘sempatizanların’ bir bölümünün zamanla sıcak çatışmalarda yer almaları. Bunun son örneğini de, Marawi şehrindeki çatışmalarda farklı milletlere mensup onlarca teröristin yer alması oluşturuyor. Öte yandan, bölgedeki su yolları üzerinde hareket kabiliyeti sergileyen terör unsurlarının mobilitesine müdahalede tek tek ülkelerin yaşadığı sınır ve sahil güvenlik zaafiyeti. Sonuç olarak bölgede terörle top yekün mücadele kadar, yukarıda zikredilen istikrarsız bölgelere topyekün barış getirilmesinin de bu süreçteki hayati önemi unutulmamalı.  


12 Haziran 2017 Pazartesi

Bir Lider: ‘Hasan di Tiro’ / A Leader: ‘Hasan di Tiro’

Mehmet Özay                                                                                                                         13.07.2017

Hasan di Tiro’nun 3 Haziran 2010’da vefatını Açe’nin uzun 20. yüzyılının sonu olarak değerlendirmiştim. Bunu söylemem, Açe’yi Endonezya Cumhuriyeti’nin 33 eyaletinden biri olduğunu yadsıdığım anlamına gelmiyor. Açe gibi diğer otuz üç eyaletin belki de büyük bir kısmında benzeri siyasi, toplumsal, dini liderlerin var olduğunu biliyoruz. Bu toplum, siyaset ve dini liderlerinin her biri hakkında da yazmak mümkün. Kaldı ki, Açe’nin bütün bir Takımadalar’da neye karşılık geldiğini Cava milliyetçileri daha iyi biliyor. Ancak Açe’yi tarih boyunca bölgedeki diğer ‘Malay’ topluluklarından farklı kılan unsurlar neyse, Hasan di Tiro’yu da yaşadığı 85 yılık ömründe farklı kılan onlardı. Ve Hasan di Tiro ve Açe tarihinin son 80 yıllık bölümüne önemli katkılarda bulunmasıyla da böyle bir farklılık oluşturmada kayda değer bir rol oynadı.

Modern dönem İslam toplumlarında ‘dünyayı tanımak’, ‘demokrasiden’ söz etmek, ‘bilimsel çalışmalar’ ve ‘entellektüel’ çabalar ileri sürmek, ‘bölge ve dünya ticaretinde’ söz sahibi olmak gibi fenomenler popülerliğin ötesinde söz konusu İslam toplumlarının uzunca bir süredir durağanlaşan, tekrara düşen, açılıma muhtaç konumdaki durumlarından çıkışın argümanları oldu ve olmaya devam ediyor.  

Bu noktada, Hasan di Tiro’nun gerek bir tikel Müslüman birey olarak gerekse bir siyasi ve toplumsal hareketin mensubu ve nihayetinde lideri olarak bu alanlara isabet eden hem birebir yaşanmışlıkları hem ideolojik söylem noktasında değerlendirmeleri bulunuyor. Bunu Hasan di Tiro’nun yaşamını dönemlere ayırarak incelemek mümkün.

Sömürge dönemi koşullarında, yerel liderlerden Tengku Davud Beureuh’in öncü eğitimci ve mücadeleciliğinin yanı başında bulunan Tiro sömürgenin neye tekabül ettiğini ve bununla nasıl bir mücadele sürdürülebileceğini içinden çıktığı ‘Tiro ailesi’ kadar, kuşkusuz ki Beureuh gibi bireylerden de devşirmiştir. Yüksek öğrenimini sömürge yönetiminin merkezi kılınan Cava Adası’nda gerçekleştirmesi onun ‘sömürge’ olgusunu bizzat tanıması ve tecrübesi anlamına geliyordu.

Aynı zamanda, bu süreç Açe toplumunun dışında, kozmopolit sömürge merkezinde daha geniş bir çerçevede bulunan ‘Malay’ topluluklarına mensup bireylerle etkileşimi, onların düşünce duygu dünyalarını algılamasına olanak tanıyordu. Böylece, sömürge karşısında farklı ‘Malay’ unsurlarıyla ‘ortak’ hedefler için nasıl mücadelede birlikte hareket edilebileceğinin tecrübeleri yaşanıyordu.

Öyle ki, genç yaşına rağmen, Endonezya’nın Hollanda sömürgeciliğine son verip bağımsızlığını ilân etmesine ramak kala kurulan konseyde yer alması, onun -aralarında Sukarno gibi bir siyasetçinin de bulunduğu- geniş Takımadalar coğrafyasındaki temsil gücü yüksek liderlerle aynı masa etrafında yer alabilirliğine işaret eder.

Hasan di Tiro’nun ‘dinleyen’, ‘eyleyen’ yönü kadar, ‘düşünen’ ve ‘yazan’ yönünün de bu dönemlerde ortaya çıktığı görülür. Örneğin, ‘Demokrasi’ kavramı ve söylemi üzerine gerçekleştirdiği çalışması, onun yaşadığı dönemin siyasi liderleriyle aynı kalibrede olduğunu ve geniş okur yazar çevresi bağlamında da döneminin çok daha ilerisinde bulunduğunu bir başka açıdan ortaya koyar.

Hasan di Tiro’nun bağımsızlıktan kısa bir süre sonra, yeni Endonezya Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler’deki yetkililerinden biri olmasıyla ulusalı da aşan ve uluslararası bir arenaya taşınan bir boyuta yükseldiği görülür. O dönem için Malay coğrafyasındaki liderlerin büyükçe bir bölümü için her açıdan ‘uzak’ bir nokta olan New York’daki yaşamı entellektüel birikimi ve dünya görüşünü geniş bir çerçeveye oturtmasına olanak tanıyordu.

Değişen siyasi ortamın dışında yaşamını ‘iş adamlığı’ çerçevesine de oturtmayı becerebilmiş bir liderdir Hasan di Tiro. Aynı zamanda, o dönem batının ‘saygın’ addedilen siyasileriyle de biraya gelip konuşabilecek bir kalibreyi görmek mümkündür. Bununla birlikte, bu dönem, onun duruşunun içine kapanma, izolasyon veya ‘vatan topraklarına’ yabancılaşma olmadığı da görülür. Öyle ki, Hasan di Tiro ‘atalarım’ diyordu ve ‘bana bıraktıkları miras’...

Bu mirası yüklenebilecek bir ‘yürek’ taşıyordu Hasan di Tiro. Bu mirası, aynı zamanda bir sorumluluk olarak Açe toplumuyla paylaşmak ve büyütmek arzusundaydı. Bu paylaşma ve büyüme bencilce bir ‘sub-ethnic’ duruşa tekabül etmiyordu kesinlikle. Aksine, ana vatan topraklarının içinde bulunduğu coğrafya kadar, benzer toplumlarda da özgürlüğün, insan ve Müslüman olma şuurunun gerçek haliyle yansıtılması çabasına matuf bir girişimdi.

Hasan di Tiro tüm imkânları ve donanımıyla bu süreci taşıyabildi. Ve ardından çok önemli bir miras bıraktı. Bu mirası şimdi sadece Açe halkının değil, Endonezya toplumu ve benzeri ‘müslüman’ toplumların anlaması için çaba sarf etmesi gerekiyor.


11 Haziran 2017 Pazar

Türkiye’nin Malezya'daki bağları / Turkey’s Friends in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                                                        24.06.2013
Malezya'nın önemli sivil toplum kuruluşlarından 'Malezya Müslüman Öğrenciler Birliği' (Angkatan Belia Islam Malaysia-ABIM) Genel Sekreteri Muhammed Raimi Abdul Rahim'le Cuma günü Kuala Lumpur'da düzenlenen 'Dayanışma Mitingi' bağlamında bir mülâkat gerçekleştirdik. 1970'li yılların başında kurulan ABIM, o dönem dünya genelinde ortaya çıkan İslami hareketlerin Malezya'daki versiyonu olarak değerlendirilebilecek bir gençlik örgütü. Geçen süreçte varlığını sürdüren ve bu anlamda Malezya'da köklü sivil toplum kuruluşlarından biri olma unvanını taşıyor. Çalışmaları siyasi, toplumsal ve kültürel çerçevede gerçekleştiren ABIM doğrudan herhangi bir siyasi partiye destek vermiyor. Sahip olduğu zengin insan kaynakları ile Malezya'nın entellektüel birikimine sahip bir organizasyon olan ABIM dünyanın çeşitli yerlerinde Müslüman kitleleri ilgilendiren meselelere duyarlılığı ile tanınıyor.

Suriye ve Türkiye temasıyla dikkat çeken mitinge ABIM dışında önemli organizasyonlar da destek verdi. Bu mitingi düzenleme gerekçesi neydi, niçin bu zamanda gerçekleşti? Özellikle Malezya son dönemde ve 5 Mayıs seçimlerinin ardından dinmeyen siyasi krizin tam da ortasında Ortadoğu'daki gelişmelere dikkat çeken bu miting önemli mesajlar içeriyor.

Türkiye'nin gündemde olmasının da pek çok nedeni vardı organizatörlerin ifadesine göre. Örneğin, Özellikle ABIM Genel Başkanı Amidi Abdul Manan yaptığı konuşmada, Suriye'de yaşanan insanlık kıyımı karşısında Türkiye'nin yüzbinlerce mülteciye kapısını açması bunlar arasında dikkat çekiyordu. Öte yandan Türkiye'nin Gazze'den Somali'ye ve de, Malezya'nın neredeyse kapı komşusu Rohingya'ya kadar İslam dünyasında mazlum Müslümanların sorunlarına yaklaşımı da mitingin ana teması içerisinde yer alan olgulardı. Ancak bunların ötesinde bu organizasyonda bambaşka bir olgu vardı. O da, organizasyonun 'ümmet' kavramını algılamada ve de algılatmada öncelik taşıyarak  bunu pratiğe dökme niyetiydi. ABIM Genel Başkanı Amidi Abdul Manan başkanlığındaki heyet Türkiye Büyükelçiliği'ni ziyaret edip Sayın Büyükelçi Serap Atay Hanımefendi'ye Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan nezdinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne dayanışma ve desteği içeren memorandumu sunmaları Malezya'da konuya duyarlı kesimlerin gösterdiği hassasiyetin bir ifadesiydi.

"Dayanışma Mitingi" (Solidarity Rally) adı verilen bu mitingi son derece kritik bir dönemde gündeme gelmesi ile dikkat çektiğini ifade etmiştik. Hiç kuşku yok ki, Güneydoğu Asya'nın önemli merkezlerinden Kuala Lumpur'da 'ümmet' bilinciyle hareket eden kitleleri biraraya getiren böylesi bir miting bu bağlamda önemli bir girişim. Ümmet bilincinin 'ulusal' ayağında, yani Malezya çerçevesinde karşılığını ABIM, PAS ve PKR'a mensup katılımcıların desteklerinde buluyordu.

On bir yıl boyunca ABIM'in Genel Sekreteriliğini yapan ve aynı zamanda avukat Muhammed Raimi ile yaptığımız röportajdan önemli bölümleri aşağıda sunuyoruz.

Mehmet Özay: Niçin bugün Türkiye'ye böylesi bir destek mitingi düzenleme gereği duydunuz? Sizi buna iten sebepler nelerdi?
Muhammed Raimi: Öncelikle kısaca şundan bahsetmek gerekiyor. Bir süredir Malezya'da siyasi atmosfer biraz istikrardan uzak bir görüntü çiziyor. Ve muhalefet partileri ve bir kısım sivil toplum örgütleri önümüzdeki hafta Kuala Lumpur'da çok önemli bir miting hazırlığında. Bu nedenle, niçin böyle bir soru yöneltildiğini anlayabiliyorum. İşte tam da bu noktada, Suriye ve Türkiye'ye destek mitingi düzenlememiz pek çok kişi tarafından anlaşılamamış olabilir. Bu bağlamda Malezya'da herhangi bir sivil toplumun 'hükümetlere' destek vermesi pek popüler bir hadise olmadığını da söylemeliyim.

Bir diğer neden, Gezi Parkı hadisesi gündeme geldikten sonra Malezya Sosyalist Partisi ve bazı öğrenciler dernekleri destekçileri olan ve sayıları onlarla ifade edilebilecek küçük bir grup Kuala Lumpur'daki Bağımsızlık Meydanı'nda çadır kurarak sözde Gezi Parkı protestocularına destek verdiler. Bu gruplar dünya görüşümüz farklı olsa da, Malezya'da reform çabası içerisinde birlikte olduğumuz oluşumlar. Tabii destek verebilirler. Bunun anlaşılabilir yönleri olabilir... Ancak biz bir şeyi objektif olarak çok net bir şekilde ortaya koymak istedik. Bu gruplarla Malezya'da 'reform' çabasında birlikte olabiliriz. Ancak Gezi Parkı hadisesiyle ilgili açıklığa kavuşturulması gereken noktalar olduğuna inanıyorduk. Öncelikle arada bir 'iletişim' problem var. Yani Türkçe, Malezya toplumuna yabancı bir dil. Dolayısıyla bu desteği verenlerin meleseyi anladıkları kanaatinde değilim. Olan biteni takip etmek ancak uluslararası medya organları vasıtasıyla ve onların aktardıklarıyla sınırlı. Bu noktada, uluslararası medyanın bazı önyargıları ve yanlış haberleriyle Malezya halkının Türkiye'de olan biteni anlamasını nasıl şekillendirdiğini tahmin edebiliyoruz.

Gezi Parkı hadisesi Malezya'da olan biteni yansıtması dolayısıyla da ilgi çekici. Bunun üzerine Türkiye Büyükelçisi Sayın Serap Atay Hanımefendi'den randevu alıp neler olup bittiğini anlamak istedik. Sağ olsun Sayın Büyükelçi talebimizi kabul etti. Bazı hususları kendisinden öğrenmiş olduk. Bunun yanı sıra, Türkiye'deki bağlantılarımız vasıtasıyla da gelişmelerle ilgili birinci elden haber alma imkânı bulduk. Sorunun bir 'çevre' meselesi olarak nüksetmesi ardından başka türlü gelişmelerin olması, özellikle polisin müdahale tarzı vs. ancak burada önemli bir husus var... Yetkililerin o dönemde centilmence özür dilemeleri dikkat çekiciydi. Hükümet yetkililerinin samimiyetinin bir ifadesi olan bu yaklaşıma öyle her yerde rastlamak mümkün değil. Üstüne üstlük Sayın Erdoğan protestocularla görüştü, konunun referanduma götürülmesini önerdi vs. Yani, tüm bunlar öyle 'diktatörlerin' yapabileceği işler değil. Tam da bu noktada, gelişmeler üzerine Sayın Erdoğan'a destek vermemiz gerektiğine karar verdik.

'Gezi Parkı' manzaraları televizyonlarda gösterildiğinde Malezyalılar nasıl bir tepki verdi?
Sanmıyorum ki, Taksim'de Gezi Parkı'nda bu tür bir eylem sık sık yapılsın. Bu nedenle insanlar, doğrudan 'Arap Baharı' görüntüleriyle özdeşleştirdiler ister istemez. Merak ettiler 'neler oluyor?' orada diye. Ardından uluslararası medyanın işlevi devreye girdi. Gösterilerin Türkiye'de bir 'değişim' arzusu olduğu yönünde bir algı oluşturdu. Sanki gerçekten de ülke ciddi bir meseleyle kaynıyordu... Aslında kimse ne olup bittiğini anlamamıştı. Hatta 'Gezi Parkı'nın kendisi nedir pek karşılığı yok gibiydi. Öyle ki, bu nokta Sayın Büyükelçi'nin 'Malezyalıların pek anlayabileceğini sanmıyorum. Bir çevre problem olarak nüksetti. Her bir karışı yeşillik olan Malezya'da Gezi Parkı gibi çevreci bir hassasiyetin karşılık bulması biraz zor' şeklindeki açıklaması bu noktayı çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Bu destek mitingiyle sadece Ortadoğu'ya özelde de Türkiye'ye mesaj vermediniz. Kanaatim o ki, Malezya halkına da bir mesaj vardı. Bu bağlamda hedefinize ulaştığınızı söyleyebilir misiniz? Yani Malezya halkı Gezi Parkı hadisesiyle ortaya çıkan gelişmeleri sizce anlıyabiliyor mu?
Malezya'da Türkiye'yi yakinen takip eden çevreler var. Örneğin, muhalefetteki Halkın Adaleti Partisi (PKR), Sayın Erdoğan'ın AKP'sini bir anlamda model olarak alıyor. Örneğin, geleneksel bir parti olan Malezya İslam Partisi (PAS) içerisinde dahi 'liberal' görüş yanlılarının yöneldiği isim 'Erdoğan ismi' oluyor. Ancak pek çok Malezyalının gerçekte Türkiye'de ne olup bittiğinden haberi olduğunu sanmıyorum. İlgi çeken, bir anlamda popülaritesi olan konu, AKP'nin seküler bir ülkede aradan geçen yıllarda önemli bazı değişiklikleri nasıl ortaya koyabilmiş olmasıdır. Ancak bunun derinlerinde siyasi dinamiklerin nasıl işlediği konusunda pek bilgi sahibi olunduğunu söylemek güç. Bu bağlamda, pek de öyle büyük beklentiler içinde değiliz. Düzenlediğimiz destek mitingiyle ortaya koymak istediğimiz bir şey vardı o da, 'Gezi Parkı bağlamında orada neler oluyor, net bir şekilde kamuoyuna göstermek'. Tabii bu konu Malezya halkıyla doğrudan ilintili olmadığından, burada insanların Malezya'da olup bitenler muvacehesinde bir karşılaştırmaya gitmeleri kuvvetle muhtemel. Yani, 'İşte ortada bir muhalif grup var, karşılarına polis çıktı ve onlara arışı müdahalede bulundu. Tamam bu muhalefet grubunu destekleyelim'. Bu süreçte yapılması gereken şey, Gezi Parkı hadisesi arkasında neler olup bittiğini ortaya koymaktı. Biz de bu konuda kamuoyuna bir mesaj iletmek istedik. Tabii, bizim yapmak istediğimiz yukarıda zikrettiğim algıyı yıkmaktı. Kolay bir iş değil tabii ki... Kimi organizasyonlar, gruplar Gezi Parkı'nda olan biteni 'diktatörlükle' bağdaştırma eğilimine giriyor. Biz, bunu reddettik, 'İşin o kadar da basit olmadığını, farklı yönleri bulunduğunu, sorunun demokratik araçlarla ele alınmaya çalışıldığını, bizden çok daha nitelikli bir şekilde konunun ele alındığını' ifade etmeye çalıştık. Ve pek çok kişi bize destek verdi.

'Malaysiakini'de bir yorum yazısı vardı. Yazar, Gezi Parkı hadiseleri karşısında ülkede diğer çevreler göre Türkiye'ye daha yakın duran Enver İbrahim'in, PAS'ın hatta UMNO'nun sessiz kalmasını eleştiriyordu. Bu 'sessiz kalma' konusunda ortada bir yanlış anlama var mı? Ne dersiniz?
Evet kesinlikle... Gerek iktidar yanlısı gerekse muhalefet yanlısı olsun insanların ilk uyanan şu oldu. "Tamam orada bir gösteri var. tam da buradaki duruma uyuyor." Ancak insanların hangi siyasi blok içinde yer aldıklarıyla da alâkalı. Yani, iktidara yakın görüşte olanlar "İşte bakın. Erdoğan bile göstericilere nasıl 'güç' kullanıyor". Yani Malezya'da olan hadiselere yönelik böylesi bir iç yansıtma ve haklılaştırma gibi bir durum doğdu. Mulalefet içerisinde de kimi oluşumlar, göstericilere karşı yapılan bazı girişimlerden hareketle buradaki durumla özdeşleştirmeye başladılar. Burada bir örneklik kurulduğunu da düşünüyorum. Yani, Gezi Parkı karşısında süreçte izlenen politika, yani polisin özür dilemesi, göstericilerin temsilcileriyle görüşme, vb. Malezya için bir örneklik olsa gerek.

Son birkaç haftadır Türkiye'deki gelişmeler karşısında Malezya hükümeti herhangi bir tepki verdi mi?
Hayır, bugüne kadar bir tepki ortaya konmadı. Bizim hükümet liderlerimizden herhangi bir demeç sadır olmadı.

Gösteri ulusal medyada yer buldu mu?
İzleyebildiğim kadarıyla buna olumlu cevap veremeyeceğim. Burada medyanın oldukça seçici davrandığı görülüyor. Ancak sosyal medyada haberler ve fotoğraflar çıktı.

Basın açıklamalarında, konuşmalarda öne çıkan hususların başında 'ümmet' kavramına vurgu vardı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ümmet kavramı bizim için önemli. Yeni dünya düzeni, Arap Baharı, jeo-politik değişiklikler nasıl bir dünyada yaşadığımızı nasıl tepkiler vermemiz konusunda bizi uyarıcı gelişmeler. Dolayısıyla gelişmeleri tek tek parçalara ayırmak çok naïf bir yaklaşım olur. Her gelişme birbiriyle şu veya bu şekilde ilintili.

Suriye'ye dört grup gönderdik. Bu devam edecek... Türkiye'den destek almadan girmek mümkün değil. Örneğin Mübarek döneminde Gazze'ye girmek mümkün değildi. Ancak şimdi işler bir ölçüde değişti. Rohingya konusu... Rohinya'da olup biten konusunda kaygımız var. Coğrafi olarak baktığmızda yakınımızda bir ülke. Bizim bölgemizde olup biten bir hadise. Ancak pek fazla bir şey yapamıyoruz. . Malezya Myanmar'a komşu denilebilecek bir ülke. Ekonomik çıkarları olan, ASEAN özelinde ilişkileri olan bir ülke. Bununla birlikte, hükümetin pek de fazla bir şey yapamadığını görüyoruz. Öte yandan, Malezya'da pek çok Rohingyalının varlığı da bir gerçek. Dr. Mahathir döneminde Rohingyalıların ülkeye geldiğini biliyoruz. Günümüzde İslam ülkeleri arasında Malezya'nın liderlik rolü oynadığı söylenemez. Ancak bu rolün Türkiye tarafından üstlenildiği ortada. İslam Birliği içerisindeki etkinliği dikkat çekiyor vs. Enteresandır, Rohinya konusunda inisiyatifin Türkiye tarafından alındığına tanık olduk. Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu ve Sayın Erdoğan'ın eşi Emine Hanım'ın Myanmar'a gitmeleri büyük bir hadiseydi. Sanırım tüm bunlar Türkiye'nin 'ümmet' kavramı etrafında yapmaya çalıştığı girişimler.

'Ümmet' kavramı üzerinden gidersek, Malezya hükümeti bu konuya müdahale etmedi şimdiye kadar. Sivil inisiyatif olarak siz rol aldınız. Bu noktada arada bir görüş farklılaşmasından söz edilebilir mi?
Hükümet her şeyi yapar, her şeyi bilir dönemi sona erdi. Bu hususu Sayın Başbakan Necib bile dile getirdi. Sivil toplum, üçüncü güç olarak ortaya çıktı, çıkmaya devam ediyor. Siyasi partiler, piyasa ve sivil toplum güçlerini ortaya koyuyor. Hükümet te sınırlılıkları olduğunu artık biliyor ve bunu ortaya koydu. Örneğin Rohinya meselesinde... Biz Hükümetin daha çok şey yapmasını, oraya gitmesini istiyoruz. Ancak bugüne kadar bir tek bakan oraya gitmedi. Oysa Türkiye bakanını gönderdi. ASEAN ülkeleri olarak bazı sınırlılıklarımız var. Yani aradaki 'iç işlerine karışmama bağlamındaki konsensus' vs... hükümet önü tıkandığı noktada, sivil toplumu harekete geçiriyor.

Gezi Parkı konusunda ortaya bir 'basın' sorunu çıktı. Bu konuda örneğin Türkiye-Malezya kamuoylarının birbirini algılamasının önünde ciddi engeller gözüküyor. Neler söylemek istersiniz?
Evet haklısınız... Aşağı yukarı her konuda tümüyle yabancı medyaya bağımlıyız. En azından el-cezire var. Ancak o da şüphe altında. Medya dışında sivil oluşumların birbiriyle etkileşimi önemli. Dil gibi bazı engellere rağmen, Türkiye'deki gelişmeleri ABIM olarak yakinen takip ettiğimizi ifade etmeliyim. Benzer duyarlılıklara sahip olduğumuzu düşünüyorum. Malezya ve Türkiye arasındaki coğrafi uzaklık bu anlamda bir sorun teşkil etmiyor. Ümmetin sorunlarının halli için güçlü bir liderlik yapısına ihtiyacımız var.

Son olarak bu konuyla ilgili görüşleriniz neler?
Umarız, Gezi Parkı olayı en kısa sürede barışçıl ve demokratik yollarla sonuçlanır ve böylece 'Türkiye Baharı' yaftasının temelsiz olduğu ortaya çıkar. Sorunun çözüm yolu, Malezyalıların ve dünya kamuoyunun algılarını değiştireceğine kuşku yok. İkinci olarak, Türkiye'nin İslam dünyasına yardımlarının devam etmesini diliyoruz. Türkiye'nin bu noktada oynadığı rolü Malezya Müslümanları olarak gönülden takdirle karşılıyoruz. Kimi noktalarda örneğin sivil toplum olarak bizlerin de katkıları olacağına inanıyoruz.

Kıymetli vaktinizi ayırdığınız ve görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.

http://www.dunyabulteni.net/roportaj/264404/turkiyenin-malezyadaki-baglari