29 Eylül 2016 Perşembe

Malezya Başbakanı Almanya’da / Malaysian PM in Germany


MehmetÖzay                                                                                                                            29.09.2016

Malezya başbakanı Necib bin Rezak, Almanya başbakanı Angela Merkel’in davetlisi olarak Almanya’ya resmi ziyarette bulundu. Başbakan’ın bu ziyaretinde hedef iki ülke arasında ticaret ve yatırım hacmini artırma konuları gündeme geldi.

Başbakan Necib bin Rezak, Almanya başbakanı Angela Merkel’in davetlisi olarak Almanya’ya resmi ziyarette bulundu. Heyetler arası görüşmelerde iki ülke arasında ticaret ve yatırımları artırılması konusu gündeme geldi.

Almanya Avrupa Birliği içerisinde Malezya’ya en büyük yatırım yapan ülke konumunda. 400 Alman şirketi, 2016 yılı ilk yarısında yaklaşık 1.6 milyar dolar yatırım yaptı. Geçen on yıl zarfında ise Almanya’dan Malezya’ya yapılan yatırımlar 8.7 milyar dolara ulaştı.

Necib bin Rezak’ın Başbakan olarak Almanya’yı bu ilk ziyaretinde kendisine ekonomi ve yatırım bakanları ve ilgili bürokratlar eşlik etti.

Başbakan Necib bin Rezak yaptığı açıklamada, Almanya yatırım şirketleriyle yaptığı görüşmede Malezya’ya yatırımların 375 milyon dolarlık ilave yatırımın plânlandığını söyledi.  Başbakan görüşmelerde uluslararası şirketlerin yanı sıra, orta ölçekli Alman endüstri ve imalat sanayiinin de yatırımlarını beklediklerini ifade etti.

Görüşmelerde ayrıca 16. Almanya İş Dünyası Asya-Pasifik Konferansı’nın 2018 yılında Kuala Lumpur’da yapılmasının gündeme geldiği belirtiliyor.

Almanya AB içinde Malezya’ya en büyük yatırım yapan ülke olmasının yanı sıra, Malezya’nın öncü ticaret ortağı konumunda bulunuyor.

İki ülke arasında 2015 yılı ticaret hacmi 11.8 milyar Avro olarak gerçekleşti.

Almanya’nın ithal ürünleri arasında elektrik ve elektronik aksam, endüstriyel yağ, kauçuk ve kimyasal ürünler gelirken, ihracatında makine, motor ve eczacılık ürünleri başı çekiyor.

İki ülke arasında Ticaret ve Endüstri Birliği ile Malezyalı öğrencilere mesleki eğitim vermeyi hedefleyen Almanya-Malezya Enstitüsü 1992 yılından bu yana hizmet veriyor. İki ülke arasında Sermaye Koruma Anlaşması 1960 yılında, Çifte Vergilendirme Anlaşması ise 1980 yılında imzalandı. Malezya, Singapur’la birlike ASEAN içinde Almanya’ya ticaret te ilk sırada yer alırken, Alman ürünlerinin rağbet gördüğü ülkeler arasında da başta geliyor. 

26 Eylül 2016 Pazartesi

Kuzey Kore Tehdidi ve Pasifik’teki Güç Dengeleri / North Korean Threat and Balance of Power in the Pacific


Mehmet Özay                                                                                                                           26.09.2016

Kuzey Kore (KK), nükleer füze denemeleriyle küresel medyada yer almaya devam ediyor. Bir başka deyişle, kapılarını dış dünyaya kapatan son birkaç ülkeden biri konumundaki KK’nın dünya kamuoyu için anlamı sadece deneyegeldiği füzelerle ilişkilendirilen bir ülkeden öteye geçmiyor. Bu füzelerin başta komşu ve ırkdaş ülke Güney Kore ile Japonya kadar ABD’yi de hedef alması, süreci başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler için de önemli bir tehdit algısının ötesinde gerçek bir tehdide dönüştürüyor. Bu nedenle, 9 Eylül’de gerçekleştirilen beşinci denemenin bugüne kadarki en büyük deneme olması, özelde Kore Yarımadası, Doğu Çin Denizi ve genel itibarıyla Asya-Pasifik’de güvenlik politikalarının önemini giderek artırıyor.

Bu süreçte, uluslararası medya tarafından KK’nın küresel bir tehdit teşkil ettiği algısı oluşturulmasına tanık olunuyor. Bunun sebebi de KK’nin kendini dış dünyaya kapatması, bir başka deyişle içe kapanması ve bu siyasi korumacılık politikasının bir göstergesi olarak ve de Batı’nın ‘üzerine geldiği’ veya ‘köşeye sıkıştırmak istediği’ düşüncesiyle agresif bir şekilde füze denemeleriyle dünyaya meydan okumasıdır. Bu gelişme karşısında Batılı güçler ve bölgedeki müttefikleri de bu tehdidi bertaraf etmenin yollarını arıyorlar. Bu noktada, BM’de düzenlenen yıllık genel kurul toplantısı bölge liderlerinin görüşlerini dünya kamuoyuyla paylaşma noktasında önemli bir platform oldu.

Komünist elit sultası
Nükleer silah üretimi sürecinin ötesinde, komünist bir rejime konu olan KK’nın siyasi yapısı ve bürokrasisi gibi konularda bilgi kısırlığı mevcut. Yakın geçmişe kadar, başta üçüncü dünya toplumları olmak üzere küresel anlamda epeyce bir sempatizanı olduğu söylenebilecek komünizm ideolojisinin bugün temsil edildiği KK’ye ne somut ne teorik bir ilgi ve alâka beslendiği iddia edilebilir. Kendini Soğuk Savaş dönemi şartlarında Batı karşıtlığına endekslemiş ülkenin bugünkü siyasi duruşunu, Batı’nın ‘tehditleri’ karşısında kendi fiziki varlığını korumakta bulan ve bunu da nükleer silah üretimiyle gerçekleştirmeye çalışan bir siyasi elit mekanizması belirliyor. Öyle ki, küresel kamuoyu sadece atılan füzeleri izleyen ve ardından intikamcı duygulara bürünerek ‘sırıtan’ genç lider Kim Jong-un‘dan başka bir siyasi figüre de öyle kolay kolay tanık olamıyor.

Öte yandan, toplumsal ve kültürel yapısı hakkında birşeyler bilmek bir yana gündelik yaşamına dair de elle tutulur bilgilere ulaşmak ise neredeyse mümkün değil. Ancak çeşitli uluslararası kurumların değerlendirmelerine göre sosyal yaşamın komünist partisi lider sultasına endeksli bir yönelim sergilediği görülüyor. Bir kıstas olabileceğinden hareketle, ülkede sadece 28 internet sitesinin olmasının özgürlükler, modernleşme gibi komşu ülkelerin teneffüs ettiği süreçleri dahi izleme imkânından yoksun olduğu anlaşılan ülkede toplumun en azından bazı kesimlerinin açlık ve yoksullukla boğuştukları ortada. Dolayısıyla adında ‘Demokratik’, ‘Halk’ kavramlarının geçtiği bir devlet yapısının ve bunun toplumsal veçhesinin neye tekabül ettiği malum değil.

Kuzey Kore: izole ülke
Tam adıyla ifade edecek olursak Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, yakın döneme kadar, dünyaya kapalı olması bağlamında adı Myanmar ve Küba, nükleer denemeleri sadedinde ise İran’la birlikte anılıyordu. Bununla birlikte, adı geçen bu ülkelerde iç ve dış faktörlerce yaşanan değişimlerin neticesinde KK giderek daha da yalnızlaştı ve belki de dünya genelinde yegâne ‘izole’ ülke görünümünde. Adı geçen bu ülkelerin çatışmacı bir dönemin ardından, uluslararası kabul edilen normları benimsemelerine karşılık KK yönetiminin üst üste ortaya koyduğu icraatlarla BM sözleşmelerini ihlâli, bu ülkeye yaptırımların artırılacağı ve hatta müdahalenin bile gündeme gelebileceğini akla getiriyor. Bu noktada, son dönemde tanık olunduğu üzere, KK’nın tehdidine maruz kalan ilgili ülkeler arasında askeri işbirlikleri artırılıyor ve askeri tatbikatlar şeklinde bir güç gösterisi sergileniyor. Öte yandan, BM genel kurul toplantısında Japonya ve Güney Kore temsilcileri yaptırımlar konusunu bir kez daha yüksek sesle gündeme getirdiler. Japonya Başbakanı Abe ‘artık dayanılmaz bir hâl alan KK tehdidine karşı bütünüyle farklı bir tepki verilmesi’ üzerinde dururken, Güney Kore dışişleri bakanı da KK’nin BM üyeliğinden çıkartılmasını önerdi.

Nükleer denemeler riski artırıyor
KK, farklı nedenlerle de olsa Batı’ya ‘kafa tutan’ yukarıda adı geçen ülkelerle aynı kategoride yer alırken, daha çok nükleer işbirliği çerçevesinde ilişkileri yoğun denetim altında tutuluyordu. Örneğin, Güney Çin Denizi, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu güzergâhı üzerinden İran’la yapılacak bir işbirliğinin tehdit boyutuna olduğunca dikkat çekiliyordu. Myanmar’ın demokratikleşme sürecini arşınlamaya başlaması, ABD-Küba ilişkilerinin normalleşme seyri, AB ve ABD’nin İran’la nükleer çalışmaları kontrol anlaşması sonrasında Batı’nın ‘Kuzey Kore artık tehdit olamaz’ denilebilecek bir argümana sahip olduğu düşünülebilirse de, aslında gerçek pek de böyle değil. Aksine KK, nükleer denemelerine giderek daha fazla ağırlık verirken, tehdit unsuru da buna paralel olarak artış gösteriyor. Bu noktada, KK’nin bu askeri varlığının arka plânında hangi ülkenin yer aldığı sorusu ortaya atılıyor.

Bu noktada, hiç kuşku yok ki, akla birincil derecede komşu ülke, belki de dış dünyayla doğrudan irtibatlı olduğu tek ülke, Çin geliyor. KK yönetiminin, yanı başındaki Çin’den aldığı şu veya bu ölçüdeki destek devam ettiği müddetçe hem kapılarını dış dünyaya kapatmaya hem de nükleer denemelere devam edecektir. Bu çerçevede, KK henüz yüksek kapasiteli nükleer, hidrojen bombaları üretememiş olsa dahi, son denemenin de ortaya koyduğu üzere bu yöndeki çalışmalarının ‘başarıyla’ devamı, Batı ve bölgedeki müttefiklerinin maruz kaldıkları risk oranı giderek artıyor. Batılı ülkelerin dış politikalarını temelde bu tür riskleri dikkate alarak yönlendirdikleri dikkate alındığında, başta ABD olmak üzere bu çevrelerin hedefinde KK’yi artık bir tehdit unsuru olmayacak bir yapıya evirmek olacaktır.

Çin ve ‘Altılar’ toplantısı
Bunun için sadece ABD-Güney Kore-Japonya askeri ve istihbarat işbirliği değil, KK üzerinde siyasi baskı mekanizması kurabilecek Çin bulunuyor. Çin yönetimi, Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılması politikalarına sıcak bakarken, aralarında ABD, Japonya, Çin, Rusya, Kuzey Kore ve Güney Kore’nin bulunduğu altılar toplantılarının yeniden başlatılmasında ve konunun ‘barışçıl’ yöntemlerle çözümünde ısrarcı. Ancak burada ciddi bir tenakuz olduğu da görülüyor. Geçen Temmuz ayında Pekin’de yapılan Kuzeydoğu Asya İşbirliği Diyaloğu (NEACD) toplantısına katılan KK dışişleri bakanlığı yetkilisinin ‘altılar toplantısının artık mümkün olmadığı’ yönlü açıklamasını ve KK yönetiminin geçen Mayıs ayında yapılan 7. İşçi Partisi Kongresi’nde aldığı, ‘nükleer silahlardan arındırılmasının anayasaya aykırılığı’ kararını Çin yönetimi göz ardı ediyor olamaz. KK yönetimi, ABD’nin altılar grubu toplantılarında ülkede nükleer silahlanmanın sonlandırılması talebine karşılık, bunu bir yaptırım olarak kabul ediyor. Alternatif olarak ise, ‘tüm dünyada nükleer silahların kaldırılmasını’ şartını masaya yatırıyor. Bu noktada, Çin’den ‘arabuluculuk’ beklentileri, öncelikle KK yönetiminin bu argümanı üzerinde yapıcı bir girişimde bulunmasıyla başlamasıyla ortaya çıkacaktır. Bu noktada Batı’nın ve de müttefiklerinin alternatif arayışları da yok değil. Örneğin, Japon Başbakanı Abe bu konuda destek arayışını ziyareti sırasında Küba yönetimiyle paylaştı. Bu süreçte, kısmen de olsa Rusya’nın da bir rol oynayabileceği düşünülebilir. Bu noktada Rusya’nın MIG 29 ve SU-25 savaş uçaklarıyla KK’ya askeri desteğine dikkat çekmek gerekir.

ABD ve bölgesel silahlanma süreci
Bununla birlikte, ABD, Uzak Doğu ve Asya-Pasifik’de güvenlik politikaları geliştirirken önceliği Güney Kore-Japonya gibi müttefikleriyle askeri işbirliklerini artırmaya veriyor. ABD Başkanı Barack Obama, Güney Kore devlet başkanı Park Geun-hye’nin geçen yıl ABD’ye yaptığı ziyarette bu hususa açık seçik ortaya koymuş ve ABD’nin Asya-Pasifik’de güç dengesi politikalarındaki merkezi rolüne dikkat çekmişti. Ancak bu sürecin Çin ve Rusya tarafından yeni bir tehdit algısına yol açtığına da tanık olunuyor. Özellikle ABD yönetiminin geçen Temmuz ayında, Güney Kore’de yeni füze savunma sistemleri yerleştireceğini açıklamasının ardından gelişmeler ilgili ülkelerce dikkatle izleniyor. Bu nedenle, söz konusu bu iki ülkenin bir anlamda KK üzerinden ABD ile Uzak Doğu bölgesinde mesafeli bir çatışma sürecini kollayarak sürdürülebilir bir hale taşıdıklarını söylemek bile mümkün. Özellikle Çin’in, Güney Çin Denizi’ndeki anlaşmazlıklarda bölge ülkelerinin ABD ile askeri ittifaklarını geliştirmeleri ve bunu pratiğe döken girişimleri karşısında ABD’yi bölgede barış ve huzuru bozacak faaliyetlerin müsebbibi olarak gösterdiği unutulmamalı.

Küresel ekonominin atardamarı olan ve bu hususta önemini devam ettiren Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesinde KK, istikrarsızlık nedeni olarak görülüyor. Şimdilik kendinde bir değişim alameti göstermeyen KK, ABD karşıtlığından beslenen savunmacı bir siyasetle kendini nükleer silahlara teslim ediyor.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Güney Çin Denizi Krizinde Yeni Aktör Rusya / Russia: A New Actor in Disputes in the South China Sea


Mehmet Özay                                                                                                                           21.09.2016

Güney Çin Denizi son dönemde ikili ve çoklu askeri tatbikatlara konu oluyor. Bunun en son örneğini Çin ve Rusya işbirliğiyle Çin’in güney eyaleti Guandong açıklarında yapılan deniz tatbikatı oluşturdu. 13-19 Eylül günleri arasında gerçekleştirilen ve “2016 Ortak Tatbikatı” adı verilen deniz tatbikatı, tahmin edilebileceği üzere her iki ülke donanmasının harekât kabiliyetini ve koordinasyonunu geliştirmeye matuftu. Donanma yetkililerinin açıklamalarında söz konusu tatbikatın oluşan yeni tehditlere karşı hazırlık ve bununla birlikte dünya ‘barışına’ katkıyı hedeflediği ifadeleri de unutulmadı. Ancak oluşan bu ‘tehdidin’ konvansiyonel mi yoksa, zamanın getirdiği ‘olağandışı’ kabul edilen uluslararası terörizm, yasadışı göçmen hareketlilikleri, çevre sorunları gibi yeni tehditler mi olduğu konusunda açıklamada bir ifade yer almadı. Ancak burada dikkat çeken husus, tatbikatın yapıldığı bölgenin, son dönemde uluslararası gerginliğe konu olmasıdır.

Çin: ‘Doğu ve Güney Denizi’
Çin’in bu denizlerdeki konumu Doğu ve Güney Çin Denizi olarak adlandırılan iki farklı su yolu ile bağlantılı. Ve Çin her iki su yolunda da çeşitli ülkelerle kıta sahanlığı anlaşmazlığı yaşıyor. Bu su yollarına coğrafi tanımlama olarak ‘Çin Denizi’ denmesinin tarihsel bir nedeni var ki, o da Çin’in özellikle Güneydoğu Asya toprakları ve Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafya ile sınırlı olmayıp Doğu Afrika ve Ortadoğu’ya kadar genişleme gösteren tarihi ve ticari ilişkileriyle ilintili. Bu minvalde, Çin gibi sadece coğrafi ve nüfus yoğunluğu değil, kültürel ve ticari ürünler noktasında da kemmiyyeti tarih boyunca dışardan gelen denizci ve tüccarların ülkeyi çevreleyen denizleri bu adlarla anıyordu.

Rusya’yı Çin’e yaklaştıran Güney Çin Denizi Sorunu
Bu nedenle, tatbikatla ilgili otoritelerin gündeme getirdiği yukarıda belirtilen klasik söylemin ötesinde, söz konusu tatbikatın hem bölgesel hem küresel olarak ele alınmayı gerektirecek bir gelişme olduğuna kuşku yok. Bu noktada, her iki ülke donanmasının 2011 yılından bu yana gerçekleştirdikleri çeşitli tatbikatların varlığına rağmen, özellikle Rusya’nın Güney Çin Denizi coğrafyasında ilk defa deniz kuvvetleriyle ortaya çıkması önemli bir gelişme. Geçen yıl Japon Denizi’nde yapılan tatbikatın ardından bu yıl iki ülke donanması güneye doğru inerek genişleme gösterdi. Güney Çin Denizi’nde tatbikat boyutunda pratiğe dökülen işbirliğinin siyasi boyutunda ise, Vladimir Putin’in bu ay başında yapılan G-20 Zirvesi’nde Çin’in Uluslararası Tahkim Mahkemesi’nin kararını kabul etmeyen duruşuna verdiği destek bulunuyordu.

Putin, açıkçası bu açıklamasıyla bölge politikasına dahil olma işaretini gündeme taşıdı. Bununla birlikte, Rusya’nın Pasifik kıyılarını çevreleyen denizlerdeki varlığını bir ‘büyük Rus çıkışı’ olarak değerlendirmek şimdilik mümkün değil. Bu noktada Çin’in öncü aktörlüğüne eklemlenmiş bir Rusya’nın varlığı söz konusu. Rusya’nın gerek ticaret ve yatırım, gerekse siyasi ve askeri işbirlikleri bağlamında bölge ülkeleriyle ilişkileri sınırlı. Dolayısıyla Çin, tatbikatın gerçekleştirildiği coğrafyanın özelliğini de dikkate alarak söylemek gerekirse, uluslararası tahkim mahkemesinin aleyhine verdiği karar sonrasında bir meşruiyet arayışı içerisinde. Bu tatbikat da bu sürecin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Çin yönetimi, ABD’nin bölgede giderek artan varlığını bölge barışı için bir sorun olarak telâkki ederken, Doğu Avrupa ve Karadeniz bölgesinde ABD’yi karşısına almış bir Rusya’yla birlikte hareket etmesi de kolaylaşıyor.

İdeolojiden Jeo-politiğe
Ancak son otuz yıldaki gelişmeler ‘doğu’ ve ‘batı’da birbirine zıd ideolojik yapılaşmalar çatışmacı bir yönelim arz etmiyor. Aksine, en azından şu veya bu şekilde, ekonomik bağlamda benzer blok içinde yer aldıkları bile iddia edilebilecek ülkelerin, güç temerküzünün her daim var olduğunun bir işaretidir. Geçmişte ideolojik farklılaşmaya konu olan iki ülke 1992 yılından itibaren askeri alandaki işbirliklerini geliştirirken kuşkusuz ki, Çin’in ekonomik kalkınmacı politikalarının bir yansımasından öte bir anlam ifade etmiyor. Bu çerçevede, iki ülke arasında 1992 yılında imzalanan askeri işbirliği anlaşmasından bu yana Rusya Çin’in ‘savunma’ sistemlerinin geliştirilmesinde kaynak ülke konumunda. Rusya son dönemde bu konumunu, enerji alanında işbirliği ile geliştirmeyi hedeflerken, bunun arka plânında Pafisik’in batı kıyılarında ‘bağımsız’ bir askeri bir varlık sergileyip sergilemeyeceğini söylemek şimdilik erken. Ancak ABD’yle özellikle de Avrupa ile ilişkileri gergin bir dönem yaşayan Rusya’nın batıyla olan ilişkisinde çıkış yolu olarak enerji gücünü devreye gündeme taşıyarak doğuda bir açılım içinde olduğu, Çin’le yaptığı büyük çaplı enerji anlaşmalarından anlaşılabilir. Ancak Rusya’nın doğu açılımında Çin’e eklemlenmiş bir askeri varlığının Japonya-Güney Kore başta olmak üzere bölge ülkeleri nezdinde olumlu bir algıya neden olacağını düşünmek de güç.

Asya Açılımları ve Tepkiler
Söz konusu tatbikatın ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ projesiyle, özellikle Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesinde etkinliğini artırmaya matuf yeni stratejik yönelimi bulunuyor. Bunun karşısında kontra bir gelişme olarak, özellikle son beş yıldır Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları noktasında yaşananlar ise, yakın geçmişte 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni ve belirsizliklerle dolu bir dönemin jeo-stratejik açılımları olarak gündeme geldi. Bu çerçevede ABD’nin Japonya-Avustralya ve ASEAN’a üye ülkelerle yaptığı askeri işbirlikleri ve tatbikatlar son dönemde Güney Kore’nin de eklenmesiyle Çin’i kuşatıcı bir vecheye büründü. Çin, bu ‘anlaşmalar’ ve ‘tatbikatlar’ kuşatmasını kırabileceği ve karşı çıkış yapabileceği belki de yegâne ülke Rusya. Bu bağlamda, kimilerinin aklına geçmişten hoş bir seda olarak iki ‘eski’ komünist ülkenin ittifakı gibi bir sonuç çıkartılabilir.

Bölge ülkeleri izlemede
Çin-Rusya yakınlaşmasının askeri boyuta varması ve bunun hem doğu hem de güney Çin denizinde uygulamaya geçirilmesi, yakın coğrafyadan uzak coğrafyaya doğru genişleyen ülke yönetimlerince yakından izleniyor. Japonya, Avustralya, Hindistan’ın ardından ABD’nin de gelişmeleri birlikte ele aldıklarını veya alacaklarını düşünmek mümkün. Bununla birlikte, bu gelişmenin Güney Çin Denizi’ne artık tekil ülke veya ülkeler olarak değil, aksine bir siyasi birlik olan ASEAN tarafından nasıl algılanacağı ise sorunlu. Son dönemde yaşananlar çerçevesinde ASEAN’ın siyasi birlik olduğunu ortaya koyacak stratejik bir hamle veya politika geliştiremediği göz önüne alındığında birlik içindeki ülkeler, kayda değer bir yapılaşma sergilemedikçe ve bölgesinde aktif bir rol almadıkça, Çin-Rusya yakınlaşmasını edilgen bir şekilde izleyecektir. Bu ise, hemen yanı başında gelişmekte olan siyasi ve de askeri birliğe karşı rolü bölge dışı aktörlere havale anlamı taşıyacaktır.

20 Eylül 2016 Salı

Dr. Mahathir-Enver İbrahim Buluşması: Malezya Siyasetinde Yeni Dönem / Meeting Between Dr. Mahathir&Anwar Ibrahim: A New Era in Malaysian Politics


Cihan Kurtaran                                                                                                                        20.09.2016

Malezya siyasetinde ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ (1MDB) bağlamında süren eleştiriler, iktidar ile muhalefet arasında bir itiş kakış olmanın ötesine geçmiş bulunuyor. Bu süreçte, 59 yıldır iktidarda olan Ulusal Cephe koalisyonunun varlığını sona erdirmeye ‘and içmiş’ bir ittifaklar zincirinin doğması ve gelişmesine tanık olunuyor. Bunun en son örneği ise, eski Başbakanlardan Dr. Mahathir Muhammed’in hapiste beş yıllık cezasını çekmekte olan Enver İbrahim’le görüşmesi oldu. 18 yıl sonra gerçekleşen bu görüşme, bir iki yıl içerisinde yapılacağı tahmin edilen 14. genel seçimlerde Ulusal Cephe iktidarına son verme hesaplarında yeni bir açılım olmasıyla dikkat çekiyor.

Necib bin Rezak’ın 2009 yılında başbakanlık koltuğuna oturmasının ardından gündeme getirdiği 1MDB, ülkede yatırımların önünü açacak yeni bir olanak olarak belirmişti. Başbakan’ın bu fonu kurması, 2020 yılında kalkınmış ülkeler seviyesine çıkma hedefini (Wavasan 2020) gerçekleştirmeyle de bağlantılı. Dolayısıyla fonla ilgili yaşananlar sadece siyasi değil, aynı zamanda ekonomik sonuçları da bulunuyor.  Maliye Bakanı, fon’un kurucusu ve ardından fonun üst düzey yöneticisi sıfat ve sorumluluklarını bünyesinde taşıyan Başbakan Necib bin Rezak’ın bir de kişisel banka hesaplarının işin içine karışması gözleri doğrudan Başbakan ve hükümete çevrilmesine neden oldu. Aslında genel itibarıyla Malezya toplumunda, fonla ilgili para aklama işi ve bunun uluslararası çevrelerce gündeme getirilmesi karşısında bir tepki oluştuğunu söylemek güç. Bununla birlikte, daha çok ilgi çeken ise Başbakan’ın kişisel banka hesabına para aktarıldığı iddiası.

İktidar ve hükümet çevrelerinin bu gelişmelerdeki rolü ve takındığı tavır da, en az Başbakan kadar eleştirilerden payını alıyor. Bu nedenle, sorun salt bir fondaki paraların ne şekilde kullanıldığıyla sınırlı olmayıp, aksine devlet sisteminin işleyişinde sistemik bir yönetim sorununun görünür yönünü ortaya koymasıyla dikkat çekiyor. Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) içerisinde bugüne kadar sadece azınlık bir kitlenin gelişmelere eleştirel tepki vermesi, öte yandan bir diğer azınlık kitlenin Başbakan adına öne çıkıp savunmacı bir çaba sergilemesine karşılık, parti teşkilatlarının çoğunluğunun sessiz kalmayı tercih etmesinde partinin köklü ve geleneksel hiyerarşisinin rolü yadsınamaz. Bu köklü ve hiyerarşik yapılanmada parti başkanının sadece parti siyasetini belirlemedeki rolü değil, parti ‘bütçesi ve fonlarının’ ‘yukarıdan aşağıya’ akışını da yönetmesini yabana atmamak gerekir. Söz konusu fonun kullanımında 3.5 ilâ 4 milyar doların kara para transferine konu olması, sadece muhalefetten bazı isimlerin ‘usulsüzlük’ söylemine konu olmakla kalmadı. Bu sürecin iki önemli temel noktası bulunuyor. İlki, UMNO içerisinde gelişen ve kopmalarla neticelenen tepki; ikincisi de uluslararası çevreler.

Bu bağlamda, Başbakan Necib bin Rezak ve hükümete yönelik artarak devam eden eleştiriler, sadece iktidar ve muhalefet arasında ‘eleştiri-savunma’ arasında gidip gelen klasik bir sürece tekabül etmediği ortada. Neredeyse bir yılı aşkın bir süredir iktidarı oluşturan Ulusal Cephe koalisyonunun büyük ortağı UMNO içinden gelen gizli muhalefetin kendini açığa vurmasıyla yeni yönelimler kazanmaya devam ediyor. Başbakan yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin’in önce parti ve hükümetteki görevlerinin dondurulması, akabinde ihracı kadar onunla birlikte hareket eden, örneğin Kedah Eyaleti Başbakanı Mukhriz Mahathir ve Sabah Eyaleti’nin önemli siyasetçisi konumundaki Şafii Abdal ile diğer bazı siyasiler ve parti teşkilatlarının da benzer sürece konu olmaları UMNO’da başlayan kan kaybının durdurulup durdurulmayacağı tartışmalarına yol açıyordu. Bu kopuş sürecinde Dr. Mahathir’in rolü ise şu veya bu ölçüde bir belirleyicilik taşıyor. Bununla birlikte, yakın zamana kadar bazı çevrelerin Dr. Mahathir ve Başbakan Necib bin Razak’ın ‘arasını bulma çabası sonuç vermediği gibi, artık iplerin tamamıyla koptuğu aşikâr. Zaten konu, iki lider arasında bir husumet şeklinde tezahür etseydi, ara bulucuların çabası da sonuç verirdi.

Öte yandan, ülkedeki ilgili kurumların fon ve de özellikle Başbakan’ın hesaplarıyla ilgili süreci ‘soruşturmasının’ ardından Başbakan’ın kişisel banka hesabına yatırıldığı belirtilen meblağla ilgili herhangi bir ‘usülsüzlüğe’ mahal olmadığına karar verdi. Ancak, 2013 yılı genel seçimlerinin ardından başlayan sürecin giderek ulusal boyuttan uluslararası boyuta evrilmesinde sırasıyla şu hususların rolü büyük: a) fonla ilgili para transferlerinin Singapur’dan başlayarak İsviçre bankalarına kadar ulaşması ve para aklama süreçlerine konu olması; b) Körfez ve Ortadoğu’dan birkaç ülke ve bu ülkelerdeki yatırım kurumlarının adının geçmesi; c) beş farklı ülkede resmi makamlarca para transferlerine yönelik soruşturmaların gerçekleştirilmesi; d) ABD Adalet Bakanlığı soruşturmasında ‘1 numaralı devlet memuru’ ifadesiyle açık/gizli gönderme yapılması. Tüm bu süreçler, Başbakan Necib bin Rezak ve iktidarının çok farklı süreçlerle karşı karşıya olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, en azından bazı çevrelerce bağımsızlıktan bu yana yönetimde görülen en büyük zaafiyet olarak kabul ediliyor.

Bu çerçevede, fon kullanımındaki usulsüzlükler karşısında muhalefet ve UMNO içinde geliştirilen eleştirilerin etkisi, eski Başbakanlardan Dr. Mahathir Muhammed ile 18 yıl önce onun yardımcısı konumundaki Enver İbrahim’in buluşmasına kadar geldi. Dr. Mahathir, ulusal cephe iktidarının, daha doğrusu bu cephenin en büyük ortağı UMNO iktidarının sona erdirilmesinde tüm muhalefet güçlerinin birlikteliğine yaptığı vurgu bu buluşmanın nedenini ortaya koyuyordu. Dr. Mahathir’in Başbakan’a yönelik başlattığı ‘siyasi harekâtta’ Enver İbrahim’in merkezi role taşınması, ülke siyasetinde son yirmi yılda olan bitenle alâkalı. Aslında Enver İbrahim, son yirmi yılda reform hareketinin lideri olarak önemli bir rol oynuyordu. Öyle ki, bu sürecin özeti mahiyetinde olmak üzere şu söylenebilir. Enver İbrahim’in başlattığı reform hareketi ve bunun somut bir gelişmesi olarak Halkın Eylem Partisi (DAP) ve Malezya İslam Partisi (PAS) gibi biraraya gelmesi güç iki siyasi partiyi ‘Halk Cephesi Koalisyou’nda biraraya getirmesi; 2008 seçimlerinde ulusal cephenin oyların yüzde 51’ini alıp, mecliste üçte ikilik çoğunluğu kaybetmesine karşılık, muhalefetin 5 eyalet yönetimini kazanması; 2013 seçimlerinde ise, ulusal cephenin oyların yüzde 48’inden biraz fazlasını alarak gene mecliste üçte ikilik çoğunluğu yitirmesi bu sürecin hiç kuşku yok ki temel açılımlarını oluşturuyor.

2014 yılında gündeme gelmeye başlayan ve süreçte muhalefetin çabası; UMNO’da iç tepkiler çerçevesinde Başbakan yardımcısının görevinden alınması ve ardından partiden ihracı; Dr. Mahathir Muhammed’in Başbakan’ı ve UMNO’yu hedef alan ağır ithamları ve UMNO üyeliğinden istifası; Muhyiddin Yasin’le birlikte ve belki de bundan da öte bugün Enver İbrahim’i ulusal siyasetteki meşruiyetine daha da vurgu yapan bir sürece işaret ediyor. Eski başbakan yani Dr. Mahathir ve yardımcısı yani Enver İbrahim arasındaki görüşme, ülke siyasal yaşamında son yirmi yılın yeniden değerlendirilmesi anlamı taşıyor. Bu görüşme yirmi yıl önce ne olduğu ve akabinde gelişen süreçlerin önemi kadar, ülke siyasal yaşamının yakın geleceği için de ipuçları taşıyor. Bu nedenle Dr. Mahathir’in Enver İbrahim’le görüşmesi Malezya siyasetinin geleceği açısından belirleyicilik özelliğine sahip.

Enver İbrahim’in, tıpkı 1998 yılında hakkında açılan davanın bir benzeri suçlamaya maruz kalarak uzun süren yargılanmanın ardından 2015 yılında beş yıllık hapis cezası aldı. Farklı etnik siyasi merkezler arasında birleştirici unsur olan Enver İbrahim’in cezaevine  gönderilmesinden kısa bir süre sonra, Malezya İslam Partisi (PAS) Halk Cephesi koalisyonundan ayrılarak UMNO ile siyasi flörte başladı. Muhalefet içinden Enver İbrahim’in yerini alacak bir lider çıkmadığı için yaşanan iç sıkıntılar iktidara yönelik hesaplaşmada kan kaybı anlamı taşıyor. Bu durumdan hareketle, Dr. Mahathir, UMNO karşıtı tüm çevrelerin ittifakı olmaksızın gelecek seçimlerde iktidarda büyük bir değişim beklemenin hayal olduğuna vurgu yapması ‘kurt’ politikacının ülke siyasetini yakinen okuyabildiğinin bir göstergesidir. Bunun ilk adımını da kendisi atan Dr. Mahathir, öncülük yaptığı “Halk Deklarasyonu ve Malezya’yı Kurtaralım” hareketi çerçevesinde geçmişte neredeyse kanlı bıçaklı olduğu Çin kökenli politikacılarla bile aynı masaya oturdu. Dr. Mahathir’in bu kışkırtıcı çıkışı, etnik ‘monotonluğa’ dayalı siyasi partilerin temelde modern Malezya siyasetinde ne denli etkin olduğu gerçekliğine işaret ediyor. Dr. Mahathir’in 1998 yılında, o dönem yardımcısı olan ve kendisinden sonra UMNO başkanlığı ve de doğal olarak Başbakanlığın en güçlü adayı konumundaki Enver İbrahim’e yönelik o dönemki iddialara verdiği karşılığa yönelik bir iç hesaplaşma içinde olduğunu söylemek de mümkün. Bununla birlikte, en azından şimdilik Dr. Mahathir’in, bu iç hesaplaşmadan “Enver İbrahim’e haksızlık yapmışım” sonucunu çıkartıp çıkartmadığını bilmiyoruz. Ancak yapılan görüşme böylesi bir ihtimali içinde taşıdığına da kuşku yok.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Cakarta’da bir ‘Jawa Şeytanı’ Gösterimi / ‘Setan Jawa’ in Jakarta


Adil Yurtkuran                                                                                                                       10.09.2016

‘Setan Jawa’ adlı siyah beyaz film 2 Eylül Cuma akşamı basın mensupları için Taman İsmail Marzuki sanat merkezinde sunuldu.

‘Setan Jawa’, yani ‘Cava Şeytanı’ adını taşıyan siyah-beyaz filmde Cava mitolojilerinden biri olan ‘Pegusihan’ perdeye aktarılmış. Bir hedefe ulaşmak için ‘şeytanla’ yapılan anlaşma veya bir başka deyişle şeytana ruhunu satma denilebilecek ‘Pegusihan’ anlayışı bir mitolojik öge olmakla geçmişe bağlanırken, bugün dahi pratiğe dökülmesiyle varlığını sürdürüyor. Endonezya sinema tarihi açısından bu sessiz filmi ayrıcalıklı ve bir ilk kılan ise, genişçe sahne üzerinde yer alan canlı bir orkestranın eşlik etmesiydi. Bu siyah-beyaz sessiz filmle Ada’nın kadim dini-kültürel yapısını farklı bir boyutta izleme imkânı bulurken, sessizliği ‘bozan’ ise genişçe sahneyi kaplayan Orta Cava’nın geleneksel müzik enstrümanları eşliğinde eşsiz bir ziyafet veren orkestra oldu. Yaygın adıyla ‘gamelan’ olarak bilinen enstrümanlar mistiğ yoğunluğu artırırken, perdede akan hikâyeyi seyircilere aktaran ise ikisi erkek üç bayan hikâye anlatıcılarıydı. Tabii ‘hikâye anlatıcısı’ derken burada yeksenâk bir konuşma değil, aksine -bir benzetme yapmak gerekirse- tastamam opera sanatçıları anlaşılmalı.

Çalışma 1992 yılından bu yana faaliyet gösteren ve son derece zengin Endonezya kültür değerlerini yeni nesle ve dünya kamuoyuna aktarmayı hedefleyen Bakti Budaya Djarum Foundation’ın katkılarıyla hazırlanmış. Bu anlamda Cava Şeytanı, aralarında Endonezyalı ve Avustralyalı akademisyenlerin, araştırmacıların, yerel-geleneksel etnik sanatçıların,  da yer aldığı geniş bir kadronun el birliğinin ürünü. Filmin yönetmesi ise, Endonezya film sektörüne 35 yılını vermiş ve halen genç ve dinamik olan Garin Nugroho. Yönetmen Garin, gerek konuşmasında gerek kaleme aldığı tanıtım yazısında Cogcakarta’da doğup büyümüş biri olarak bu bölgenin zengin mitolojik değerleri ve müziğiyle hem hal olurken, bu sessiz film ve ‘Şeytan’ örneğinde olduğu gibi Batı’da üretilen ‘Nosferatu’ ve ‘Metropolis’e atıf yapmaktan da geri kalmıyor.

Film, bir köyde orman ürünleriyle geçimini sağlayan genç bir erkeğin soylu bir kıza aşkını konu ediniyor. Bu aşkı metafizik plândan fiziki plâna taşımada rol üstlenen ise ‘Şeytan’ oluyor. Bu gencin normal şartlarda gerçekleşmesi mümkün olmayan evliliğini, ‘şeytan’a başvurarak gerçekleştirmesi etrafında dönen bir yapım. Sömürge döneminde sömürgecilerce el üstünde tutulan, varsıl bir konumla ‘derebeylik’ düzeninde yol tutan ‘soylu’ bir aileye mensup genç kız, kibri her haline yansımış annesi ve kendilerine eden iki ‘soytarı’ ile bir at arabasıyla Pazar ziyaretine gider. Pazar yerinde yoldan geçen kaba saba bir satıcının şöyle bir omuz vuruşuyla sarsılan genç kız saçına taktiği nadide bronşunu düşürür. Bir köşede ormandan topladığı ağaç ürünleriyle yaptığı süpürgelerini satmakta ve olan bitene tanık olan gencin yere düşen bronşu alması, aynı zamanda onun ‘şeytanla’ pazarlığa girmesinin de başlangıcını oluşturur.

Film pek çok simgesel sosyal ve kültürel ögeleri içermesiyle dikkat çekiyor. Bu anlamda, Hollanda sömürgeciliğinin 1870’lerden itibaren özellikle Cava Adası’nda uygulamaya başladığı ‘etik politika’ nedeniyle yoksulluğun toplumun neredeyse her kesimine ulaştığına vurgu yapan kırdan kareler; aynı dönemde sömürge yönetimince ‘araçsallaştırılan’ yerli soylu tabakası ve bunların giderek kendi insana yabancılaşan ve dışlayan modernleşmeci değişim süreci; Cogcakarta-Solo gibi iki önemli klasik yönetim merkezine ev sahipliği yapan Orta Cava’nın kadim gölge tiyatrosu (wayang); gene bu bölgenin binyıllar öncesinde ürettiği ve doğada neredeyse her türlü varlıkla ilişkilendirilen iyi ve kötü ruhlar; ve bu ruhların sözlü kültürden somut yapısal unsurlara yansımasının ürünü olan mimari yapılar yaklaşık iki saat süren filmin akışı içinde yer alıyor.

Filmde Hollanda sömürgeciliğine atıf, yukarıda dile getirilen ‘etik politika’ ile yoksullaşan kitlelerin bu yoksulluktan kurtulmak için mitolojik ‘değerlere’ yönelmeleriyle ilintilidir. Bu anlamda yoksullukla mündemiç genç erkek, gene sömürge yönetimince işlevselleştirilen ve bir başka toplumsal tabakayı temsil eden soylular sınıfına mensup kıza olan aşkını, ancak bu ruhlar dünyasının baş aktörlerinden ‘şeytan’la anlaşarak gerçekleştirebilir.

Filme konu olan ‘pegusihan’ inancı, sadece geçmişe ait bir olgu değil, bugün de Cava toplumunun kayda değer bölümünde varlığını sürdürmesiyle güncel bir durum arz ediyor. Burada gene yönetmen Garin’in ifiadesiyle söyleyecek olursak bu inancın siyaset, ekonomi ve kültür dünyasındaki ‘aktörlerce’ uygulanagelen bir toplumsal karşılığı bulunuyor.

Cakarta’da Taman İsmail Marzuki sanat merkezinde sadece iki gösterime konu olan film, önümüzdeki haftalar içerisinde Avustralya’da Melbourn’de izleyicilerle buluşacak.


(Not: Adil Yurtkuran arkadaşımıza blog’umuza katkılarından ötürü teşekkür ederiz.)

9 Eylül 2016 Cuma

ASEAN Zirvesi’nin Jeo-stratejisi ve Jeo-Ekonomisi / ASEAN Summit with Its Geo-strategy and Geo-politics


Mehmet Özay                                                                                                                      09.09.2016


Laos, 6-8 Eylül günlerinde gerçekleştirilen Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor. Ülke delegasyonları ön toplantılar için 2 Eylül’den bu yana Laos’da çalışmalarını yürütüyor. Bu nedenle, bu yıl dönem başkanlığını üstlenen birliğin coğrafi ve nüfusça en küçük ülkesi Laos’un başkenti Vientiane bugünlerde yoğun bir ziyaretçi akını maruz kalmış durumda. Bununla birlikte, artık ASEAN dendiğinde akla sadece Güneydoğu Asya topraklarında yükselen on ülke gelmiyor. ASEAN - ‘artı’ denilen yapılaşmalarla Birlik ile tek tek endüstrileşmiş ülkeleri yani ABD, Çin, Japonya, Rusya, Avustralya, Kanada, Güney Kore, Hindistan ve Avrupa Birliği’ni biraraya getiren toplantılar gerçekleştiriliyor. Bu geniş çerçeveli oluşumlar temelde Güneydoğu Asya topraklarının jeo-stratejisi ve jeo-ekonomisine tekabül ediyor. ASEAN, tarihsel olarak Çin ile coğrafi ve kültürel nüfuzdan ötürü görece daha yakın ilişkiler geliştirmiş ve buna ilâve olarak bugün en büyük dış ticaret ortağı gene bu ülke yani Çin olsa da, ABD devlet başkanı Barack Obama’nın ilk gün yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere ABD’nin Asya-Pasifik’den bir yere gitmiyoruz bağlamındaki açıklaması bölgede rekabetin varlığına ve bunun giderek artacağına işaret ediyor.

Küresel Ekonominin Akım Alanı
Laos’daki toplantıların gerek ASEAN gerekse bölgede diğer ülkeleri ve küresel aktörleri ilgilendiren konularıyla ve ilgili ülkelerin katılımıyla çeşitli toplantılara konu oluyor. Geçen yıl Malezya’nın dönem başkanlığında ASEAN Ekonomi Birliği (AEB) hayata geçirilirken, aradan geçen süreçte bu noktada nasıl bir mesafe kat edildiği masaya yatırılması noktasında Laos’daki toplantılar önem taşıyor. AEB ile bağlantılı olarak üye ülkeler arasında tartışılacak ve karara varılması beklenen konu 2025 ASEAN Vizyonu başlığını taşıyan bölüm olacak. Güney Çin Denizi’e komşu dört ASEAN üyesi ülke ile Çin arasındaki egemenlik hakları tartışmaları ilgili ülkelerce dile getirilmeyi bekliyor. Bunun yanı sıra, ABD başta olmak üzere Laos’la ikili ilişkiler geliştirilmesi için de taraflar uygun bir zemin arayacağına kuşku yok. Bunda hem Laos’un son dönemde birlik içerisinde hızla büyüyen ülkeler arasında bulunması ve bu noktada hâlâ ‘yatırıma aç’ konumu; buna koşut olarak alt yapı yatırımlarının desteklenmesi; eğitim ve teknoloji ithali ile ülke yönetiminin siyasi yapısının değişimine kadar uzanan bir ilgi alanı mevcut.

ASEAN dönem başkanı ülkelerin bir sorumluluğu da toplantıların başarılı geçmesi ve ASEAN’ın mümkün olduğunca parlak bir birlik olarak ortaya konması. Laos’da bu görev de başbakana düştü. Bu bağlamda, Laos Başbakanı Thognloun Sisoulith yaptığı konuşmada, ASEAN’ı sadece üye ülkeler nezdinde değil küresel bağlamıyla bir fırsatlar topluluğu olarak lanse etmesi dikkat çekiciydi. Başbakan bu vurgusunu verdiği bazı rakamlarla destekledi. Bu bağlamda, öne çıkan hususlar 620 milyon kişilik bir pazara ev sahipliği yapması; 2015 yılında 2.43 trilyon kar yapan bir piyasa ve bu karını 2020 yılında karını 4.7 trilyon dolara çıkartacak olması; 2030’da dünyanın 4. büyük ekonomisi olmaya adalığı gibi parametreler pembe bir tablo ortaya koyuyor. Son dönemde dünyanın hızla büyüyen ekonomileri arasında ASEAN üyesi ülkelerin de olması bu tabloyu tamamlayan bir unsur.

Siyasi Yönetimler ve Halk Ayrımı
Bununla birlikte, ASEAN’ın umut vaad eden yönünü ekonomi ve finans sektörlerine sıkıştırmak, bölge ülkelerinin ve de halklarının geçirmekte olduğu değişim dönüşüm süreçlerindeki sancıları göz ardı edilmesi anlamı taşıyor. Öte yandan, genel itibarıyla bakıldığında, birlik ülkeleri arasında ekonomik yakınlaşmanın ve ortak yatırımların artırılmasını amaçlayan 2025 vizyonunun gerçekleştirilebilmesinin önünde bazı ciddi zorluklar bulunuyor. Bunların başında, piyasa ekonomisi kurallarını kabul ettiğini iddia eden, ancak ekonomileri devlet teşekkülleri tekelinde olan ve giderek artan orta sınıflaşma eğilimlerine paralel olarak tüketim ekonomileri şeklinde seyreden bir toplulukla karşı karşıyayız. Serbest piyasa kuralları ile devlet kontrollü teşekküllerin varlığının doğurduğu çelişkiye, zayıf bankacılık sektörü de eklendiği görülüyor. Birlik ülkelerinin büyüyen ekonomiler sıralamasında kayda değer yer edinmesi ise dış yatırımlar ve kamçılanan iç tüketim süreçleri oluşturuyor. Üretimde dış yatırımcıya bağımlı, yapısal sorunları olan bankacılık sektörünün ön açmasıyla kredi kartları özelinde ortaya çıktığı üzere kitleleri tüketim kültürüne endeksleyen bir sürecin varlığı artı gibi gözüken ancak orta ve uzun vadede sadece ekonomik değil toplumsal sorunları da beraberinde getiren hususlar. Ekonomide devlet kontrolünü tercih eden siyasi yönetimler, kendi halklarına güven besleyip sivil alanları genişletme konusunda da ‘cimri’ davranıyorlar. Bu anlamda ‘polis devleti’ hüviyetine bürünerek halklarını da kontrol altında tutmanın uğraşını veriyorlar. Hiç kuşku yok ki, bu hususlar birliğin açmazı ve üstesinden gelinmesi gereken temel yapısal sorunlar olarak ortada duruyor.

Tarihin Tekerrürü Ya da Nerede Kalmıştık?

Yukarıda değinilen ekonomi ve ticari parametreler noktasında bugün ASEAN’la ilgili ortaya konan veriler aslında bölge için yeni bir olgu değil. Sömürgecilik tarihinin Batı’da Amerika kıtasını içine alan bölümü kadar, bugün adına Güneydoğu Asya toprakları denilen coğrafyayı da kuşatan ve yaklaşık 450 yıllık bir geçmişe sahip bir dönem de ortada duruyor. Batılı sömürgecilerin bir yanında Malay, öte yanında Budist ve animist dünyanın uzandığı bu coğrafya üzerindeki ticari sömürgecilikle başlayan akabinde siyasi sömürgecilik, yani emperyalizme evrilen yapılaşmasında temel faktörün bölge coğrafyasının bahşettiği zenginlik ve bölge halklarının ucuz iş gücü piyasasındaki rolleriyle açıklanabilir.

Batılı unsurların öne çıkardığı kaynaklar ve iş gücü temelli açılımın karşısında yerel liderler konumundaki krallar, sultanlar ve soyluları içine alan toplumsal kesimin de oynadığı rol yabana atılır gibi değil. Bu noktada, sömürgecilik ve emperyalizmin ülkeye “kazandırdığı” varsayılan “değerler” bir yanda bulunuyor. Öte yanda ise sömürgecilik sonrası, bağımsızlık yılları ve bugüne kadar ulaşan süreçte gene bölge yönetimleri ile halkları arasındaki ilişkiler; bölgenin halen bitmeyen, aksine kendini şu veya bu şekilde yenileyen kaynaklarına erişim, bu kaynakların üretim süreçleri ve piyasa değerlerdirmelerinin geniş üretici kesimlere ne şekilde yansıyıp yansımadığı da ince elinip sık dokunması gereken bir konuyu oluşturuyor. 

Malezya’da Bağımsızlık ve Siyasi Mücadele / Independence and Political Struggel in Malaysia


Cihan Kurtaran                                                                                                                       09.09.2016

Malezya bağımsızlığının 59. yılını kutluyor.  Başkent Kuala Lumpur’da Bağımsızlık Meydanı’nda (Dataran Merkeda) “Tek yürek” teması başlığını taşıyan kutlamalar, Federal Sultan ve Başbakan’ın da olduğu üst düzey katılımla gerçekleşti.

Malezya Federasyonu, Malay Yarımadası ve Borneo adası gibi iki farklı kara parçası üzerindeki topraklarda egemenlik sürmesi; farklı etnik unsurları bünyesinde barındırması; tedrici bir şekilde gelişmek suretiyle 165 yıl boyunca İngiliz sömürgeciliğinde kalması; görece küçük bir coğrafya parçası üzerinde yükselmesine rağmen 9 farklı ‘sultanlığa’ ev sahipliği yapması gibi özellikleriyle dikkat çekiyor.

Yaklaşık otuz milyon nüfusa sahip Malezya Federasyonu’nun yüzde altmışa yakın bölümü, ülkenin asıl sahipleri anlamına gelen Bumiputra topluluklarına ev sahipliği yapıyor. Bumiputra temelde Malay Müslümanlara atfen kullanılsa da, Borneo Adası gibi irili ufaklı ve aralarında İslam dışı inançlara mensup kitleleri de içeren etnik unsurları da bünyesinde barındırıyor. Nüfusun yüzde yirmi beşini oluşturan Çin kökenli ve yüzde yedisine tekabül eden Hint kökenli Malezyalıların yanı sıra, tarihin erken dönemlerinde olduğu gibi modern dönemde de başta Endonezya olmak üzere Kamboçya, Myanmar, Filipinler, Bangladeş gibi ülkelerden dış göç almaktadır. Resmi açıklamaların dışında yasa dışı yollardan ülkeye giriş yapan ve çalışan nüfus da kayda değer bir orana tekabül etmektedir.

Geçen süre zarfında Endonezya, Tayland ve Filipinler gibi askeri darbelere maruz kalmış ve istikrarsızlıkların yaşandığı komşu ülkelerle kıyaslandığında Malezya Federasyonu’nun istikrarlı bir siyasi yapı sergilediği söylenebilir. Bununla birlikte, her ülkenin kendi siyasi ve sosyal yapıları kadar, geçmişten bugüne aktarılan siyasi yapılaşmaları da gündemden uzak tutmamak gerekir. Bu anlamda, Malezya’yı 1957 yılında bağımsızlığa taşıyan sürecin, gene yukarıda zikredilen ülkelerin bağımsızlık süreçleriyle kıyaslandığında görece geç bir döneme tekabül ettiği görülür.

Bu çerçevede, İngiliz sömürge yönetimiyle 1945’den itibaren başlayan görüşmelerin bir olgunlaşma döneminin ardından bağımsızlığı Malay Yarımadası’na getirmesinin belki de bağımsızlık sonrasında başta ekonomik olmak üzere siyasi istikrara tesirinden bahsedebiliriz. Bu noktada şunu hatırlamakta fayda var. 2. Dünya Savaşı’nın veya bölgedeki adıyla Pasifik Savaşı’nın 1945 yılı Ağustos ayında sona ermesiyle İngiliz sömürge yönetimiyle başlayan siyasi görüşmeler Malay topraklarına yaklaşık 12 yıl sonra, yani 31 Ağustos 1957 tarihinde bağımsızlığı getirdi. Bu ‘istikrar’, İngilizlerle anlaşma masasında ‘mesai olarak’ var olan, ancak adını bağımsızlık sonrasında Ulusal İttifak yönetimiyle duyuran 59 yıllık iktidarla ortaya çıkar.

Aradan geçen süre zarfında Malezya bir yandan ulusal birlik çabası sergilerken, bir yandan da içinde yer aldığı Güneydoğu Asya topraklarında Soğuk Savaşı’n etkisini yakından hissederek bölgesel birlikler içerisinde yerini aldı. Hatta bunlara öncülük yaptığını da söyleyebiliriz.  İngilizlerle yapılan görüşmeleri yürüten ve bu anlamda ülkenin kurucu babası olarak da kabul edilen ilk başbakan Tunku Abdul Rahman’ın ASEAN’ın nüvesini oluşturan Güneydoğu Asya Birliği’ni (ASA) gündeme getiren kişidir. Aynı Tunku Abdul Rahman’ın, İslam İşbirliği Konferansı’nın (OIC) kuruluşuna da ön ayak olduğu belirtelim. Tabii ASA’nın kuruluşun bir Malay siyasetçinin ‘yaratıcı politikaları’ olarak değil de, Soğuk Savaş yıllarının getirdiği hususiyetlerin bir sonucu olarak görmek gerekir. Bu anlamda, Filipinler ve Tayland’la birlikte başlayan sürecin komünizmin bölgede siyasi ve toplumsal nüfuzuna karşı bir blok oluşturulmasıyla bağlantılıdır. Tunku Abdul Rahman’ın bir diğer önemli siyasi projesi 1960’lı yılların başlarında Singapur ile Borneo Adası’ndaki Sabah ve Saravak bölgelerinin Malay Federasyonuyla birleşerek Malezya Feredasyonu’nun oluşturulmasıdır.

Tunku Abdul Rahman’ın, sadece bölgesel işbirlikleri açısından değil, çeşitli etnik yapıları bünyesinde barındıran bu yeni ülkede toplumsal barış ve güvenliğin sağlanması konusunda da çabaları gündemdeydi. Özellikle, Çin ve Hint kökenli Malezyalıların Müslüman Malaylarla ortak bir ‘ulus bilincine’ ermeleri konusunda toplumsal barışı gözeten bir liderlik izlediği belirtilir. Her ne kadar, UMNO’nun kurucusu Dato Onn bin Cafer’in UMNO’ya Müslüman Malay olmayan Çin ve Hint kökenlerinin de üye olması ve politika yapması talebi kadar olmasa da, Tunku Abdul Rahman sosyo-kültürel ve ekonomik çalışmalarda bu etnik yapıların desteklediği görülür. Ki bu destek karşısında Malay Müslümanların tepkiselliği 13 Mayıs 1969 tarihinde bir toplumsal ayaklanma şeklinde kendini ortaya konurken, bu sürece yol açan Başbakan Tunku Abdul Rahman da yaklaşık bir buçuk yıl görev yapan ‘olağanüstü hükümet’ tarafından görevden alındı. Aslında yaşanan bir sivil darbeden başka bir şey değil.  

70’li yıllar 1969 krizini atlatma mücadelesi olarak geçti. İkinci başbakan Rezak bin Huseyin’in -ki şu anki Başbakan Necib bin Rezak’ın babası- kırsal kalkınma öncelikli çabasına ve ardından bunun Hüseyin bin Onn başbakanlığında konsolidasyonuna tanık oldu. 80’li yıllar ise, küresel neo-liberal politikalara eklemlenen Malezya’nın ekonomik kalkınmasının başlangıcını teşkil eder. Bu dönemde, hem kişilik olarak hem de izlediği siyasetler noktasında agresif bir yapıya sahip olduğu bilinen Dr. Mahathir Muhammed izini bulmak mümkün. Dr. Mahathir, bir konuşmasında dile getirdiği üzere kendisine atfedilen ülkenin ‘ekonomik kalkınmanın babası’ sıfatını kısmen kabul ettiğini, kendisinden önceki başbakanların ekonomik kalkınma konusunda başlangıç yaptıklarını, kendisinin de bunun devam ettiricisi olduğunu belirtir. Aslında, özellikle bu dönemde gerçekleştirilen ekonomik kalkınma bir Malezya mucizesi olmaktan öte, hem tarihsel hem bölgesel ilişkileri bağlamında değerlendirilmelidir.

Dr. Mahathir’in 2003 yılında görevinden ayrılmasıyla başlayan bir başka süreç başlıbaşına bir dönem olarak incelenmeyi hak ediyor. 2004 yılında Abdullah Ahmed Badawi, 2009 yılından bugüne kadar Necib bin Rezak’ın sürdürdüğü başbakanlık ulusal birliğin kurulma sürecinin devam ettiğini ortaya koyuyor. 2009 yılında başbakanlık koltuğuna oturan Necib bin Rezak, bu bağlamda gündeme getirdiği ‘1 Malezya’ sloganı o günden bugüne artık pek gündemde yer almıyor. Öte yandan, gündemin çeşitli siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarla belirlendiği bir Malezya ile karşı karşıyayız. 2020 kalkınmış ülke sloganı da bugün sadece hükümet çevresi tarafından gündemde tutulmaya çalışılıyor.

Siyasi hayatın iktidar yönelimli perspektifi kadar, ülkede var olduğu ileri sürülen muhalefet kesimlerinin de bu süreçteki rolü öneme incelenmeyi hak ediyor. 2000’li yılların başından itibaren ‘reform’ politikalarıyla gündemi belirlemeye çalışan bir dönemin başbakan yardımcısı Enver İbrahim muhalefetin yegâne lideri olmakla birlikte, yaşadığı mahkumiyetlerle bu süreci dolaylı olarak yönlendirebilmiştir. Kimi çevrelerin ifade ettiği üzere, mevcut iktidarı demokratik yollarla alt edebilecek bir siyasi donanıma sahip lider vasfı nedeniyle Enver İbrahim siyasi manipülasyonlarla mahkumiyetine neden olunduğu da unutulmamalıdır. Bugün 59 yıllık iktidarında UMNO’nun varlığına karşı çıkan daha doğrusu UMNO içerisinde gücü elinde bulunduran liderlere karşı çıkan lider olarak 92 yaşındaki Dr. Mahathir Muhammed’i görmek hiç kuşku yok ki Malezya siyasetinin yaşadığı en büyük krizdir. Bugün gelinen noktada, muhalefet lideri hapiste, UMNO’nun önde gelen bazı siyasetçileri partiden ihraç edilirken, yarım yüzyılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten UMNO öncülüğündeki Ulusal Koalisyon, gelecek 40 yılda ülkeyi nasıl yöneteceğinin hesaplarını yapıyor. 

6 Eylül 2016 Salı

Rodrigo Duterte: Uluslararası Arenada Yeni Bir Fenomen / Rodrigo Duterte: A New Phenomenon in International Arena


Cihan Kurtaran                                                                                                                      06.09.2016

Filipinler’de uzun yıllar Mindanao Adası’nda Davao şehri belediye başkanlığı yapmış olan Rodrigo Duterte Laos’a yapacağı ilk yurt dışı seyahati öncesinde, ABD Başkanı Barack Obama’ya yönelik küfürlü demeciyle gündeme oturdu.

Güneydoğu Asya Ülkeler Birliği (ASEAN) dönem başkanı Laos’un başkenti Vientiane’de başlayacak zirveye saatler kala, Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin ABD başkanı Barack Obama’ya yönelik adab-ı muaşerete mugayir sözleri gündemi belirledi. Sadece ASEAN’ı değil, farklı ülke devlet başkanları ve delegasyonlarını da biraraya getirmesi nedeniyle küresel bir önem arz eden ASEAN toplantıları, daha başlamadan herkesi şaşırtan olağandışı bir gündeme sahip oldu.

Söz konusu iki liderin Vientiane’de biraraya geleceği, G-20 zirvesi dolayısıyla Çin’de bulunan Obama tarafından duyurulmuştu. Obama, Filipinler’in çiçeği burnunda devlet başkanı Duterte ile görüşeceğini söylemekle kalmamış, görüşmenin içeriği konusunda, yani Filipinler’de insan hakları konusuna gündeme getireceğini belirtmişti. ‘Üçüncü dünya’ ülkeleriyle ilişkilerde sadece Başkan Obama’nın değil, genel itibarıyla ABD politikalarında önemli bir yer tutan ‘insan hakları’ konusu, bu kez Filipinler bağlamında gündeme getiriliyor. ABD yönetimince Filipinler’e, daha doğrusu başkan Duterte’nin aşağıda değineceğim bazı uygulamalarına yönelik olarak daha önce de değişik vesilelerle tepkiler gündeme getirilmişti.

Burada hatırlanması gerek bir diğer husus, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 26-27 Temmuz günleri Manila’yı ziyaret ederek Duterte ile görüşmesidir. Kerry’nin kişisel yaklaşımından ötürü olsa gerek, Duterte’nin ağzından ona karşı kötü bir söz sadır olmamıştı. Ancak Duterte basına yaptığı açıklamada, “Kerry’le görüşebilirim, ancak onun büyükelçisi eşcinsel diyerek” ABD yönetimine yönelik hakaret anlamı içerek bir söylemi gündeme taşımaktan da geri durmamıştı.

Vientiane toplantıları öncesi yaşanan bu gerginlik, Obama ve Duterte arasında kişisel bir atışmanın ötesinde anlam taşıyor. Bu noktada Rodrigo Duterte’nin kim olduğu, nasıl bir siyasi geçmişi olduğunu kısaca ele almak gerekir. 8 Mayıs 2016 seçimleri yapılacağı duyurulduğunda Filipinler’de başkan adayları arasında adı geçmeyen, ancak kısa bir süre sonra aday olabileceğini açıklanan Duterte, ülkenin güneyinde Mindanao Adası’nda uzun yıllar belediye başkanlığı ve il yönetim meclisinde görev yapmış bir isim. Mindanao Adası’nı, Filipinli Müslümanların tarihsel olarak yaşam olanı olarak biliyoruz. Son dönemde ise, Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin (MILF) bağımsızlık ve akabinde özerk yönetim taleplerine konu olan bir bölge. Ancak çatışma bölgelerinin taşıdığı geri kalmışlık, zorunlu ve gönüllü göçlerden neşet eden etnik çeşitlilik, suç oranlarının yüksekliği gibi hususiyetleri de bünyesinde barındırıyor. Filipinler’de suç denilince akla ilk gelen ise uyuşturucu mafyaları oluyor. Sadece ‘çetelerle’ sınırlı olmayan, ekonomik kazanımı oldukça yüksek bu ‘işten’ değişik düzeylerde kimi ‘memurların’ da iştirak ettiği biliniyor.

Duterte, Ada’nın önemli şehirlerinden biri olan Davao’daki 22 yıllık belediye başkanlığı süresince bir yerel yönetici olmanın ötesinde, bir ‘şerif’ hüviyetiyle şehir ve çevresini uyuşturucu mafyalarından temizleme uğraşını üstlenmiş ve bunda da başarılı olmuş bir yerel politikacı. Ancak Duterte’nin bu ‘başarısını’ gerçekleştirirken, uyguladığı ‘gayri resmi’ yöntem, o yıllar boyunca ulusal gündemin dışında pek yer bulmadı. Gayri resmi yöntemden kastımız, Duterte’nin kurduğu iddia edilen ‘ölüm timleri’ diye anılabilecek bir yapıyla uyuşturucu çetelerini hizaya getirmesi oldu. Bu sürecin sonunda Davao en güvenli şehir unvanını kazanırken, hiç kuşku yok ki, Duterte’nin uyguladığı gayri resmilik te o kadar üzerinde durulan bir konu olarak dikkat çekmedi.

Ancak işler, Duterte’nin devlet başkanlığına aday olmasıyla ve akabinde kampanya dönemindeki söylemiyle yavaş yavaş uluslararası gündemde yer işgal etmeye başladı. Öyle ki, Duterte ‘Davao başarısını’ ulusal düzeye çıkarmaya ant içmesi üzerine, eski başkan Benigno Aquino ülkenin ‘yasaların ihlâl edileceği’ bir döneme girmek üzere olduğunu görerek iki güçlü adayı ittifak yapmaya ve Duterte’nin önünü almaya çalıştı. Aquino bunda muvaffak olamayınca, 71 yaşındaki Duterte 8 Mayıs seçimlerinde aldığı önemli bir oy oranıyla başkan seçilip 30 Haziran’da resmen göreve başladı.

Duterte, seçim kampanyası boyunca iç siyasete yönelik olarak, ülkenin en önemli sorunlarının başında gelen güvenlik olgusuna yoğunlaştı ve bu yöndeki açıklamalarıyla gündemi belirledi. Aynı Duterte o günlerde, 1989 yılında hayatını kaybeden Avustralyalı kadın misyoner üzerinden Avustralya hükümetine ve Papa Francis’in Ocak ayında Manila’yı ziyaretinde yaşanan trafik karmaşası sonrasında buna sebep olduğu iddiasıyla Papa’ya yönelik gayr-i ahlaki çıkışı ile uluslararası basının gündemine oturmaya başladı. Duterte bu türden çıkışlarına dün Barack Obama’yı hedef alan küfürlü söylemiyle devam etti. Duterte, uyuşturucuyla mücadeleyle ilgili olarak kısa bir süre önce bazı uyarıları gündeme getiren ve kendisiyle Laos’da görüşmeyi talep BM Genel Sekreteri’yle görüşmeyi de reddetmişti.

Filipinler devlet başkanının tüm bu süreçlerde benzer bir söylemi tekrarlaması nedeniyle sıra dışı bir fenomen olmaya doğru gittiğini söyleyebiliriz. Ülkesinde suçlarla ilgili mücadelede seçtiği yöntemi, yerel yöneticilik dönemindeki başarılarına bina ederek tartışılmazlığına güvenen Duterte, uluslararası çevrelerin bu konudaki eleştirilerine ise ‘ulusal bağımsızlığımıza müdahale ediyorsunuz’ diyerek geri çeviriyor. Duterte’nin güvenlik güçlerine çeteleri sorgusuz sualsiz öldürme hakkı veren uygulaması ile son iki ayda yaklaşık 2000’i aşkın kişi çatışmalarda öldürüldü ve ülke hapishanelerinin teslim olan uyuşturucu çete mensubu ve kullanıcılarıyla doldu. Dün Obama’ya yönelik yaptığı açıklamanın bir yerinde de, “Filipinler sömürgecilikten kurtulalı çok oldu” diyerek, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl ortalarına kadar süren ABD sömürgeciliğine atıfta bulunarak, Obama’nın insan hakları söylemini reddediyordu.

Duterte’nin yukarıda zikredilen ‘güvenlik politikasına’ yönelik karşı çıkışlar ülkedeki bazı siyasi çevrelerden de gelse, genel itibarıyla yüksek bir oyla devlet başkanı seçilen bir lider olması ve siyasi gücü ele geçirmesi nedeniyle eleştiriler -en azından şimdilik- kurumsal bir boyut kazanmış değil. Ancak Duterte’nin en son Obama’yı da hedef alan uluslararası politikacı ve şahsiyetlere yönelik çıkışın ülkelere arası ilişkileri etkileyecek boyutu olacaktır. Ayrıca, Filipinler’in önümüzdeki yıl ASEAN dönem başkanlığını üstlenecek olmasıyla, Birliğe üye ülkeler arası ilişkiler de olumsuz yönde etkilenebilir.

Bunun ötesinde, Filipinler ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri. 1990’lı yıllarda ülkede ABD karşıtlığının yol açtığı tepkiler üzerine o dönemki ABD üstleri kapatılır ve sayısı azaltılırken, son yıllarda Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddialarının neden olduğu anlaşmazlık Filipinler’i ABD’ye yeniden yaklaştırmıştı. Bu anlamda, bir önceki başkan Aquino döneminde ikili ilişkilerde askeri boyut yeniden ön plâna çıkmaya başlamıştı. Duterte’nin, Batı Filipinler Denizi olarak adlandırılan bölgede giderek artan Çin balıkçı ve sahil güvenlik teknelerinin varlığı karşısında ‘Çin’le masaya oturur hallederiz’ söylemi bugüne kadar somut bir açılıma konu olmadı. Kaldı ki, benzer sorunlarla yüzleşen bölgedeki diğer ülkeler de Çin’le tek tek masaya oturmak yerine ABD ile yakınlaşarak politika geliştiriyorlar.

Duterte’nin Obama’yı hedef alan küfürlü sözlerinin ABD politikalarını pek etkilemeyeceği düşünülebilir. Ancak burada Duterte’nin ve Duterte güdümündeki Filipinler hükümetin alacağı kararların belirleyiciliğini de unutmamak gerekir. Bu süreçte, ASEAN içinde öne çıkan ülkelerin Duterte yönetimini şu veya bu şekilde ‘hizaya çekme’ çabası olabilir. ABD ise, bölgede Çin faktöründen hareketle Filipinlerle ilişkileri koparması söz konusu değil. Ancak iki ülke ilişkilerini daha alt düzeyde sürdürme politikası izleyerek Duterte’nin uluslararası politikaya ‘adaptasyonunu’ bekleyecektir.


(Not: Cihan Kurtaran arkadaşımıza bloğumuza katkılarından ötürü teşekkür ederiz.) 

2 Eylül 2016 Cuma

Çin'in G20 'gösterisi' ve bazı gerçekler / China’s G-20 ‘show’ and some facts


Mehmet Özay                                                                                                                        02.09.2016

Çin, bu yılki G-20 toplantılarına ev sahipliği yapıyor. 4-5 Eylül tarihlerinde Çin’in doğusunda tarihi bir şehir olan Hangzhou’da gerçekleştirilecek zirvenin, tıpkı öncekiler gibi, aslında öncesindeki teknokratların, uzmanların aldığı kararların onanması şeklinde geçeceğini söylemek mümkün. Çünkü G-20 çerçevesinde maliye, enerji gibi bakanlıklar ile merkez bankası başkanlarının toplantıları pek gündemde yer işgal etmese de belirleyicilik noktasında önem arz ediyor. Buna ilâve olarak B-20, L-20, T-20, W-20 gibi birliklerin G-20 politikalarının oluşturulmasına katkısından da söz ediliyor. Dünya ekonomisinin ‘en büyükleri’ olarak adlandırılan ülkeleri yıl içerisinde periyodik olarak biraraya getiren bu toplantılarda küresel ekonominin içinde bulunduğu durum ve geleceği konusunda politikalar üretiliyor. Bununla birlikte 2009, 2010 yıllarında olduğu gibi bazı yıllarda iki defa gerçekleştirildiği görülüyor. Birliği oluşturan 19 ülkenin yanı sıra, Avrupa Birliği’ni de zikretmek gerekir. Sekreteryası bulunmayan birlik, periyodik olarak değişen ev sahibi ülkenin maharetiyle organize ediliyor.

Küresel ekonomide belirleyicilik
G-20’nin temel amacı küresel ekonomiyi canlandıracağı varsayılan ticaret, yatırım, bankacılık, yenilikçilik, istihdam sektörlerinde küresel yasalar tasarımlamak ve uygulanması noktasında rehberlik yapmak. Bununla birlikte, katılımcı ülkelerin coğrafi, sosyo-kültürel farklılıklarından hareketle küresel ekonomide Batılı ülkelerin dışında bazı ülkelerin de rol aldığı gibi bir yanılsama ortaya çıkabilir. Aslında bu çeşitlilik, ülkelerin özellikle nüfuz ve bununla doğru orantılı tüketimcilik kapasitesinin büyüklüğünün bir eseri. Bu nedenle, katılımcı üyelerin her birinin küresel ekonomi politikalarının belirlenmesi sürecine ne denli katkıda bulunduğu şüpheli. Aralarında Brezilya, Endonezya, Hindistan gibi ‘geri kalmışlıkla gelişmekte olmaklık’ arasında yer alan ülkelerin de bulunduğu dikkate alındığında, temelde ekonomik büyüklük ile küresel ekonomi politikalarına yön verme arasında bir fark olduğu görülür. Söz konusu zirve ev sahibi ülke kadar katılımcı ülke bürokrasisinin koltuk altına sıkıştırılmış dosyalarını küresel aktörlerle paylaşma zemini de hazırlamaktadır.  

G-20 adıyla toplantılar 1999 yılında başladı. Bu durum, aslında o döneme kadar dünya ekonomisinin belirleyiciliği noktasında girişimler yapılmadığı anlamı taşımıyor elbette. Aksine IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası birlikler ile ABD ve AB bağlamında yürütülen çabaların küresel bir yapılaşma kazanmasında sadece Asya Krizi’ni bahane etmek mümkün değil. Örneğin benzer dönemde, yani 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) kabulüyle, sahip oldukları nüfus hacimleriyle neo-liberal ekonominin uygulayıcısı olmaya hazır ülkelerdeki gelişmeleri de hesaba katmak gerekir.

Çin’in ekonomide korumacılığı ve karşı çıkışlar
Zirvenin, ekonomi alanındaki düzenlemeler noktasında bir süredir ABD ve AB ile anlaşmazlık yaşayan ve bu nedenle serbest ticareti ilke edinen (DTÖ) kıstaslarına uyması için baskıya maruz kalan Çin’de yapılacak olması önemli. Anlaşmazlığın önemli bir alanını, Çin ekonomisinin devlet teşekkülleri eliyle yürütülüyor olması ve Çin iç piyasasının Batılı şirketlere ‘fair-play’ kurallarına uymayacak şekilde kapalı olması. Bu durum, devlet müdahaleciliğini gündeme getirdiğinde klasik liberal ekonominin oyun kurallarının dışına çıkılmış kabul ediliyor. Çift rakamlı büyüme dönemini geride bırakan Çin, ekonomide şu veya bu ölçüde korumacılığa yönelirken Batılı ülke liderleri ve ekonomi uzmanları, Çin’in DTÖ’ye verdiği sözleri yerine getirmesinde ısrarlı.

Yatırımlar noktasında da sıkıntılar yaşandığı biliniyor. Özellikle Alman şirketlerinin Çin’de karşı karşıya kaldığı zorluk Merkel tarafından gündeme taşınıyor ve zirvede de görüşülecek konular arasında bulunuyor. Öyle ki, Çin devlet teşekkülleri Avrupa ve Avustralya’ya açılım yaparken, benzer bir durumun Çin’de gerçekleşmesinin önünü alacak ‘korumacılık’ yasaları geliştiriyor. Bu çerçevede, son dönemde Avustralya ve İngiltere’nin Çin şirketlerinin yatırımlarına engelleme çabası da bunun bir sonucu. Çin, özellikle son çeyrek asırda elde ettiği ekonomik büyüme eğilimlerinin doğurduğu bir tür ‘öz-güvenle’ hareket ediyor. Ancak bu ekonomik kalkınmışlık sürecinde liberal politikaların dışında bir yol izlemediği dikkate alındığında, Çin dönüp dolaşık Batı ekonomisinin kıstaslarına uymak zorunda kalacaktır. Aksi halde uluslararası çevrelerin Çin’i ‘piyasa ekonomisi’ne dahil etmeme tehdidinin doğurabileceği sıkıntılardan bahsetmek mümkün. Kaldı ki Çin, zirveden sadece birkaç gün önce yapılan görüşmelerde AB-Çin kapsamlı yatırım anlaşmasının 2017 yılında imzalanabileceği gündeme geldi.

Güvenlik olmadan ekonomik gelişme olmaz
Küresel ekonomiyi ilgilendiren alanların yanı sıra, bu alanların sağlıklı işlerliği için kaçınılmaz olan bölgesel ve küresel güvenlik konusu da zirvede birincil görüşme alanlarından biri olacak. Bu bağlamda, ilk akla gelen husus, zirvenin yapılacağı ülke Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizleri üzerindeki egemenlik iddiaları ile Kore Yarımadası’ndaki gelişmeler. Çin’in bu iddialarına karşılık olarak Uluslararası Tahkim Mahkemesi geçen Temmuz ayında Çin aleyhine karar verse de konuyla ilgili tartışmalar sürüyor. İddialarını tarihi bağlama oturtan Çin şu ana kadar geri adım atmış değil. Bu nedenle, söz konusu bu iddiaların, bölge ülkeleri kadar Batılı ülkeler için de deniz ticaretinin seyir ve güvenliğine engel olduğu yolundaki açıklamalar bir süredir gündemde yer işgal etmeye devam ediyor. Öyle ki, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, zirveden birkaç gün önce Hindistan ziyareti sırasında Güney Çin Denizi anlaşmazlığında karşı karşıya gelen Çin ve Filipinleri konuyu barışçıl yollarla halletmeye yaptığı davet etti. Burada tabii ki sorun, sadece komşu ülkeler arası var olan bir anlaşmazlık değil. Bunun ötesinde Doğu ve Güney Çin Denizleri’nin yeni bir küresel ‘çatışma’ alanı olduğu ve bu anlamda ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ konsepti çerçevesinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nı gündeme getirmesi

Bu çatışmacı alanlara karşılık Çin hükümeti zirveyi bir tür başarıya çevirmenin hesabını yapıyor. Bu amaçla, G-20 birliği dışındaki ülke liderlerini de davet etmek suretiyle, Çin’in kalkınmışlığını ve bir dünya lideri olmaklığını ‘paylaşmayı’ plânlıyor. Çin, zirve dolayısıyla bir dünya lideri pozunda pembe bir tablo çizmeye hazırlanırken, karşısında küresel ekonominin kurallarını belirleyen ancak Çin’in bu alandaki işbirliğinden memnun olmayan belirleyen Batılı ülkelerin, jeo-stratejik yapılaşmasına yön verme uğraşındaki ABD’nin ve bölgesel barış ve güvenliğinin tehdit altında olduğu algısına sahip ASEAN’ın karşı çıkışlarına maruz kalacağına kuşku yok.