Mehmet Özay 28.03.2017
Pazar günü
yapılan seçim sonrasında Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi’nde yeni yönetici
Carrie Lam Cheng Yuet-ngor oldu. Seçim komitesi üyelerinin oylarına başvurularak
yapılan ‘seçimde’ diğer iki adayı geride bırakan Carrie Lam, beş yıl süreyle
Ada’yı yönetecek ilk kadın unvanını da aldı. Pekin yönetimine yakınlığıyla
bilinen Carrie Lam’ın seçilmesi, aynı zamanda başkan Şi Cinping’in liderlik
konumunu güçlendirmesi açışından da kayda değer bir önem taşıyor. Hong Kong’da
‘demokratikleşme’ olgusunun yeşermesine ve gelişmesine olanak tanımamakla,
başkan Şi Cinping, Pekin yönetim çevrelerine ‘güçlü liderlik’ profilinden
ayrılmayacağı dair bir mesaj da vermiş oluyor.
Toplumsal güvenlik sağlanacak (mı?)
Ada’nın ilk
kadın yöneticisi olan Carrie Lam, Çin merkezi yönetimine yakınlığıyla
biliniyor. Aralarında eski Maliye Bakanı John Tsang ile emekli yargıç Woo Kwok
Hing’in bulunduğu ‘demokrasi yarışını’ Carrie Lam önde bitirirken, Pekin
yönetiminin seçtiği aday olması, demokrasi taleplerinin gündemde olduğu ve
merkezi yönetimin müdahalelerine karşı seslerin yükseltildiği Hong Kong’da
memnuniyetsizliğin devamı anlamı taşıyor. Öyle ki, seçim öncesinde Ada’da
yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın sadece yüzde 30’unun Carrie Lam’a destek
vermesi, yeni başkanın güçlü bir liderlik ve sağlıklı bir yönetim sergileyeceği
konusunda şüpheleri artırıyor. Bu durumda, kamuoyu desteğinden yoksun bir liderin
Pekin’in talepleri ile Hong Kong halkının çıkarları noktasında uzlaşı sağlayıp
sağlayamayacağı da merak konusu. Hiç kuşku yok ki önümüzdeki dönemde, Ada’da en
önemli unsur ‘toplumsal güvenlik’ meselesi olacak.
Seçimde
demokrasi yanlılarının oylarını alan bir diğer aday John Tsang’ın seçim öncesi
kamuoyu yoklamalarında halk desteğinin yüzde 50’ye varması, Ada yönetimi ile
kamuoyunun talepleri ve seçimleri arasında önemli bir kopuşa işaret ediyor. Bu
çerçevede, halk desteğinden görece yoksun yeni lider Carria Lam’ın yasama
meclisinde demokrasi yanlılarının engellemeleriyle yönetime de ne denli
sağlıklı bir işlerlik kazandırabileceği konusu gündeme gelecektir.
7 milyonluk adada bin 200 kişilik ‘demokrasi’
7 milyonu
aşkın nüfuslu Ada’da 3.5 milyon kayıtlı seçmene rağmen, üst düzey yöneticiyi
seçmek için toplam 1200 kişilik komite işlev görüyor. Zenginler kulübü üyeleri,
70 kişiden oluşan yasama meclisi üyeleri, sendikacılar, pop starlar,
profesyonellerden oluşan seçim komitesi ağırlıklı olarak Pekin yanlısı bir
görüş sergiliyor. Bu gelişme, ‘elitler demokrasisi’ adıyla da anılabilecek bir
duruma işaret ederken, halk katmanlarında huzursuzluk ve tepkinin var olduğu
gözlemleniyor. Ada’daki seçimin büyük çoğunluğu Pekin rejiminin kontrolündeki
konsey üyelerinin oylarıyla benimsenmesi, tastamam Çin tarzı bir demokratik
düzen anlaşıyına işaret ediyor. Bu çerçevede, bu seçim sürecinin Ada’nın
‘özerklik’ tanımıyla tamamen çelişen bir olgu olduğu ilk verilen tepkilerin
başında geliyor. Bu bağlamda, Çin’in Ada’yı yönetme konusunda sergilediği bu yaklaşımla
bölge ülkeleri ve küresel çapta güven oluşturmak yerine, daha çok şüphe
doğuruyor.
Hong Kong
üzerinden Batı ve Çin farklı hedef ve gayelerle bir tür mücadele yürütüyor.
Kadim İngiliz krallığının mirası hükmündeki Hong Kong’daki her türlü demokrasi
talebi ve uygulaması Batı’daki demokrasi yanlıları, hak örgütleri için Ana Kıta
Çin’de karşılık bulacağı ümit ediliyor. Öte yandan, Çin merkezi yönetimi ise,
Hong Kong politikası üzerinden Tayvan, Tibet, Uygur gibi diğer otonom-bağımsız
bölgelere mesaj vermek suretiyle, merkezin gücünü teyid ettiriyor. Pazar günü
‘seçim komitesi’ üyeleriyle sınırlı seçimin Hong Kong Temel Yasası’nın genel
ilkeler adlı başlığında yer alan maddelerden “Sosyalist sistem ve politikaları
Hong kong Özel Yönetim Bölgesi’nde uygulanamaz” ifadesi, bu seçimin hangi
sistem ve politikalar bağlamında uygulandığını sorgulamayı gerektiriyor.
Adalılar demokrasi istiyor
2014 yılında
öğrenci hareketi olarak başlayan ardından kamuoyundan da önemli destek alan
gösteriler ve Pazar günü yapılan seçimlerde popüler olmayan bir adayın Hong
Kong yönetimine getirilmesi, önümüzdeki dönemde Hong Kong’da siyasi ve
toplumsal hareketliliğin devam edeceği anlamı taşıyor. Öte yandan, Hong Kong
halkının demokrasi talepleri kabul görmezken, seçim komitesi üyelerinin oyları
dikkate alındığında, Ada’yı temsil ettiği belirtilen seçim komitesinin
çoğunluğununun ‘istikrarlı’ ve ‘barış dolu’ bir atmosferde ‘kapitalizm’
pratiklerine olduğunca devam etmeyi tercih ettikleri anlaşılıyor. Bu ikinci
grup ile Çin merkezi hükümetini birleştiren belki de yegâne unsur Ada’da ‘istikrarın’
sürdürülebilirliği şeklinde kendini ortaya koyuyor.
Bununla
birlikte, önümüzdeki süreçte demokrasi taleplerinin gerilemesi değil, aksine Hong
Kong’luların kendi kendilerine eğitim olgusu gündeme gelecektir. Nihayetinde,
Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın dile getirdiği üzere, Ada’nın
geleceği bağlamında, ‘demokrasi’ vb. talepler üzerinden toplumsal ve siyasal
yaşamın yapılaştırılmasını öncelleyenlerle, ‘işlerinin tıkırında gitmesini
yani, pragmatizmi öncelleyenler arasında sağlıklı bir konsensusun oluşması gerekiyor.
Öğrencilere havale edilmiş ‘demokrasi’nin kampüslerden geniş toplum kesimlerine
yayılmasının yollarının bulunması şart gözüküyor. Hong Kong’un bu anlamda bir
Tayvan veya bir Uygur olmadığı, bu nedenle de Pekin yönetiminin müdahalelerine
‘çoğunluk’ ruhuyla tepki verecek bir toplumsal aidiyetin ve bilincin pek de
hasıl olduğunu söylemek güç. Bunun temel nedeni de İngiliz sömürge yönetimi
sürecinde ‘Protestan ahlâkını’ içselleştirmiş Hong Kongluların bireyselci
çıkarlarla örülü bir yaşam pratiği geliştirmiş olmalarında yatar.
İngiltere’nin beklentileri boşa çıktı
Hong Kong’da
demokratik değerlerin, insan haklarının ve özgürlüklerin tohumlarının İngiliz
sömürgeciliği döneminde atılması, aradan geçen 20. yıla rağmen, Pekin
yönetiminin bu değerlerle arasını bulmak yerine, Ada üzerinde hakimiyetini
pekiştirmeye çalışması ortada bir tezada işaret ediyor. 1997 yılındaki devir
teslim öncesine giden süretçe İngiltere ile Çin yönetimleri arasında 1984
yılında imzalanan Ortak Deklarasyon’da, Hong Kong’un 2047 yılına kadar otonom
yapısı ve özgürlükler noktasında kayda değer bir yönetim ilgisine mazhar olacağına
dikkat çekilmişti.
Oysa, bu son
seçimde de gözlemlendiği üzere, uzun dönem İngiliz sömürgesi olmuş Hong Kong
ile, ana kıta Çin arasında yönetim tarzı konusunda kayda değer bir farklılık
bulunuyor. Aradan geçen yirmi yıllık süre zarfında Hong Kong halkının önemli
bir bölümü merkezi Çin tarzı siyasal sistemi ve düşünce yapısını
içselleştir/e/mediği gibi, Çin yönetiminin de bu bağlamda Hong Kong halkı nezdinde
bir güven tesis edip etmediği tartışmaya açık. Burada, Hong Konglular ile Pekin
merkezli Çin’i ayın toplumsal sistemin parçaları kabul etme gibi bir yanlışa da
düşülmemeli. Irk olarak farkılılık taşımamakla beraber, Hong Konglular
kendilerini ‘Çin vatandaşı’ kabul etmiyor. Aksine ‘Hong Kong vatandaşı’ olarak
tanımlamak suretiyle, Çin’le Ada arasına önemli bir tanım ayrım koyuyor. Pekin
yönetiminin yaklaşımının ise, sıkı bir şekilde ‘teritoryal egemenlik’ düzeyiyle
bağlantılı olduğu dikkat çekiyor.
Ancak, 1990’lı
yıllardan bu yana küresel ekonomide sergilediği kayda değer gelişmenin de
verdiği itici güçle, Çin’in bu anlaşmadaki yukarıda zikredilen ilgili maddeyi
kendi siyasal anlayışına uyarladığı şeklinde bir algı oluşuyor. Bu noktada, son
yirmi yılda beşer yıl arayla Hong Kong’u yöneten liderlerden ilk ikisinin
demokrasi yanlısı olması, geçen hafta sonundaki seçimin de ortaya koyduğu üzere
aradan geçen süreçte Ada’nın Pekin’in dizginleri giderek elinde tutmakta
ısrarcı ve bunu pratiğe geçirmekte olduğunu ortaya koyuyor.
Çin küresel değerlere hitap etmiyor
Aslında Hong
Kong sorunu, Çin için veya Çin’in küresel temsili noktasında hiç de iyi bir
sınav vermediğini gösteriyor. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi, Trump sonrası
sistemik bunalımda küresel denge sağlayıcı unsur olma adaylığı, komşu
ülkelerden başlayarak genel itibarıyla küresel çapta Çin’e yönelik bir güven
algısı oluşturmaya yetmiyor. Newsweek’ın 10 Şubat sayısında, ‘Dünya Vatandaşı’
başlığıyla gündeme taşınan haberde Trump sonrasında Çin’in küresel ticarette
şampiyonluğa oynayacağına vurgu yapılsa da, Çin’in değerler noktasında küresel
kamuoyuna sunabileceği en azından şu ana kadar pek de bir şey bulunmuyor. Söz
konusu yazıda dile getirildiği üzere, Mao Zedong sonrasında ülkeyi yöneten ve
küresel ekonomiyle buluşturan ismi Deng Xiaoping sağlanan Çin’in ekonomik
başarısının dünya kamuoyu tarafından bir tehdit olarak algılanmaması, aksine,
bu kalkınmanın ‘herkesle’ paylaşılması noktasındaki görüşünün bugün karşılık
bulduğunu söylemek güç. Çin yanı başındaki komşu ASEAN’a mensup ülkelerden
başlayarak Afrika ve Latin Amerika’ya kadar yatırımlarıyla dikkak çekse de,
tıpkı Hong Kong’da olduğu gibi, dünya kamuoyu gündelik yaşamın ekonomik talep
ve kazanımlarla sınırlı olmadığını çoktan öğrenmiş durumda. ASEAN’dan
başlayarak, Çin’in ‘ekonomik kalkınmışlığını’ paylaşmakta olduğu ülkelerinde
iktidarlar ‘demokrasi’ oyununun farklı renklerini gündeme getirseler de, geniş halk
kesimleri temel hakları olan demokrasi süreçlerinden vaz geçmek ve karşılaşılan
tüm haksızlıklarla mücadelede dirençli olmak gibi bir erdemi de yanlarında
taşımak istiyorlar. Yeni yönetici Carria Lam, ‘şimdi yaraları sarma ve birliği
sağlama zamanı’ dese de, bu birliğin hangi toplumsal kesimlerle ve ne şekilde
pratiğe gerileceği konusu önümüzdeki dönemin en önemli konusu olacak.