28 Mart 2017 Salı

Çin, Hong Kong’da dizginleri elinde tutuyor

Mehmet Özay                                                                                                                         28.03.2017

Pazar günü yapılan seçim sonrasında Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi’nde yeni yönetici Carrie Lam Cheng Yuet-ngor oldu. Seçim komitesi üyelerinin oylarına başvurularak yapılan ‘seçimde’ diğer iki adayı geride bırakan Carrie Lam, beş yıl süreyle Ada’yı yönetecek ilk kadın unvanını da aldı. Pekin yönetimine yakınlığıyla bilinen Carrie Lam’ın seçilmesi, aynı zamanda başkan Şi Cinping’in liderlik konumunu güçlendirmesi açışından da kayda değer bir önem taşıyor. Hong Kong’da ‘demokratikleşme’ olgusunun yeşermesine ve gelişmesine olanak tanımamakla, başkan Şi Cinping, Pekin yönetim çevrelerine ‘güçlü liderlik’ profilinden ayrılmayacağı dair bir mesaj da vermiş oluyor.

Toplumsal güvenlik sağlanacak (mı?)
Ada’nın ilk kadın yöneticisi olan Carrie Lam, Çin merkezi yönetimine yakınlığıyla biliniyor. Aralarında eski Maliye Bakanı John Tsang ile emekli yargıç Woo Kwok Hing’in bulunduğu ‘demokrasi yarışını’ Carrie Lam önde bitirirken, Pekin yönetiminin seçtiği aday olması, demokrasi taleplerinin gündemde olduğu ve merkezi yönetimin müdahalelerine karşı seslerin yükseltildiği Hong Kong’da memnuniyetsizliğin devamı anlamı taşıyor. Öyle ki, seçim öncesinde Ada’da yapılan kamuoyu yoklamalarında halkın sadece yüzde 30’unun Carrie Lam’a destek vermesi, yeni başkanın güçlü bir liderlik ve sağlıklı bir yönetim sergileyeceği konusunda şüpheleri artırıyor. Bu durumda, kamuoyu desteğinden yoksun bir liderin Pekin’in talepleri ile Hong Kong halkının çıkarları noktasında uzlaşı sağlayıp sağlayamayacağı da merak konusu. Hiç kuşku yok ki önümüzdeki dönemde, Ada’da en önemli unsur ‘toplumsal güvenlik’ meselesi olacak.

Seçimde demokrasi yanlılarının oylarını alan bir diğer aday John Tsang’ın seçim öncesi kamuoyu yoklamalarında halk desteğinin yüzde 50’ye varması, Ada yönetimi ile kamuoyunun talepleri ve seçimleri arasında önemli bir kopuşa işaret ediyor. Bu çerçevede, halk desteğinden görece yoksun yeni lider Carria Lam’ın yasama meclisinde demokrasi yanlılarının engellemeleriyle yönetime de ne denli sağlıklı bir işlerlik kazandırabileceği konusu gündeme gelecektir.

7 milyonluk adada bin 200 kişilik ‘demokrasi’
7 milyonu aşkın nüfuslu Ada’da 3.5 milyon kayıtlı seçmene rağmen, üst düzey yöneticiyi seçmek için toplam 1200 kişilik komite işlev görüyor. Zenginler kulübü üyeleri, 70 kişiden oluşan yasama meclisi üyeleri, sendikacılar, pop starlar, profesyonellerden oluşan seçim komitesi ağırlıklı olarak Pekin yanlısı bir görüş sergiliyor. Bu gelişme, ‘elitler demokrasisi’ adıyla da anılabilecek bir duruma işaret ederken, halk katmanlarında huzursuzluk ve tepkinin var olduğu gözlemleniyor. Ada’daki seçimin büyük çoğunluğu Pekin rejiminin kontrolündeki konsey üyelerinin oylarıyla benimsenmesi, tastamam Çin tarzı bir demokratik düzen anlaşıyına işaret ediyor. Bu çerçevede, bu seçim sürecinin Ada’nın ‘özerklik’ tanımıyla tamamen çelişen bir olgu olduğu ilk verilen tepkilerin başında geliyor. Bu bağlamda, Çin’in Ada’yı yönetme konusunda sergilediği bu yaklaşımla bölge ülkeleri ve küresel çapta güven oluşturmak yerine, daha çok şüphe doğuruyor.

Hong Kong üzerinden Batı ve Çin farklı hedef ve gayelerle bir tür mücadele yürütüyor. Kadim İngiliz krallığının mirası hükmündeki Hong Kong’daki her türlü demokrasi talebi ve uygulaması Batı’daki demokrasi yanlıları, hak örgütleri için Ana Kıta Çin’de karşılık bulacağı ümit ediliyor. Öte yandan, Çin merkezi yönetimi ise, Hong Kong politikası üzerinden Tayvan, Tibet, Uygur gibi diğer otonom-bağımsız bölgelere mesaj vermek suretiyle, merkezin gücünü teyid ettiriyor. Pazar günü ‘seçim komitesi’ üyeleriyle sınırlı seçimin Hong Kong Temel Yasası’nın genel ilkeler adlı başlığında yer alan maddelerden “Sosyalist sistem ve politikaları Hong kong Özel Yönetim Bölgesi’nde uygulanamaz” ifadesi, bu seçimin hangi sistem ve politikalar bağlamında uygulandığını sorgulamayı gerektiriyor.

Adalılar demokrasi istiyor
2014 yılında öğrenci hareketi olarak başlayan ardından kamuoyundan da önemli destek alan gösteriler ve Pazar günü yapılan seçimlerde popüler olmayan bir adayın Hong Kong yönetimine getirilmesi, önümüzdeki dönemde Hong Kong’da siyasi ve toplumsal hareketliliğin devam edeceği anlamı taşıyor. Öte yandan, Hong Kong halkının demokrasi talepleri kabul görmezken, seçim komitesi üyelerinin oyları dikkate alındığında, Ada’yı temsil ettiği belirtilen seçim komitesinin çoğunluğununun ‘istikrarlı’ ve ‘barış dolu’ bir atmosferde ‘kapitalizm’ pratiklerine olduğunca devam etmeyi tercih ettikleri anlaşılıyor. Bu ikinci grup ile Çin merkezi hükümetini birleştiren belki de yegâne unsur Ada’da ‘istikrarın’ sürdürülebilirliği şeklinde kendini ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, önümüzdeki süreçte demokrasi taleplerinin gerilemesi değil, aksine Hong Kong’luların kendi kendilerine eğitim olgusu gündeme gelecektir. Nihayetinde, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın dile getirdiği üzere, Ada’nın geleceği bağlamında, ‘demokrasi’ vb. talepler üzerinden toplumsal ve siyasal yaşamın yapılaştırılmasını öncelleyenlerle, ‘işlerinin tıkırında gitmesini yani, pragmatizmi öncelleyenler arasında sağlıklı bir konsensusun oluşması gerekiyor. Öğrencilere havale edilmiş ‘demokrasi’nin kampüslerden geniş toplum kesimlerine yayılmasının yollarının bulunması şart gözüküyor. Hong Kong’un bu anlamda bir Tayvan veya bir Uygur olmadığı, bu nedenle de Pekin yönetiminin müdahalelerine ‘çoğunluk’ ruhuyla tepki verecek bir toplumsal aidiyetin ve bilincin pek de hasıl olduğunu söylemek güç. Bunun temel nedeni de İngiliz sömürge yönetimi sürecinde ‘Protestan ahlâkını’ içselleştirmiş Hong Kongluların bireyselci çıkarlarla örülü bir yaşam pratiği geliştirmiş olmalarında yatar.

İngiltere’nin beklentileri boşa çıktı
Hong Kong’da demokratik değerlerin, insan haklarının ve özgürlüklerin tohumlarının İngiliz sömürgeciliği döneminde atılması, aradan geçen 20. yıla rağmen, Pekin yönetiminin bu değerlerle arasını bulmak yerine, Ada üzerinde hakimiyetini pekiştirmeye çalışması ortada bir tezada işaret ediyor. 1997 yılındaki devir teslim öncesine giden süretçe İngiltere ile Çin yönetimleri arasında 1984 yılında imzalanan Ortak Deklarasyon’da, Hong Kong’un 2047 yılına kadar otonom yapısı ve özgürlükler noktasında kayda değer bir yönetim ilgisine mazhar olacağına dikkat çekilmişti.

Oysa, bu son seçimde de gözlemlendiği üzere, uzun dönem İngiliz sömürgesi olmuş Hong Kong ile, ana kıta Çin arasında yönetim tarzı konusunda kayda değer bir farklılık bulunuyor. Aradan geçen yirmi yıllık süre zarfında Hong Kong halkının önemli bir bölümü merkezi Çin tarzı siyasal sistemi ve düşünce yapısını içselleştir/e/mediği gibi, Çin yönetiminin de bu bağlamda Hong Kong halkı nezdinde bir güven tesis edip etmediği tartışmaya açık. Burada, Hong Konglular ile Pekin merkezli Çin’i ayın toplumsal sistemin parçaları kabul etme gibi bir yanlışa da düşülmemeli. Irk olarak farkılılık taşımamakla beraber, Hong Konglular kendilerini ‘Çin vatandaşı’ kabul etmiyor. Aksine ‘Hong Kong vatandaşı’ olarak tanımlamak suretiyle, Çin’le Ada arasına önemli bir tanım ayrım koyuyor. Pekin yönetiminin yaklaşımının ise, sıkı bir şekilde ‘teritoryal egemenlik’ düzeyiyle bağlantılı olduğu  dikkat çekiyor.

Ancak, 1990’lı yıllardan bu yana küresel ekonomide sergilediği kayda değer gelişmenin de verdiği itici güçle, Çin’in bu anlaşmadaki yukarıda zikredilen ilgili maddeyi kendi siyasal anlayışına uyarladığı şeklinde bir algı oluşuyor. Bu noktada, son yirmi yılda beşer yıl arayla Hong Kong’u yöneten liderlerden ilk ikisinin demokrasi yanlısı olması, geçen hafta sonundaki seçimin de ortaya koyduğu üzere aradan geçen süreçte Ada’nın Pekin’in dizginleri giderek elinde tutmakta ısrarcı ve bunu pratiğe geçirmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Çin küresel değerlere hitap etmiyor
Aslında Hong Kong sorunu, Çin için veya Çin’in küresel temsili noktasında hiç de iyi bir sınav vermediğini gösteriyor. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi, Trump sonrası sistemik bunalımda küresel denge sağlayıcı unsur olma adaylığı, komşu ülkelerden başlayarak genel itibarıyla küresel çapta Çin’e yönelik bir güven algısı oluşturmaya yetmiyor. Newsweek’ın 10 Şubat sayısında, ‘Dünya Vatandaşı’ başlığıyla gündeme taşınan haberde Trump sonrasında Çin’in küresel ticarette şampiyonluğa oynayacağına vurgu yapılsa da, Çin’in değerler noktasında küresel kamuoyuna sunabileceği en azından şu ana kadar pek de bir şey bulunmuyor. Söz konusu yazıda dile getirildiği üzere, Mao Zedong sonrasında ülkeyi yöneten ve küresel ekonomiyle buluşturan ismi Deng Xiaoping sağlanan Çin’in ekonomik başarısının dünya kamuoyu tarafından bir tehdit olarak algılanmaması, aksine, bu kalkınmanın ‘herkesle’ paylaşılması noktasındaki görüşünün bugün karşılık bulduğunu söylemek güç. Çin yanı başındaki komşu ASEAN’a mensup ülkelerden başlayarak Afrika ve Latin Amerika’ya kadar yatırımlarıyla dikkak çekse de, tıpkı Hong Kong’da olduğu gibi, dünya kamuoyu gündelik yaşamın ekonomik talep ve kazanımlarla sınırlı olmadığını çoktan öğrenmiş durumda. ASEAN’dan başlayarak, Çin’in ‘ekonomik kalkınmışlığını’ paylaşmakta olduğu ülkelerinde iktidarlar ‘demokrasi’ oyununun farklı renklerini gündeme getirseler de, geniş halk kesimleri temel hakları olan demokrasi süreçlerinden vaz geçmek ve karşılaşılan tüm haksızlıklarla mücadelede dirençli olmak gibi bir erdemi de yanlarında taşımak istiyorlar. Yeni yönetici Carria Lam, ‘şimdi yaraları sarma ve birliği sağlama zamanı’ dese de, bu birliğin hangi toplumsal kesimlerle ve ne şekilde pratiğe gerileceği konusu önümüzdeki dönemin en önemli konusu olacak.


27 Mart 2017 Pazartesi

Hollanda Savaşı ve Aceh: Dün ve Bugün / Dutch War and Aceh: Past and Today

Mehmet Özay                                                                                                                         27.03.2017

26 Mart 1873 tarihi geniş anlamıyla Malay dünyasının son ‘bağımsız’ bölgesi Açe Darüsselam Sultanlığı’nın sömürgeci ve emperyalist Hollanda’nın saldırısına maruz kaldığı tarihtir. 144 yıl önce gerçekleşen bu istila karşısında Açe devletinin ve halkının niçin ve nasıl bir mücadele sergilediği konusu bugün için geçerliliği koruyan bir öneme sahiptir.

Bu savaş ve öncesindeki gelişmeler Hollanda Krallığı’nın Takımadalar’daki sömürgeci ve ardından emparyalist varlığını anlamada kilometre taşlarından biridir. Öte yandan, savaş öncesinde Açe Darüsselam Sultanlığı’nın içinde bulunduğu durum, istila girişimine karşı alınmaya çalışılan tedbirler ve siyasi çatışmalarıyla incelenmeyi hak eder. 

Bu anlamda Hollanda sömürge yönetiminin 19. yüzyıl başlarından itibaren Sumatra Adası’nın güneyinden başlayarak yüzyıl ortalarında Ada’nın Padang yani Batı Sumatra ile bugün Medan olarak bilinen o dönemde ise Deli olarak anılan Kuzey Sumatra’ya nüfuzu ve söz konusu bu bölgelerdeki sultanlıkları hegemonyası altına alması dikkat çeker. Bu süreçte, Açe Darüsselam Sultanlığı topraklarına bağlı olan Singkil, Barus’a nüfuz etme çabaları da baş gösterir. Öte yandan, Kuzey Sumatra’daki site şehir devletleri hüviyetindeki sultanlıklar Hollanda istilası karşısında kendilerini Açe Darüsselam Sultanlığı’na bağlı bir tür vasal devlet olarak lanse etmeleri, Açe’nin Sumatra Adası’ndaki önemini ortaya koyar. Bu süreç Hollanda Savaşı’nın Açe topraklarında birdenbire meydana gelmediğini, aksine Hollanda sömürge yönetiminin bilinçi ve kasıtlı olarak zamana yaydığı emperyal politikalarının bir sonucu olarak uygun zamanı kollamak suretiyle gerçekleştirdiğini ortaya koyar.

Açe siyasi elitinin, Hollanda sömürgeciliğinin Sumatra Adası’nda yayılmasına paralel olarak kaçınılmaz sonu öngördükleri ve bu anlamda bazı çıkar yol arayışları içine girdikleri biliniyor. Bu çerçevede, dönemin özellikleri çerçevesinde bazı Avrupa milletlerinin bölgedeki temsilcileriyle temasları kadar, bizatihi Avrupa’daki merkezi yönetimlerine gönderilen elçilerin varlığı dikkat çekicidir. Açe yönetiminin 19. yüzyıl ortasında ve son çeyreğine doğru dönemin halifelik merkezine gönderdiği elçilerle dini ve siyasi ittifak arayışlarına yeni bir örnek olduğuna ifade etmek gerekir. Bu bağlamda, tetrar etmekte fayda var ki, Açe Darüsselam Sultanlığı, bu siyasi ve dini anlamdaki ittifak teşebbüsünü ilk defa yapıyor değildi.

Bu bağlamda, bugün dahi İslam Birliği veya Pan-İslam olarak adlandırılan politikalarla ilgili görüşlerde 1876 yılında tahtta çıkan 2. Abdülhamit dönemi politikaları hatırlanmakla birlikte, bu politikaların siyasi ve dini boyutlarını hem siyasi düşünce ve eylem boyutlarıyla Açe siyasi elitinin ortaya koyduğunu dikkatlere sunmak gerekir. Bununla birlikte, 16. yüzyıl erken dönem ve ilgili yüzyılın son dönemlerindeki siyasi düşünce ve pratikler kadar, 19. yüzyıldaki boyutunun da bugüne kadar önemle ele alınabildiğini söylemek güç. Bu durum, hiç kuşku yok ki, merkez-çevre ilişkisinde sürekli merkezi ön plana alan yaklaşımların aksine, çevrenin etkin boyutunun da var olduğu ve bunun süreklilik arz ederek merkezde bazı önemli fikir ve eylemleri tetikleyici rolü olduğunu iddia etmek durumundayız.

Bununla birlikte, Açe Darüsselam Sultanlığı’nın altın çağlarını çoktan geride bırakmasına rağmen, sahip olduğu jeo-stratejik ve jeo-ekonomik varlığı sayesinde iç çatışmalara konu olduğu dönemlerde bile, Takımadalar’da hüküm sürme eğilimindeki Avrupalı sömürgeci milletlerle çok farklı boyutlarda etkileşimini sürdürebilmiştir. Bu çerçevede, Açe siyasi elitinin 19. yüzyıl şartlarında örneğin Penang ve Singapur gibi bölgenin modernleşmede lokomotif görevi gören iki Ada’sıyla yakın etkileşimine rağmen, İngilizlerin Açe devletini muhatap alıp ittifak kuracak ve hatta Hindistan ve Çin arasındaki önemli ticaret sürecinde Açe liman şehirlerini aktarma organı olarak işlevselleştirecek bir yaklaşım sergilemesine rağmen, Açe’de çeşitli bağlamlarıyla modernleşme süreçlerinin yerine getirilemediği görülür. Bu noktada, siyasi elitin bölgesel ve küresel ticari faaliyetlerdeki yapılaşmaları, dönemin ulaştırma hizmetlerindeki kalkınmacı yönelimlerini, eğitim kurumlarının revizyonu, yayın ve basın faaliyetlerinde gelişmelere ayak uydurma gibi alanlarda -en azından şu ana kadarki veriler ışığında- bir inisiyatif geliştirmediğini ortaya koymaktadır. 

Bu süreçle bağlantılı olarak, hiç kuşku yok ki, görece taht kavgaları, bölgesel ve küresel ticarette rol kapma hedefindeki merkez ve çevredeki ticaret lobilerinin çıkar temelli mücadeleleri Açe’de siyasi ve ekonomik kalkınmanın yerine getirilmesi önündeki engelleri oluşturmaktadır. Bu noktada, sömürgeci Batılı güçlerin ‘böl-yönet’ taktiği gibi klişe bir yaklaşıma sığınarak Açe topraklarında olan biteni pasif bir alana hapsetmek anlamsız bir girişim olacaktır. Aksine, sadece 16. yüzyıl değil, İslamlaşma süreçlerinin erken dönemlerinden itibaren Takımadalar bölgesinde önde gelen bir siyasi, dini ve kültürel merkez olma özelliği sergilemiş bir mirasa sahip Açe devletinin, tüm bu birikimlere rağmen, zamanla duraklama ve gerileme dönemlerine geçişine dikkat çekmek gerekir. Hiç kuşku yok ki, bu sürecin adına İslam coğrafyası denilen bütündeki ‘kaymalar’la bağlantısız ele alınamayacak genele matuf yönleri olduğunu da ileri sürmek mümkün.

Bu ve benzeri mülahazaların kendi başına önemli araştırma konuları olduğunu söymeke gerekir. Aradan geçen 147 yıla rağmen, o dönemin şartlarındaki sorunların farklı vecheleriyle bugün de Açe toprakları başta olmak üzere bölgede varlığını sürdürmektedir. Açe özelinde 19. yüzyıl sonlarında başlayan savaşın incelenmesi o dönem kadar bugünü anlamlandırmada da önemli bir veri sağlayacağnı kuşku yoktur.  


23 Mart 2017 Perşembe

Hindistan’da yükselen ırkçı tehlike / Rising Racial Danger in India

Mehmet Özay                                                                                                                         23.03.2017

Kendisi de bir Hindu tapınağının baş rahibi olan Adityanath’ın, yaklaşık 40 milyon Müslümanın yaşadığı Uttar Pradeş'te ayrımcı ve kutuplaştırıcı politikaları hayata geçirmesinden endişe ediliyor.
Başbakan Modi'nin, daha ılımlı isimler yerine parti içerisinde en radikal denilebilecek grubun önde gelen bir ferdini eyalete başbakan olarak ataması, muhalefetin de tepksini çekti.  

Hindistan’ın en önemli eyaletlerinden biri kabul edilen ülkenin kuzeyinde Nepal sınırındaki Uttar Pradeş’de 11 Şubat 8 Mart tarihleri arasında yapılan 17 eyalet seçimlerinin ardından İslamifobya ve sekülerlik tartışmaları yeniden alevlendi.
Son yıllarda Müslümanları hedef alan saldırılar ve şiddet olaylarıyla gündeme gelen 220 milyon nüfuslu eyalette, 325 sandalyeli meclis için yapılan seçimde iktidardaki Baharatiya Janata Partisi’nin (BJP) dörtte üçlük çoğunluk elde etmesi, Başbakan Narendra Modi ve hükümete güvenoyu anlamı taşıyor. Bununla birlikte, aşırı görüşleriyle tanınan Yogi Adityanath’ın eyalet başbakanı olarak atanması, siyasal ve toplumsal tepkileri de beraberinde getirdi. Bu çerçevede, eyalet nüfusunun yaklaşık yüzde 20’lik kesimini oluşturan müslümanlar, Yogi Adityanath’ın müslümanları hedef alan ayrıştırı, dışlayıcı görüşlerinin toplumsal yaşamlarını etkileyeceği konusunda endişe duymaya başlarken, Kongre Partisi de ülkede din eksenli politikaların merkeze taşınması ve hele hele önemli bir eyalet olan Uttar Pradeş’te aşırı bir Hindu’nun başbakan olarak atanmasının siyaseten stratejik yanlışlığına dikkat çekiyor.

Modi’den basiretsiz karar
Seçim kampanyasına aktif olarak katılan Başbakan Modi’nin tartışmalı bir ismi eyalet başkanı olarak ataması ülkede şaşkınlıkla karşılandı. Bu çerçevede, başbakan Modi’nin Hindistan’da özellikle dış yatırımlarla ekonomik kalkınmayı ve böylece toplumsal refahı artırma yönündeki hedeflerine karşılık, bu önemli eyalette dini ayrımcılığı körüklemesiyle tanınan birini yönetime taşıması arasındaki çelişki dikkat çekiyor. Seçimler öncesinde, eyaletteki müslümanların oylarına talip olmak amacıyla BJS içerisinde ‘seküler’ görüşleriyle tanınan bir başka siyasetçinin adı eyalet başbakanlığı için zikrediliyordu. Seçim öncesindeki bu gelişme karşısında 220 milyonluk eyaletin yüzde 20’lik bölümünü oluşturan müslümanların yaklaşık yüzde 15’i seçimlerde iktidardaki BJP’ye oy vermişti. Ancak seçim sonrasında Modi, büyük bir süpriz yaparak parti içerisinde en radikal denilebilecek grubun önde gelen bir ferdini eyalete başbakan olarak atadı. İş dünyasından gelen ve daha önce bir başka eyalette başbakanlık yapmış tecrübeli bir siyasetçi olduğuna kuşku olmayan başbakan Modi’nin Uttar Pradeş eyaletindeki toplumsal gerçekliği iyi okumadığı söylenemez. Bu anlamda, Modi’nin ülkede Hinduları temsil kabiliyetinde olan bir siyasetçi olarak popüler yönelimli bir karara imza attığı ileri sürülebilir.

Muhalefet de tepkili
Siyasete gençlik döneminde Ulusal Hindu Partisi’nde (Rashtriya Swayamsevak Sangh) başlayan başbakan Narendra Modi, ardından bir başka Hindu milliyetçisi olarak bilinen Bharatiya Janata Partisi’ne geçti. Zamanla parti içerisinde önemli bir rol alan Modi, 2014’deki genel seçimlerde kazanılan büyük başarı sonrasında başbakanlık koltuğuna oturdu. Tarihin erken dönemlerinden itibaren sadece bölgesel değil, doğu batı ticaretinde de kayda değer rol oynamış olan ülkenin kuzeybatısındaki Gücerat eyaletinden gelen Modi, Hindistan’da reform ve ekonomik kalkınma seferberliği söylemi ile dikkat çekmişti.

Ülkede altmış yıldır siyasal yaşama hükmeden ‘seküler’ niteliğiyle öne çıkan Kongre Partisi’nin yetkilileri, bu gelişme üzerine ülkenin hem ideolojik hem dini-kültürel olarak değişim sürecine gireceği konusunda uyarılar da bulunmuşlardı. Uttar Pradeş’de seçim sonrasında eyalet başbakanı atamasıyla Modi muhalefetin gündeme getirdiği endişeleri doğrular mahiyette bir adım attı.

Yogi Adityanath: Radikal bir Hindu milliyetçisi
Yogi Adityanath, eyalet ve ulusal politikaya yabancı bir isim değil. Şu an 44 yaşında olan ve ilk kez 24 yaşındayken milletvekili seçilen ve toplamda beş kez eyalet parlamentosunda yer alan bir isim. Adityanath’ı diğer vekilerden ayıran husus, Hindu eğitimi alması kadar bizatihi bir tapınağın rahibi olmasında yatıyor. Bir din adamı ve siyasetçi olmanın ötesinde Adityanath, Hinduizmi bir din olmanın ötesinde, milliyetçi bir ideoloji ile siyasallaştırmanın adı da olan ‘Hindutva’ yani, aşırı Hindu milliyetçi kanada mensubiyeti, eyaletteki müslüman kitle ve Kongre Partisi’nce kaygıların artmasına neden oluyor. Bu noktada, 2014 yılından bu yana iktidarda olan BJS’in, kökleri 1923’lere dayanan bu ideolojiyi benimsemiş bir parti olması kadar, örneğin başbakan Modi’nin de geçmişte müslümanlara yönelik şiddet olaylarına adının karışmış olması da bir başka neden olarak öne sürülüyor. 

Dini ayrışmanın temelleri
Adityanath’ın eyalet başbakanlığına atanması sonrasında önümüzdeki dönemde uygulamaya geçirilecek çeşitli politikalarla müslüman kitleye yönelik ayrımcılık potansiyel bir tehlike arz ediyor. Bu durumun, sadece eyalet bazında değil, ülke genelinde Hindu ve Müslüman toplum arasında güven bunalımına yol açacağı endişesi yüksek sesle dile getiriliyor. Bu kaygının temel nedeni ise, yakın geçmişte yaşanan bazı toplumsal olaylar. Bunların başında, başbakan Modi’nin Gücerat eyaleti valiliği sırasında Müslüman topluma yönelik izlediği siyasetin rolü ile, Ayudhaya’da caminin yerine Hindu tapınağı inşa edilmesi talepleri bulunuyor.

Modi, 2002 yılında, o dönem valilik yaptığı Gücerat eyaletinde bini aşkın kişinin hayatını kaybetmesine neden olan müslümanları hedef alan saldırılarla ilişkisi gündeme gelmişti. Farklı dönemlerde de uluslararası medyaya yansıdığı üzere, Hindistan’da kadınlara yönelik şiddet içerikli saldırılar, Gücerat’taki toplumsal kargaşa döneminde de meydana gelmiş ve Müslüman kadınlar bu gelişmelerden olumsuz etkilenmişlerdi. Ancak tüm bu yaşananlar sonrasında ulusal mahkeme vali Modi’yi suçsuz bulmuştu.

Küresel İslamofobi eğilimi
Ayudhaya’daki Babri Camii’nin bulunduğu mekânın Hindularca kutsal kabul edilmesi üzerine caminin yıkılıp, yerine Hindu tapınağı inşası talepleri toplumsal gerginliği artıran bir diğer husus olarak ortaya çıkmıştı. Bu konunun Adityanath’la bağlantısı ise, onun bir süredin başında bulunduğu Hindu manastırının tapınak inşası konusunda oynadığı rolle ilişkili. Ayudhaya’daki gelişme, 16. yüzyılda Babür Şah tarafından inşa edilen bu caminin bulunduğu yerin Hindularca Ram adlı tanrının doğum yeri olduğu iddialarıyla gündeme gelmişti.

Bu bağlamda Adityanath’ın, Hindu milliyetçi dini-siyasi geleneğin temsilcisi olduğuna kuşku yok. Öyle ki, içinde yetiştiği tapınağın kendisinden önceki iki lideri -ki biri aynı zamanda onun ‘guru’sudur- eyalet siyasetinde aktif rol almış kişiler. Adityanath da, söz konusu Gorakhnath Math adlı manastırın öncülerinin izinden giderek eyalet siyasetinin en başındaki isim olarak atanmış durumda. Adityanath’ın, Hindu manastırında öğrencilikten parlamento üyeliğine ve oradan da eyalet başbakanlığına kadar uzanan geçmişi, ülke siyasetine neler taşıyacağıyla alâkalı.

Din-milliyetçilik ilişkisinde yeni dönem
Adityanath’ın ülkenin bu önemli eyaletine başbakan olarak atanması, son dönemde dünya çapında aşırı sağ eğilimli siyasetin Hindistan’daki karşılığı olduğunu akıllara getiriyor. Bir yanda Batı Avrupa’da, öte yandan ABD’de İslam karşıtlığıyla mülhem siyasi söylem ve bu söylemin temsilcilerinin merkez siyasette rol almaları hiç kuşku yok ki, dünyanın farklı yerlerinde din-siyaset ilişkilerinde de şu veya bu şekilde karşılık buluyor. Öte yandan, başbakan Modi’nin dile getirdiği üzere, Hindistan’ın bir dini ve kültürel olarak bir Hindu yurdu olmasının tarihsel gerçekliği kadar, aynı tarihi süreçlerde farklı dini ve kültürel yapılanmaların da bu Alt Kıta’da varlık gösterdiği biliniyor. Modi, mensubu olduğu Hindu milliyetçiliği eksenli siyasi hareketin doğası gereği bu tepkiyi vermiş olabilir. Ancak tarihsel süreçleri tanımlamak ve değer atfetmekle günümüz modern siyasal ve toplumsal koşullarında farklı toplumsal kesimlerle nasıl bir iletişim kurulacağı meselesi birbirinden ayrı hususlardır.

Güney Asya’da Müslümanlara yönelik ayrımcılık
Alt Kıta siyasetine bir bomba gibi düşen Adityanath’ın başbakan olarak atanması, aslında Güney Asya’nın bazı ülkelerinde bir süredir devam eden Müslüman kitlelere yönelik siyasi baskıların farklı bir formata büründüğünü ortaya koyuyor. Bu noktada, her ne kadar kahir ekseriyeti Müslüman olsa da, Bangladeş’te yaşananlar, Güneydoğu Asya’da ise 2011 yılından bu yana kapılarını yeni yeni dünyaya açan Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara yönelik etnik soykırıma varan şiddet ve baskı ortamı farklı vechelerine rağmen, aynı bağlamda ele alınmayı gerektirecek özellikler barındırıyor. Bu noktada, tarihsel olarak Bangdladeş siyasetindeki nüfuzu ile öne çıkan Hindistan’ın, aynı zamanda bir süredir reform dönemi yaşadığı ileri sürülen Myanmar üzerinde de tıpkı diğer bölgesel ve küresel güçler gibi bir nüfuz oluşturma çabası içindedir. Söz konusu ülkelerin, ekonomik ve toplumsal gelişmişlik kıstasları çerçevesinde ‘geri kalmışlık’ kategorisinde addedilmeleri, bu ülkelerin siyasal ve toplumsal ilişkilerde hamaset üzerinden yürütülebilmesine epeyce bir zemin hazırlıyor. Kalkınmanın topyekün ve ülkelerdeki etnik azınlıkların tümünü kapsayacak şekilde gerçekleştirilmesi yerine, etnik ve dini çoğunluğu teşkil eden toplumsal yapıda öncelik ilgili etnik ve dini yapıya verilirken, diğer azınlıklar göz ardı edilmekle kalmıyor dışlanmak ve hatta etnik soykırımla karşı karşıya kalabiliyor.

Toplumsal barış tehlikede
BJS ve Modi 2014 seçimleri öncesindeki uzun süredir ülkeyi yöneten Kongre Partisi’ni yolsuzluklarla suçlayarak, ülkeye kalkınma, temiz yönetim gibi üçüncü dünya ülkelerinde çokça duyulan söylemlerin oluşturduğu reform çağrısıyla seçmenlerin karşısına çıkmıştı. Halk, uzun yılların yükünü üzerinde taşıyan yorgun Kongre Parti’sinin yerine yeni bir söylemi gündeme taşıyan bir partiyi yani, BJP’yi iktidara taşırken, bugün ülkede dini temelli politikalarla toplumsal barışın zedelenmesi gibi bir tehlike ile karşı karşıya. Bu durum, yukarıda kısaca değinildiği üzere, Myanmar’da budizmin ulusal politikanın temel unsurlarından biri kabul edilmesiyle Burma milliyetçiliğinin ayrılmaz bir parçası kabul edilmesinde olduğu üzere, Hindistan’da da karşımıza Hinduizm ile Hint milliyetçiliğinin ayrılmaz bir bütün oluşunun siyasi yansıması ile karşı karşıyayız.


21 Mart 2017 Salı

ABD “Stratejik Sabır” Politikasından Vazgeçiyor / The US ends the policy of ‘Strategic Patience’

Mehmet Özay                                                                                                                         21.03.2017

ABD’de Donald Trump yönetimi ikinci ayını doldurmadan Asya-Pasifik bölgesine ikinci önemli ziyaret gerçekleştirildi. Savunma Bakanı James Mattis’in Ocak ayı sonundaki ziyaretinin ardından Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un da geçen hafta bölgeydi. Kabinenin belki de bu en önemli iki bakanının peşpeşe Japonya, Çin, Güney Kore’ye ziyaretleri dikkate alındığında, ABD yönetiminin Asya-Pasifik’te güvenlik ilişkilerini öncellediği görülüyor. Bu gelişme Başkan Trump’ın daha önce yaptığı ve Asya-Pasifik’e yönelik keskin değişimler olacağı intibaı veren açıklamalarının aksine, bölgenin reel-politiğine uygun bir siyaset izlemekte olduğunu ortaya koyuyor.

“Stratejik sabrın” sonu
Tillerson’un ziyaretinin hedefinde hiç kuşkusuz ki Kuzey Kore sorunu bulunuyordu. Kuzey Kore’nin daha bu yılın başlarında olmamıza rağmen, beş füze denemesi tek başına yeterli bir neden olmakla birlikte, ziyaretin detaylarına bakıldığında, ABD yönetininin Kuzey Kore politikasına yönelik ciddi bir revizyonu gündeme getirdiğine tanık olunuyor. Söz konusu bu revizyon, sadece Cumhuriyetçi yönetimin eski başkan Obama döneminde uygulanan ve ‘stratejik sabır’ olarak adlandırılan Kuzey Kore politikasına karşı değil. Aksine, geçen yirmi yıllık süre zarfında uygulanan ve Kuzey Kore yönetiminin nükleer silah üretimi ve füze geliştirme sistemlerini sona erdirmesi ümidine dayalı politikasının sonlandığına işaret ediyor. Bu anlamda Japonya, Güney Kore ile ittifak ilişkileri güçlendirilirken, hiç kuşku yok ki, en önemli açılım, Kuzey Kore sorununun çözümüne yönelik olarak Çin’le stratejik işbirliği olarak adlandırılabilecek işbirliği olacak.

Kuzey Kore’ye yönelik politika değişikliğinde füze denemelerinin kıtalararası boyuta gelip dayanmış olması, ABD’de sabırların taşması anlamına geliyor. Bu noktada, Güney Kore ve Japonya’nın doğrudan hedef altındaki ülkeler olması kadar, füze denemelerinde gelinen aşamada kıtalararası nitelik kazanması ABD’yi de hedef tahtasına yerleştiriyor. Burada sorun, sadece Kuzey Kore olmadığını da görmek gerekiyor. Birleşmiş Milletler’in aldığı tüm yaptırım kararlarına rağmen, Kuzey Kore yönetiminin halen ayakta kalabilmiş olması kadar, nükleer ve füze çalışmalarına devam edebiliyor olmasının arkasında destekçi olan ülke veya ülkelerin varlığı önem taşıyor.

Kilit ülke Çin
Bu gelişmeler ışığında gözler Çin’de. Çünkü Çin’in Kuzey Kore ile açık bir şekilde devam ettirdiği ticari ve ekonomik işbirliği bulunuyor. Ayrıca, Çin’in, Kuzey Kore’nin füze ve nükleer sistemlerinin bugünkü seviyeye taşınmasında açık bir desteği olduğu şimdilik söylenemese de, en azından takındığın pasif tavır ve bunun ‘teknolojik alt yapı’nın geliştirilmesindeki rolü göz ardı edilemez. Bu durum, Çin’in, bugüne kadar Kuzey Kore’nin ‘hamisi’ vasfını taşıyan ülke olduğunu açıkça ortaya koyarken, Kuzey Kore sorununun çözümünde bugün onu ‘kilit ülke’ konumuna getirmiş durumda. Bu nedenle, Tillerson’un Çin’de devlet başkanı Şi Cinping ve başbakan Wang Yi ile yaptığı görüşmelerde iki ülke arasında ‘stratejik’ bir anlaşmanın önemine dikkat çekilerken, bu yönde bazı işaretler verildi. İşte bu nedenle, Tillerson’un ziyaretinde anahtar ülkenin Çin olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Bu bağlamda, söz konusu bu ziyaret vesilesiyle, ABD Dışişleri bakanlığı Doğu ve Pasifik bölgesinden sorumlu sekreter yardımcısı Susan Thornton yaptığı açıklamada, Tillerson’un ziyaretini ‘sonuç odaklı’ olarak tanımlaması da dikkatle üzerinde durmayı hak ediyor.

Alınması beklenen sonuç, Kore Yarımadası’nda olası bir sıcak çatışmaya girişilmeden, Kuzey Kore yönetiminin nükleer ve füze denemelerini sonlandıracak bir sürece çekilmedi. Ancak unutulmamalı ki, Kuzey Kore’nin hamisi konumundaki Çin bugüne kadar verdiği desteği, salt “iyi komşuluk ilişkileri” bağlamında gerçekleştirmiş değil. Kuzey Kore toprak sahasının Çin’in ulusal güvenliği için tampon bölge oluşu birincil nedeni teşkil ediyor. Zaten bu nedenle Çin yönetimi, ABD’nin Güney Kore’ye yerleştirmeyi istediği füze savunma sistemine (THAAD) karşı çıkıyor. Bu füze sisteminin Kuzey Kore’den gelebilecek olası bir saldırıda savunma kadar, Çin’in teritoryal bölgesini de kapsayacak olması Çin’de ABD yönetiminin niyeti ve hedefleri noktasında şüphelere yol açıyor.

“Sonuç odaklı” ilişkiler
Bu çerçevede, Thornton’un “sonuç odaklı” ifadesinin gönderme yaptığı husus, ABD ve Çin arasında ‘yeni bir stratejik yaklaşım” geliştirmeye yönelik. Amerikan tarafı, bu sonuç almaya yönelik çabaya, “Amerikan halkının çıkarları, bölgede ittifak halindeki ülkelerle ilişkilerin devamı ve Çin’in uluslararası kural ve normlara” uyması olarak açılım kazandırıyor. Özellikle son maddesi bakımından ‘idealist’ bir yaklaşım olduğu söylenebilecek bu argümanı bir anlamda uluslararası kamuoyuna verilen mesaj olarak görmek gerekir. ABD yönetiminin Kuzey Kore konusunda Çin’i ikna çabasında salt uluslararası kurallar ve normları gündeme getirmek suretiyle tehditvari bir yaklaşımla sınırlı kalmayıp, aksine Çin’in gelecekte jeo-stratejik ve jeo-ekonomik varlığına zarar getirmeyecek şekilde ticari, ekonomik ve siyasal ilişkiler üzerine temellendirmesi gerekecek. Bu nedenle, uluslararası kamuoyuna medya önünde verilen bu açıklamasının ötesinde, tarafların masa başındaki görüşmelerde farklı tutum geliştirdiklerini düşünebiliriz. Bu bağlamda, Çin yönetiminin hangi şartlarda ABD’nin önerilerine evet diyeceği konusu önem kazanıyor.

Tabii, Kuzey Kore yönetiminin nükleer ve füze çalışmalarına devam etmesinin ardında, ABD’nin rejime yönelik müdahaleci yaklaşımı ve nihayetinde rejimi sona erdirmeyi hedefleyen yaklaşımı olduğu biliniyor. Ve aynı Kuzey Kore yönetimi, Libya örneğinden hareketle, örneğin Muammer Kaddafı’nın Batı’nın baskıları sonrasında askeri çalışmaları sonlandırmasının, onun sonunu getirmesinden ötürü, ABD’nin yaklaşımını sürekli bir tehdit algısı olarak değerlendiriyor. Bu süreçte, ABD yönetiminin Kuzey Kore’yi muhatap alarak karşılıklı görüşmeler yapabilecekleri yönündeki yaklaşımın gerçekçi gözükmediği ortada. Bu nedenle bugün gelinen noktada, Kuzey Kore’de yaşanacak olası bir siyasi ve toplumsal değişimde Çin’in başat bir rol oynaması olasılıkların başında geliyor.

Kuzey Kore: Küresel bir tehdit
ABD yönetiminin Kuzey Kore politikasındaki değişimin bir nedenini de 13 Şubat’ta Malezya’da Kim Jong-nam’a yönelik cinayetle bağlantılı bir yönü olduğunu ileri sürebiliriz. Kuzey Kore yönetiminin ‘inkârcı’ bir tutumla söz konusu cinayetle arasına mesafe koyma çabasına karşılık, Malezya makamlarının şu ana kadar ortaya koyduğu veriler, cinayetin arkasında Kuzey Kore’nin olduğuna işaret ediyor. Kuzey Kore devlet başkanı Kim Jong-un’un üvey abisi Kim Jong-nam’a yönelik işlediği iddia edilen cinayetin kimyasal bir silahla gerçekleştirilmesi Kuzey Kore’yi 2008 yılında çıkartıldığı ‘uluslararası terörizme destek veren ülkeler’ listesine yeniden alınmasına neden olabilir. Malezya gibi ‘kendi halinde’ bir ülke sınırlarında işlenen cinayet, iddialar doğrulandığı taktirde Kuzey Kore yönetiminin bölge için tehdit unsuru olması, sadece Güney Kore ve Japonya ile sınırlı olmadığını da bir ölçüde kanıtlamış olacak.

Öte yandan, Güney Kore’de bir süredir ülke siyasetini sarsan ve başkan Park Geun-hye’nin anayasa mahkemesinin kararıyla görevine son verilmesine kadar ulaşan siyasi kriz, Kore Yarımadası’nda güvenlik riskini artıran bir diğer husus olarak ortaya çıkıyor. Güney Kore’de başkanlık seçiminin Mayıs ayında yapılması kararına rağmen, ülkede siyasi istikrarın yeniden sağlanabilmesi zaman alacaktır. Bu süreçte, Kuzey Kore’nin herhangi bir kıştırtıcı girişimi karşısında oluşacak zaafiyet ihtimalinin de ABD yönetimince dikkate alındığı söylenebilir.

ABD’den eylem plânı hazırlığı
Yukarıda zikredilen süreçler bağlamında ABD yönetimi Kuzey Kore’ye yönelik eylem planı hazırlığı içerisinde. Tillerson’un açıklamalarında, “Masadaki seçeneklerden birinin askeri müdahale” olacağına yer vermesi, ABD yönetiminin hazırlıklarının Kuzey Kore’yi geçen yirmi yıl zarfında denendiği şekilde masaya çekmeyi içermiyor. Aksine, Kuzey Kore yönetimine fazla bir seçenek bırakmadan, mevcut nükleer silah ve füze denemeleriyle ilgili çalışmalarına kendiliğinden tümüyle son vermesi beklentisi var. Ya da denemelerin ulaşacağı ‘tehdit boyutunun artmasına’ karşılık askeri seçeneğin uygulanabilirliğine yönelik bir karşı tehdit söz konusu. Bu noktada, Çin’in kilit ülke olarak bir kez daha adı geçiyor. Birleşmiş Milletler’in yaptırımlarının sonuç vermemesi üzerine, Tillerson, “yeni diplomatik, ekonomik, güvenlik tedbirlere başvurulacak” derken, burada Çin’e önemli bir rol düşüyor. Bu anlamda, Tillerson’un Çin’deki görüşmelerinde bu konu öncelikli bir yer taşıyordu.

Tillerson’un Doğu Asya’ya yaptığı ziyaretler, ABD yönetiminin geleneksel ittifak güçleri Japonya ve Güney Kore arasında bağların devamı ve güçlendirilmesi kadar, belki bundan çok daha önemlisi Çin’le yeni bir stratejik işbirliği amacı güdüyor. Bununla birlikte, Çin’in Kuzey Kore üzerindeki ‘yaptırım’ının ABD ve bölge ülkelerinin çıkarlarına uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi çabasında, Çin’in nasıl bir politika izleyece henüz belirginlik kazanmış değil. Öte yandan, Çin yönetiminin Kuzey Kore’deki gelişmelerden de memnun olduğunu söylemek mümkün değil. Kuzey Kore’de Kim Jong-un’un, aralarında amcası Jang Song-thaek ve üveya abisi Kim Jong-nam’ın da bulunduğu üst düzey 200 görevlinin hayatına son vermesi, kendisine yönelik olası bir komployu önlemeye hedeflerken, nükleer ve füze denemeleriyle dışarıya karşı iktidar gücünü sağlamlaştırmaya çalışıyor. Ancak bu sürecin, ABD’de yeni yönetimin özelde Doğu Asya, genelde Asya-Pasifik bölgesine yönelik politikalarıyla da uyuşmadığı ortada. Bu nedenle ABD, “stratejik sabrın” sonuna gelmiş durumda.  




19 Mart 2017 Pazar

Asya-Pasifik’de Denizcilik Kodları ve Tarihi Referanslar / Maritime Codes in Asia-Pacific and Historical References

Mehmet Özay                                                                                                                         19.03.2017

Geçen bir hafta boyunca Cakarta’da bulunduğum sırada, bu ay başında gerçekleştirilen “Hint Okyanusu’na Kıyısı Olan Ülkeler Birliği” (IORA) toplantısının izlerine şehrin belli başlı köşelerindeki panolarda asılı ilânlar sayesinde tanık oldum. Bir önceki yazıda dile getirdiğim söz konusu birlik çalışmalarının geçmişi 1990’lı yılların ortalarına dayanmakla birlikte, aradan geçen süre zarfından herhangi sağlıklı bir adım atılamamıştı. Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo’nun inisiyatifiyle ve diğer üye ülkelerin desteğiyle ilk zirveye konu olan Birlik, aslında bu üye ülkeler dışında yeni bir küresel siyasi ve ekonomik zemine işaret ediyor. Bu zemin, ABD’de Barack Obama’lı dönemin başlarında gündeme getirilen ve ABD’nin küresel siyaset ve ekonomi ilişkilerine yeni bir yön vermeye matuf bir politika olarak dikkat çeken, ‘Asya Yüzyılı’ projesinde bir kayma kadar, bir tür devamlılık olarak da okunmaya elverişli bir duruma işaret ediyor.  Bu süreci ‘kayma’ olarak adlandırmaktan kastım, ABD’de Donald Trump rejiminin Asya-Pasifik politikalarında değişim öngörmesinden kaynaklanıyor. ‘Devamlılık’tan kastım ise, Asya-Pasifik bölgesindeki gelişmelerde ABD lokomotif olma işlevinden çekilse de, bölge potansiyel değerinden bir şey kaybetmediği gibi, IORA toplantılarında olduğu gibi yeni alternatif blokların oluşumuna da el verecek kapasiteye sahip.

Obama döneminde, Asya kıtasına atfen dillendirilen ‘Asya Yüzyılı’ projesi, aslında Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarını ve geniş su yollarını içine alan Asya-Pasifik bölgesi ile sınırlı bir alanı içeriyor(du). ‘Du’ diyoruz, çünkü bu 20 Ocak 2017’den itibaren ABD’de Donald Trump yönetiminin Asya-Pasifik bölgesiyle bağlantılı güvenlik, ticaret ve yatırım eksenli ilişkilerinde kapsamlı değişiklikler olabileceğine dair söylemlerine Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) rafa kaldırılmasıyla somut adım atılmış oldu.

Bununla birlikte, özellikle Kuzey Kore’nin füze denemeleri ve nükleer silah çalışmalarına devam etmesinin doğurduğu tehdidin devamlılığı, ABD’de yeni yönetimin güvenlik politikasındaki önceki söylemlerinin aksine, Japonya ve Güney Kore ile var olan ittifak ilişkilerinin “yüzde yüz” devam ettirileceği yönünde bir teminatı gündeme getirdi. Hatta, bu sürecin son aşamasında ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Güney Kore’ye yaptığı ziyarette gözlemlendiği üzere, Kore Yarımadası’nda bir müdahaleye yeşil ışık yakacak yaklaşımlar dahi sergilenmeye başlandı.

Bu noktada, 6-7 Mart günlerinde Cakarta’da gerçekleştirilen IORA devlet başkanları ve başbakanlar düzeyindeki toplantı, ABD’nin TPPA’dan çekilmesiyle birlikte daha önce ortaya çıkabileceğine işaret ettiğimiz gelişmelerden sadece biri olarak gündeme geldi. IORA zirvesinin gerçekleştirilmesinin sadece devlet başkanı Jokowi’nin değil, aynı zamanda dışişleri bakanı Retno Marsudi ile Denizcilik ve Balıkçılık Bakanı Dr. Susi Pudjiastuti’nin katkısı yadsınamaz. Özellikle akademi kökenli Dr. Susi’nin denizcilik konusunda ehil bir kişi olması hükümetin bu alandaki politikasının belirlenmesinde önemli katkı sağladığına kuşku yok. Bu bağlamda, Dr. Susi, Jokowi hükümetinde yer almasıyla birlikte ‘denizcilik’ işlerinde reform çabasının da arkasındaki isim olarak gözüküyor.

Bakan Dr. Susi, bu süreçte, Endonezya’nın bir ‘takımadalar cenneti’ olmanın dışında, bu coğrafyanın getirdiği jeo-stratejik ve jeo-ekonomik önemin de oldukça farkında olarak, bunu bir devlet projesi haline getirmenin mücadelesini veriyor. Her fırsatta denizcilik konusunu gündeme taşıyan Bakan Dr. Susi, geçen yıl ülkenin doğusunda Maluku Adası’nda Ambon’daki Pattimura Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta, “Jokowi hükümeti, Endonezya’yı dünya çapında denizci bir ulus yapma amacı taşıyor. Maalesef bugüne kadar ülkemiz (Endonezya) deniz kaynaklarından istenildiği şekilde istifade edememiştir. Aksine bu kaynaklarımız başka ülkeler tarafından sömürülmüştür.” anlamına gelecek sözleriyle konuya dikkat çekmişti. Ancak Endonezya’nın denizci ulus olmasının, Bakanlığın icraatçı yönünün ortaya çıktığı kıta sahanlığı bağlamının ötesinde bir anlamı var. İşte bu nedenle Takımadaları’n Hint Okyanusu üzerinden Ortadoğu’ya Afrika’ya bağlanması ve ikincil su yolları da hesaba katıldığında bölgesel işbirliğinin kaçınılmaz bir boyut teşkil ettiği görülür. Bununla birlikte, 2014 yılından itibaren Endonezya’da hükümetin gündeminde etkin bir şekilde yer alması için gayret gösterilen denizcilik konusu ve tabii ki Hint Okyanusu bağlamı, aslında Endonezya için yeni bir olgu değil.

Aksine “Hint Okyanusu” konusu bundan 12 yıl önce gündeme gelmeye başladı. 26 Aralık 2004 tarihindeki 9.2 şiddetindeki deprem ve akabinde oluşan tsunaminin neden olduğu ‘doğal’ afet Hint Okyanusu’na ve de bu su yolunu çevreleyen ülkelerin ilişkisine ‘doğrudan’ bir referans niteliğindeydi. Bu felâket, bir ucu Malaka Boğazı girişinde Endonezya’nin 33 eyaletinden biri olan Açe, öte tarafta Doğu Afrika’da Somali sahillerine kadar ulaşan dev dalgalar, aslında bu devasa denizin tarihsel olarak birleştirdiği kıyıların yeniden hatırlanmasına vesile oldu. Aslında IORA toplantılarıyla bugün Endonezya merkezi hükümetinin gündeme getirmeye çalıştığı Hint Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler işbirliğinin tarihi, akademik, ekonomik boyutlarının ele alınmaya başlanması, ilki 24-27 Şubat 2007 tarihlerinde düzenlenen “Uluslararası Açe Hint Okyanusu Çalışmaları Konferansı (“International Conference on Aceh and Indian Ocean Studies” (ICAIOS) vesilesiyle oldu.

Bu adla, o günden bu yana her iki yılda bir gerçekleştirilen konferansların uluslararası komitesinde Türkiye’den de bir temsilin olması önemli/ydi. ICAIOS adı sadece konferansla sınırlı olmayıp, merkezi Banda Açe’de bulunan aktif bir ofis tarafından yönetilmekte. 3 Haziran 2011 tarihinde dünyabülteni’nde yayınlanan “Açe’deki Son Gelişmeler” başlıklı yazıda da dile getirdiğim üzere, dünyanın çeşitli ülkelerinden ve alanlarında uzman akademisyenlerin katılımı ile gerçekleştirilen bu konferanslar, o dönem Açe’de faaliyet gösteren Avrupa Birliği ve Dünya Bankası ofisleri gibi uluslararası öneme sahip kuruluşların da destek ve katkısına sahipti.

Açe’deki bu oluşumu hatırlatmamın birbiriyle ilişkili olmasından kuşku duyulmayan bazı hususları içermesinden kaynaklanıyor. İlki yukarıda da değinmeye çalıştığım üzere, bir Takımadalar ülkesi olan Endonezya’da merkezi hükümetin ülkenin bu doğal zenginliğini henüz yeni yeni keşfetmekte oluşu. Hint Okyanusu denildiğinde Endonezya bağlamında Sumatra Adası ve de bu adanın kuzeyindeki Açe Eyaleti doğal olarak akla gelen isim oluyor. Ancak on iki yıl önce Açe’de başlatılan ve sadece ‘pür akademik’ bağlamıyla da sınırlı kalmayan inisiyatifin merkezi yönetim tarafından desteklenmemiş olması açıkçası sorunlu bir duruma işaret ediyor. Söz konusu bu ‘Hint Okyanusu’ temelli yaklaşımın Açe’de gündeme gelmiş olması aslında tarihsel bir devamlılığa işaret ediyor. 

Açe’nin bin yıllık geçmişinde kurulan irili ufaklı devletlere ve bölge halklarına İslam’ın verdiği renk, bu toprakların erken dönemlerden itibaren Hint Alt Kıtası ve Arab Yarımadası ile ticari, siyasi, sosyo-dini ilişkilerini ortaya koyuyor. Aslında bu yaklaşım, örneğin Çin devlet başkanı Şi Cinping’in 2013 yılından itibaren, “Kara ve Deniz İpek Yolları” projesini gündeme taşıması ve Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümüne hakim olacak şekilde egemenlik çerçevesini genişletme politikasının tarihsel süreçlere referansla gündeme getirmesinden bir farklılık taşımıyor. Kaldı ki, Endonezya’da 2014 yılından bu yana iktidarda olan Jokowi hükümetinde de Bakan Dr. Susi’nin ortaya koyduğu ‘denizci bir ulus olma bilincinin’ ekonomik, siyasi ve de askeri vecheleriyle ortaya konması yönündeki yaklaşımı da -Cava Adası'nı dikkate alarak- İslam öncesi dönemde bölgenin denizci bir devleti olarak tarihte iz bırakmış Majapahit İmparatorluğu’na (13-15. yüzyıllar arası) referans yaptığı görülür. 

ABD yönetiminin 21. yüzyılda Asya-Pasifik’e biçtiği ‘liderlik’ rolüne karşılık, siyasi ve ekonomik rekabetin şekillendirmesiyle,  bölge ülkelerinin bir bölümünde tarihe referansla yeni bölgesel ve küresel projeleri gündeme taşıyor. Şin Cinping liderliğindeki Çin yönetiminin tarihe referansla İpek Yolları projesi, Güney Çin Denizi’nin neredeyse tamamına yakını üzerindeki egemenlik iddiası tarihi referansı bölge ve küresel politikalarda tepki doğurmaya devam ediyor. Endonezya’da ise, devlet başkanı Jokowi hükümeti, tsunami sonrasında Açe Eyaleti’nde oluşan uluslararası ortamın doğurduğu ve akademi dünyasının öncülüğünde yapılandırılan Hint Okyanusu temelli açılımı es geçmiş olsa da, ortaya koymaya başladığı ‘denizci bir ulus olma özelliği’ dikkat çekici gelişmeler olarak okunmaya aday.

10 Mart 2017 Cuma

IORA: Hint Okyanusu’nda Bölgesel İşbirliği mi? / IORA: “Attemp for Regional Cooperation in Indian Ocean?”

Mehmet Özay                                                                                                                         10.03.2017

Endonezya’nın başkenti Cakarta, 6-7 Mart günlerinde ‘Hint Okyanusu’na Kıyısı Olan Ülkeler Birliği” (IORA) adıyla anılan toplantıya ev sahipliği yaptı. 21 ülkeden üst düzey katılımla gerçekleştirilen toplantı katılımcı ülkelerin sayısal çoğunluğunun ötesinde, Hint Okyanusu gibi önemli bir su yolunun yeniden gündeme gelmesi bakımından önem arz ediyor. Afrika kıyılarından doğuya doğru uzanan geniş coğrafyada yer alan üye ülkeler şunlar: Avustralya, Bangladeş, Birleşik Arap Emirlikleri, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan, İran, Kenya, Komor, Madagaskar, Malezya, Mauritus, Mozambik, Singapur, Somali, Sri Lanka, Umman, Şeysel Adaları, Tanzanya, Tayland ve Yemen. Ayrıca gözlemci sıfatıyla altı ülke de -Çin, Fransa, Japonya, ABD, Mısır, Almanya ve İngiltere- toplantılarda yer aldı.

Dünyanın üçüncü büyük okyanusu olarak istatistiklerde yer alan Hint Okyanusu Malaka Boğazı ile bölgedeki diğer irili ufaklı su yollarıyla Ortaasya ve Doğu Asya ile Takımadalar bütünün birbirine bağlarken Süveyş Kanalı ile Akdeniz’e ulaşıyor. Bu çerçevede, 1950’li yıllarda Japonya ile başlayan özellikle 1980’lerden itibaren kalkınma hamlelerinin başgösterdiği Doğu Asya ve Güneydoğu Asya ülkelerinin enerji ihtiyacının karşılanması kadar, bu bölgenin ürettiği emtianın aynı yolla Ortadoğu, Afrika ve özellikle de Avrupa’ya aktarılmasında aktarma organı olarak işlev görüyor.

Aslında IORA, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği ‘Doğu Bloku’nun çökmesi ve Soğuk Savaş yıllarının sona ermesiyle 1990’lı yıllarda oluşan yeni dünya düzeninde arayışlardan biri olarak gündeme geldi ve temelleri o dönemde atıldı. İlk defa 1993 yılında gündeme getirilen ve çeşitli görüşmeler sonrasında 6 Mart 1997 yılında kurulan o dönem 14 üyeli Hint Okyanusuna Kıyısı olan ülkeler birliği (IOR-ARC) “Pan-Hint Okyanusu” adı verilebilecek bölgesel birliğin adıydı. Grubun içinde sadece bölgesel değil, küresel olarak da belli bir ekonomik gücü yansıtan Avustralya, Güney Afrika ve Hindistan da bulunuyordu. Bu birliğin temel ilkelerine bakıldığında ise, örneğin son dönemde adından çokça bahsedilen ancak hayata geçirilmesi akamete uğrayan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan pek de farklı olmayan yönler içeriyordu. Bunlar arasında ticarette liberal yaklaşım, yaygın bilgi paylaşımı, yatırımların genişletilmesi, bilim ve teknolojide yakın işbirliği, turizm ve insan kaynaklarının geliştirilmesi gibi alt başlıklar üzerinde duruluyordu. Öte yandan, IORA, kuruluşundan itibaren üye ülkelerin bakanlar ve teknokratları düzeyinde sürdürülen bazı görüşmeler dışında pek fazla etkinliğe konu olmadı. Aradan geçen yirmi yıl sonra, devlet başkanları ve başbakanları katılımıyla ilk zirvesi Jakarta’da gerçekleştirilmiş oldu.

Bu zirve, aradan geçen uzun bir süreye rağmen, halen ‘geçerliliğini’ sürdüren’ ‘Hint Okyanusu’ temelli yaklaşımın yeniden masaya yatırılması anlamı taşıyor. Bununla birlikte, söz konusu birliğin yeniden gündeme gelmesinde, tıpkı 1990’larda oluşan belirsizlik gibi, 2016 Kasım seçimleri sonrasında ABD’yi yönetmeye aday olmakla kalmayan, ilk birkaç aylık söylem ve icraatının ortaya koyduğu üzere ‘icad’ edeceği politikalarla küresel gündemi belirleyecek ve bu anlamda ‘belirsizlikler dönemine’ kapı aralayacak Donald Trump yönetiminin de önemli bir etkisi olduğunu söylemek mümkün. Asya-Pasifik bölgesindeki 12 ülkenin katılımıyla oluşturulan ve beş yıllık kapsamlı görüşmeler sonrasında hayata geçirilmesine ramak kala Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) Trump tarafından rafa kaldırılması, üye ülkelerden özellikle Japonya-Singapur, Malezya, Yeni Zelanda Avustralya tarafından alternatif arayışları olduğu biliniyor. IORA’ya üye ülkelere bakıldığında, TPPA içinde yer alan ülkelerden üçünün Avustralya, Maleya ve Singapur aktif üye, Japonya’nın ise gözlemci ülke sıfatıyla IORA toplantılarında yer alması, TPPA’ya alternatif arayışlarında yeni bir yönelime işaret ediyor. Ev sahibi konumundaki Endonezya ise, TPPA’ya üye olmasa da üye olmak için hazırlık içerisindeydi.

Cakarta’nın bu toplantıya ev sahipliğine istekli olması, elbette Jokowi’nin bir süredir Endonezya’nın bir ‘Takımadalar’ ülkesi olduğunu hatırla/t/masıyla ilintili. Ayrıca Jokowi’nin bu konuda Çin devlet başkanı Şi Cinping’in ‘Kara ve Deniz İpek Yolları’nın getirmesinden de ilham alarak devasa okyanus ve denizlerle çevrili ülkesinin bu potansiyelden ne şekilde istifade edebileceğinin yollarını araması açısından da önem taşıyor. Bu noktada, yeni arayışlar içerisindeki bölge ülkelerin yeni bir ekonomi bloğu oluşturma konusunda IORA üzerinden harekete geçmekte olduklarına tanık olunuyor. Bu anlamda en azından çeyrek yüzyıl sonra tarih bir kez daha tekerrür ederken, bu sefer acaba Hint Okyanusu’nu çevreleyen ülkeler nasıl bir siyasi-ekonomik ve kültürel yapılaşmaya imza atacakları cd ve bunu uzun erimli kılabilecekleri ise merak konusu.

Sınırları Güney Afrika’dan Avustralya’ya kadar uzanan Arap Yarımadasını çevreleyen ülkeler, Hint Alt Kıtası, ASEAN veya Güneydoğu Asya bölgesi ile kıta-ülke Avustralya’yı içine alan devasa su yolu tarihte sahip olduğu zenginliği bugün de farklı bağlamlarda da olsa sürdürüyor. Toplam 21 ülkenin bulunduğu bu coğrafyayı değişik kategoriler şeklinde ele almak mümkün. Böylece aşağıda değinileceği üzere küresel ekonominin biçimlendirilmesinde potansiyel bir yeri olduğu ileri sürülen birliğin farklı bağlamlarla da yerini tespit etmek mümkün.

Genel itibarıyla Doğu ve Güney Afrika, Arap Yarımadası ve Körfez, Hint Alt Kıtası, Malay Dünyası ve Avustralya olarak bölümlere ayırmak mümkün. Öte yandan, dini-kültürel bağlamıyla ele alındıkta karşımıza ağırlıklı olarak İslamiyetin hayat bahşettiği milletlerle, Hıristiyanlık ve Hinduizmi benimsemiş milletlerle karşılaşılır. Bir diğer gruplandırma şekli ise, Anglo-Sakson dünyasına mensup ülkeler ile, bugün için neye tekabül ettiği sorunlu da olsa, ‘Bağlantısızlar’ ekolü olarak adlandırılan ülkeleri saymak mümkün.

Bir başka kategori ise, katılımcı ülkelerle ilgili olarak tarihi referansları bağlamında ortaya konulabilir. Çin’in varlığı akıllara, 14. yüzyılda Ming Hanedanlığı döneminde Zheng Ho’nun Güney Afrika’ya kadar uzanan yedi büyük seferini getiriyor. ABD’nin varlığı, 1820’li yıllardan başlayarak örneğin Boston’dan yola çıkan ticaret gemilerinin Singapur, Penang ve Sumatra Adaları’ndaki ticari faaliyete eklemlenmesi geliyor. İngiltere özelinde ise, Güney Afrika’dan Avustralya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada neredeyse el değmedik yer bırakmaması ile önemli bir ‘gözlemci’ statüsü rolünü hak ettiğine kuşku yok. Japonya ise, 1850’li yıllarda başlayan modernleşmeci hareketlerini endüstrileşme ve bürokratiklemedeki başarısını askeri alanda güçlü bir şekilde sergilemesi ile sömürgeci batıyı karşısına alarak ‘Asya Asyalılarındır’ ilkesini hayata geçirme hedefiyle 1936’dan başlayarak 1945’e kadar süren Hint Çini-Malay Takımadaları’nı içine alan coğrafyadaki varlığıyla dikkat çekiyor.

Yukarıda bahsi geçen kategoriler ötesinde “Acaba bu ülkelerin tümünü birleştiren yegâne unsur var mıdır?” sorusu önem taşıyor. Geçmişleri ve bugünüyle İslamiyetle ilişkileri bağlamındaki bir ‘Malay dünyası’; sömürge dönemindeki Anglo-Sakson hegemonyasının sömürge sonrası dönemdeki ‘Commonwealth’ ilişkisinden söz edilebilirse de, bu değerlerin birleştiricilikten bahsetmenin tartışmalı olduğu görülüyor. Kimi gözlemcilerin ‘güney-güney’ ilişkisine güzel bir örnek olarak sunmalarına rağmen, coğrafi olarak güneyde olmakla birlikte Kuzey’in temsilcileri hükmündeki Avustralya, Singapur, ile kısmen Malezya bu cepheleşmenin dışında ve hatta rakib bir konumda bile kaldıklarını söylemek mümkün. Geriye ‘denizci millet’ olma hususiyeti kalıyor ki, zaten 90’lardan başlayarak hafta başındaki toplandıda da başat unsur ekonomi ve ticari ilişkilerin yapılaştırılmasına odaklanıyor. Dönemin getirdiği bir diğer unsur olarak ‘güvenlik’ meselesi de yabana atılır bir konu değil. Bununla birlikte, gözlemci statüsündeki ABD ve Çin’den güvenlik noktasında doğrudan bir açıklama gelmiş olmasa da, IORA dışındaki ikili ilişkiler çerçevesinde Hint Okyanusu’na müdahil olduklarına tanık olunuyor. IORA içerisinde ise üye ülkelerden, örneğin Hindistan’ın Çin’le olan ayrışması Çin’in Hint Okyanusu’nda hayata geçirilecek güvenlik eksenli politikalarda söz sahibi olmasını istememesi sonucunu doğuruyor. Kaldı ki, Hindistan henüz üye olmamakla birlikte Pakistan’a karşı da benzer bir refleks gösteriyor.

Bu bağlamda, Endonezya devlet başkanı Jokowi’nin konuşmasına göz atmakta fayda var. Jokowi, “1000 yıl boyunca Atlantik dünyaya egemen oldu. Şimdi sıra Hint Okyanusu’nda… Hint Okyanusu, dünya ekonomisine yön verebilecek bir büyüme sergiliyor.” tarzında bir söylemi dillendirmesi dikkat çekiciydi. Bu söylem, sanki IORA bağlamında tarihin yönü değişiyor veya değişmeye aday bir algı oluşmuyor değil. Jokowi’nin bu söyleminde kısmen haklılık payı olduğunu bile söylemekle mümkün. Ancak ‘1000 yıl boyunca Atlantiğin rolü’ ne idiyse bunu belirleyen Avrupa oldu. Öte yandan, Hint Okyanusu’nda neler olup bittiğini ise, genel anlamda 1000 yıla varan bir yaklaşımla bile ele almaktan uzak bir durumda oluşumuzda, bu okyanusu çevreleyen milletlerin tarihinin de Avrupalılarca belirlenmesinin etkisi var. Bu bağlamda, Avrupa merkezci yaklaşımın bir ürünü olarak dünya tarihine Magellan’ın 15. yüzyıl sonundaki Hindistan seferiyle giren Hint Okyanusu’nun bu yüzyıl öncesinde ne gibi rol oynadığı konusunda yerel kaynakların ve bu geniş coğrafyada yaşayan çeşitli milletlerin tarihi, dini-kültürel ve ekonomik etkinliklerinin es geçilmesi, gözleri sürekli Batılı araştırma kurumları ve üniversitelerin verilerine mahkum ediyor. Bu tarihi referanslar üzerine uzun uzun konuşmak mümkünse de, Başkan Jokowi’nin bu yaklaşımın revize edilmeye matuf bir yönü olduğunu belirterek yetinelim.

Yukarıda zikrettiğim bazı itirazlara rağmen, bugün IORA’nın yeniden bir araya getirilmesine sebep, bu coğrafyanın küresel ekonomi içerisindeki yerine işaret eden şu anki konumu ile sahip olduğu potansiyellerinin cazibesidir. Yine Jokowi’nin konuşmasına atıf yaparsak, bölge ülkelerinin ekonomik kalkınmışlık seviyesi, örneğin Doğu Afrika’nın yüzde 6’lık, Hint Alt Kıtası ve ASEAN ülkelerinin yüzde 5 ila 7’lere varan büyüme oranları bulunuyor. Söz konusu büyüme rakamları bir cazibe merkezi olmakla birlikte, sağlıklı bir büyümenin veya Batılı liberal ekonomilerin ortaya koydukları eko-politik yaklaşımların çokça uzağındaki ülkelerde orta sınıflaşmanın da etkisiyle ‘iç tütekimdeki artış’ gibi farklı olgulardan hareketle ortaya çıktığını görmek gerekir. Bu anlamda, bu ülkelerde ‘kalkınma hızlarının’, hakim sistemin, yani mevcut neo liberal politikalar ve geniş anlamıyla kapitalizmin küresel etkisinin bir sonucu olduğuna kuşku yok. Öte yandan, bu büyüme rakamları ile söz konusu ülkelerin büyük bir çoğunluğunun teknolojik, bilimsel katkıları, sürdürülebilir eko-politik politikalar, şeffaf yönetim gibi Batılı liberal ekonomilerin hakim olduğu süreçleri ne kadar takip edebildikleri ise şüpheli.

Bu mülâhazalar çerçevesinde ekonomiye kazandırılacak potansiyel değerler, iyi niyet, ülkeerin karakteristiklerinden hareketle güney-güney ilişkisi ve Batı’ya tepkinin dışında IORA’yı güçlü bir konuma kazandırmak için üye ülkelerin daha epey yol katetmesi gerekecek.


9 Mart 2017 Perşembe

Kore Yarımadası’nda Kırılma Anı Yaklaşıyor / Turmoil Closer to Korean Peninsula

Mehmet Özay                                                                                                                         10.03.2017

Kuzey Kore devlet başkanının üvey kardeşi olduğu ileri sürülen Kim Jong-nam’ın 13 Şubat’ta havalimanında öldürülmesi üzerine, ‘cinayet’in nasıl ve kimler tarafından işlendiği konusu yerini Malezya ve Kuzey Kore arasında diplomatik sürtüşmeye bıraktı. Gidişata bakılırsa sürtüşmenin bu iki ülke ile de sınırlı kalmayacağı görülüyor. Geçen 4 Mart Cumartesi gününden bu yana iki ülke yönetimi karşılıklı diplomatik falsolar nedeniyle büyükelçilerin ülkeyi terk etmesi istenirken, ilgili ülke vatandaşlarının bulundukları ülkeleri terk etmelerine de izin verilmiyor. Dün, Malezya Başbakanı’nın Kuzey Kore’deki vatandaşların ‘güvenliğini’ sağlama adına söylem düzeyinde geri adım atmasına rağmen, Kore Yarımadası’ndaki krizin Güneydoğu Asya’ya doğru sıçraması eğilimi en azından potansiyel olarak söz konusu olduğu görülüyor.

Malezya-Kuzey Kore ilişkisi
Bu çerçevede iki ülke ilişkilerine ‘zarar’ verecek ne türden bir bağ olduğu sorusu da tabii ki önem taşıyor. Malezya gibi Anglo-Sakson dünyaya mensubiyetiyle öne çıkan bir ülkenin Birleşmiş Milletler yaptırımları, ABD ile ilişkilerine rağmen Kuzey Kore’yle ilişkilere devam etmesi sadece bu ülkenin elçiliğinin Kuala Lumpur’da operasyonuyla sınırlı değil. Bu bağlamda, yaklaşık bir aya yaklaşan süreçte, Malezya ile Kuzey Kore arasında ‘özel’ denilebilecek bir ticari ve siyasi ilişkinin olduğu, hem Malezya kamuoyu, hem de dünya kamuoyuna yansımış oldu. Bu bağlamda, iki ülke arasında vize muafiyeti, ticari ilişkilerin sürdürülmesi, Kuzey Kore havayolları (Koryo) Kuala Lumpur’da faaliyet göstermesi ve sayısı bine ulaşan Kuzey Kore vatandaşının Malezya iş yaşamında yer alması dikkat çeken hususlardı.

Bu ilişki biçimi, Birleşmiş Milletler yaptırımlarına ve özellikle ABD’nin Kuzey Kore yönetimine yönelik siyasi baskısına rağmen, Malezya’nın Kuzey Kore’yle işbirliği azınlık sayıdaki ülkelerle aynı sınıflama içerisinde yer almasını sağlıyor. Malezya cephesinden konuya bakıldığında, her iki ülkenin ‘bağlantısızlar’ bloğuna mensup oluşu; Kuzey Kore’de sıradan vatandaşların zaten turist olarak ülke dışına çıkmasına izin verilmemesi; Kuzey Kore ile ticari ilişkilerin de daha çok devlet teşekküllerince yapılıyor oluşu gibi gerekçelerle mazur gösterilebilir bir tarafı olabilir. Hatta, Kuzey Kore’nin ‘uluslararası çevrelere’ yakınlaştırılması noktasında faydasından bile söz etmek mümkün.

Kuzey Kore maktulun kimliğini reddediyor
Malezya’da işlenen cinayetin uluslararası bir boyut arz etmesinde, söz konusu cinayete kurban giden kişinin ‘gerçek’ kimliği ile cinayette kullanıldığı belirtilen ‘öldürücü’ kimyasal maddeden kaynaklanıyor. Cinayete kurban giden kişinin üzerinden Kim Chol adına düzenlenmiş pasaport çıksa da, Güney Kore makamlarının yardımıyla gerçek kimliğinin Kuzey Kore devlet başkanının üvey abisi Kim Jong-nam olduğu belirtiliyor. Ancak Kuzey Kore yönetimi şu ana kadar bunu doğrulamadığı gibi, bu veriyi reddetme yolunu tercih ediyor. Böylece, şu ana kadar cinayeti ‘azmettirenlerle’ ilgili verilere ulaşılamaması kadar, ‘kimlik’ üzerinde de bir reddiye ile olayla Kuzey Kore yönetimi arasında bir ilişkinin olmadığı ortaya konulmaya çalışılıyor.

Kuzey Kore Terör listesine alınabilir
Bir başka ülke topraklarında işlenen bu cinayette VX türü sinir gazı kullanılarak işlenmesi Birleşmiş Milletlerin 2005 Kimyasal Silahlar Sözleşmesi ve 1997 Kimyasal Silahlar Sözleşmesi’ne göre kimyasal silah sınıflamasına giren VX türü sinir gazıyla işlendiğinin açıklanması birkaç açıdan önemli. Bunlardan ilki, kimsayal silah kategorisindeki bu maddenin, Malezya başta olmak üzere bölge ülkelerinin kimyasal silah ticareti tehdidi altında olabileceğini ortaya koyuyor. Bir diğer husus ise, söz konusu cinayetin Kuzey Kore yönetimince işlendiğinin kesinlik kazanması halinde uluslararası kurumların devreye girerek Kuzey Kore’nin ‘uluslararası terörü destekleyen ülkeler listesine’ alınması, aynı zamanda bu ülkeye yönelik yeni yaptırımları gündeme getirecektir. 2008 yılında söz konusu terör listesinden çıkartılan Kuzey Kore’nin yeniden listeye alınması hiç kuşku yok ki, Kore Yarımadası’nda zaten gergin olan ilişkileri daha da artırmanın yanı sıra, uluslararası kamuoyunun baskısına maruz kalan Kuzey Kore’yi biraz daha köşeye sıkıştırma anlamına gelecektir. Bununla birlikte, Kuzey Kore yönetimi böyle bir ihtimalin oluşabileceğini hesaba katarak 4 Mart’ta yaptıkları açıklamada, ABD yönetiminin Kuzey Kore’yi yeniden terör listesine alma konusunda bir karara imza atmasının bedelini ağır bir şekilde ödeyeceğine yönelik açıklaması da dikkat çekici bir gelişmeydi.

Kore Yarımadası’nda küresel hesaplaşma
Kim Jong-nam cinayeti, Malezya’da ülkeyi bir kez daha küresel kamuoyu önüne çıkartan ‘talihsiz’ bir hadise olarak algılanırken, aslında olayın perde arkasında Kuzey Kore ve Güney Kore ile Çin-ABD ve Japonya aktörlerinin varlığına dikkat çekmek gerekiyor. Söz konusu bu güçler arasında ABD ve Çin’in varlığının belirleyici konumda olduğu da aşikâr. ABD, bir yandan Doğu Asya’da kurduğu güvenlik kuşağında Japonya ve Güney Kore’yle ittifak yaparken, aynı zamanda bu iki ülkeye yönelik -örneğin Kuzey Kore tarafından- herhangi bir saldırı karşısında müdahalede birinci derecede rol alacak.

Son birkaç yıldır birbiri ardı sıra gerçekleştirdiği füze denemeleri nedeniyle Kuzey Kore’ye yönelik olarak ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler tarafından alınan yaptırımların çerçevesi genişletilse de, şu ana BM’de alınan kararlar  Kuzey Kore yönetimine diz çöktürtmeye kafi gelmedi. Aksine, Obama döneminde birbiri ardına gelen füze denemeleri sonrasında Kuzey Kore yönetimi, yeni başkan Trump’ın ‘tehditvari’ yaklaşımından hemen sonra denemelere yeniden başlaması, Kuzey Kore yönetiminin Amerikan liderlerinin söylemini dikkate almadığını gösteriyor. Bu noktada akla şu sorular geliyor: Hangi ülke/ler ne amaçla Kuzey Kore’ye destek vermektedirler? Söz konusu bu ülkeler desteklerini hangi şartlarda geri çekme eğilimi sergileyecekler?

Kuzey Kore yönetimi, füze denemelerinin sonuncusunu hem de dört füze ile geçen Pazartesi günü gerçekleştirmesine sebep olarak, bir süre önce başlayan ABD-Güney Kore tatbikatına tepki olduğunu ileri sürüyor. ABD-Güney Kore ortak tatbikatının Kuzey Kore’ye yönelik olası bir müdahalenin ipuçlarını taşıdığı konusundaki görüşler de gündemde yer alıyor. Pazartesi günkü füze denemeleri ve peşinden Kuzey Kore yönetiminin tehditvari açıklaması karşısında ABD yönetimi geçen yıl varılan anlaşma gereğince Güney Kore’ye füze savunma sistemleri (THAAD) yerleştirilmesi konusunda harekete geçti.

Çin barışa götürüyor
Bu noktada hiç kuşku yok ki, gözler Çin’e çevrilmiş durumda. Çin Dışişleri bakanı Wang Yi’nin daha dün yaptığı açıklamayla Kuzey Kore’yi nükleer ve füze denemelerine son vermeye çağırması oldukça önemliydi. Çin Kuzey Kore’ye bu mesajı verirken, aynı zamanda Kore Yarımadası’nda olası bir sıcak gelişmenin önüne geçmek adına ABD ve Güney Kore’ye de ortak tatbikatı sona erdirme çağrısında bulundu. Wang Yi açıklamasında son gelişmeyi, ‘iki trenin hızla birbirine doğru gelmesi’ örneğiyle vermesi, bir anlamda Kore Yarımadası’nı sarabilecek aleve işaret ediyor.

Kuzey Kore’ye yapılacak herhangi bir müdahalenin Çin-Kuzey Kore arasındaki anlaşmaya binaen Çin doğrudan müdahele ‘hakkına’ sahip. Çin’in Kuzey Kore’ye bu ‘askeri’ desteği, sadece bu ülkeye ideolojik yakınlığından kaynaklanmıyor. Aksine, Kuzey Kore toprak parçası Çin için bir tampon bölge olma anlamı taşıyor. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki anlaşmaya rağmen, Çin yönetiminin Kuzey Kore’yi savunma adına aktif bir müdahaleye hazır olup olmadığı, buna cesaret edip edemeyeceği ise meçhul. Kaldı ki, Çin son otuz yılda elde ettiği kazanımları böyle bir ortamda kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Tam da bu durumda, Çin dışişleri bakanının yaptığı açıklamayı Kore Yarımadası’nda barış sürecinin başlatılmasına şans tanıyacak bir açılım olarak da ele almak mümkün.

Bu noktada, Kore Yarımadası’nda suların bu denli ısındığı ve hatta Malezya’daki cinayet bağlamında bölgesel yayılma eğilimi gösterdiği bir ortamda acaba Kore Yarımadası’na barışı getirecek bir yol var mı sorusunu da sormak gerekir. Bu bağlamda, şayet barış gelecekse bunun nasıl ve hangi yollarla geleceği de tabii ki önemli. Çin dışişleri bakanının yukarıdaki açıklaması dikkate alındığında, Kuzey Kore üzerinde baskı kurabilecek yegâne ülkenin Çin olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu çıkışı, Çin yönetiminin görevini yapmaya başladığı intibaını verdiğini düşünmek de mümkün. Şayet Çin yönetimi bu baskısını sadece uluslararası kamuoyunda bir ‘şov’ olarak gündeme getirmiyorsa, kapalı kapılar ardında da olsa barışa yönelik girişimi çerçevesinde Kuzey Kore yönetimiyle görüşmelere başlaması, bugün için gerçekleşmesi güç de olsa yeni bir çıkışa yol açabilir. Böylece, bu sürecin Kuzey Kore yönetiminin, Çin’in iknasıyla uluslararası çevrelerin kararlarına boyun eğmesi, bir başka deyişle uluslararası kamuoyuyla işbirliğine kapılarını aralaması Kore Yarımadası’na barışın gelmesi anlamı taşıyacaktır.

ABD ve Çin jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeli
Bununla birlikte, iki Kore’nin birleşmesinin hangi şartlarda gerçekleştirileceği hususu da, Çin ve ABD yönetimlerini jeo-stratejik yaklaşımları noktasında yakından ilgilendiriyor. Olası bir birleşmenin ortaya çıkması halinde, Yarımada’nın ABD’nin güvenlik şemsiyesinde kalmaya devam etmesi Çin tarafından kabul edilebilir bir durum değil. Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’un ileri sürdüğü üzere, Güney Kore ve Amerikan birliklerini Yalu Nehri’ne veya 38. paralelin yukarısına taşıyacak bir gelişme Çin’in ulusal güvenlik politikalarıyla doğrudan çelişen bir sürece işaret ediyor. Öte yandan, birleşmiş bir Kore’nin Çin yanlısı politikalara evrilmesi de ABD açısından benzer bir potansiyele gönderme yapıyor. Bu noktada Çin ve ABD’nin barış için masaya oturduklarında, bugüne kadar jeo-stratejik yaklaşımlarını değiştirmeleri gerekiyor. ABD ve Çin’i bağlayıcı kılan bu şartlar bugüne kadar bu iki gücü Kore Yarımadası’nda statükoyu korumaya yönelik politikalara hapsetmişti.

Hiç kuşku yok ki, Kuzey ve Güney Kore’nin birleşmesinin, sadece bu iki ‘öz’ halk arasında birliği tesis etmekle ve iki ülkeye barış getirilmesiyle sınırlı kalmayan, aksine küresel bir vechesi bulunuyor. Bu anlamda, tıpkı Soğuk Savaş döneminin bitişinde Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi süreci gibi, Kore Yarımadası’nda da benzer bir bütünleşmenin yapılabilirliği üzerinde kafa yorulurken, ABD’nin Almanya’nın birleşmesinde oynadığı rolün benzerini Kore Yarımadası’nda oynayabilmesi tek başına yeterli gözükmüyor. Bu noktada, gene iş dönüp dolaşıp “Çin faktörüne” kilitleniyor. Bu günlerde ortaya çıkan bu en zor koşullarda barışa yönelik hesaplar yapılacaksa yine bu iki gücün yani ABD ve Çin’in inisiyatifle gerçekleştirilecektir.