Mehmet Özay
17
Nisan 2014
Malezya Başbakanı Necib bin Razak’ın iki gün sürecek Türkiye ziyareti bugün
başlıyor. İki ülke ilişkilerinin ellinci yılı olması dolayısıyla bu ziyaret bir
başka anlam taşıyor. Bu ziyaretin, Başbakan Erdoğan’ın Ocak ayında Malezya’ya
yaptığı ziyaretin hemen ardından gerçekleşmesi ise, özellikle Türkiye’nin
Güneydoğu Asya’da önemli bir yeri bulunan Malezya ile ilişkileri kısa sürede
ilerletme niyetinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Başbakan Necib 2011
yılı Şubat ayında Türkiye’ye ilk resmi ziyareti yapmıştı.
İki ülke ilişkilerine daha önce değinme fırsatı bulmuştuk. Burada aynı
şeyleri tekrar etmek yerine kısa bir hatırlatmanın ardından farklı bir ‘tona’
evrilmekte fayda var. Daha önce dile getirdiklerimizi hatırlamak gerekirse,
Türkiye ve Malezya’nın salt iki ülke işbirliği ile kalam/a/yacağı, iki ülkenin
tarihi, kültürel ve ekonomik hinterlandının oluşturduğu Ortadoğu/Kuzey ve Orta
Afrika/Orta Asya ile ASEAN/Malay Dünyası üzerinde çok geniş bir perspektiften
bakmakta fayda olduğuydu. Bu çerçevede, söz konusu iki ülkenin üzerinde
yükseldiği coğrafyaların son dönemdeki gelişmeler çerçevesinde yeniden
şekillenmekte olduğu dikkate alınmadıkça Türkiye-Malezya ilişkileri kısır bir
döngüye mahkum edilecektir.
Bu genel ifadelerin ardından, iki ülke ilişkilerinin önünde gelişmeye matuf
bir süreç olduğuna vurgu yapalım. Ancak bu potansiyeli gerçekliğe taşıyacak
araçların inşasına başlandı mı veya tamamlanabildi mi vb. soruları da önemli. Tabii
ortada ‘potansiyel’ derken, bu ortada öylesine ‘başıboş’ bir varlığı olan
potansiyelden bahsetmiyoruz. Malezya’nın hangi -diyelim ki- ekonomik ve
stratejik değerlere sahiptir ki, bu sömürgecilik döneminden bugüne işlenmemiş
ve yabancı unsurlarca pratiğe dökülmemiş olsun. Bugünün gelişmeleri ile
değerlendirmek gerekirse “Güneydoğu Asya Ülkeleri İşbirliği (ASEAN)” ve “Asya-Pasifik
Ekonomik İşbirliği (APEC)”ne ilâve olarak ve de belki de çok daha kapsayıcı bir
nitelikteki “Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)”nı imza yolundaki
adımlar, ABD’nin sadece Doğu Asya’daki Japonya-Tayvan-Güney Kore ile değil,
Güneydoğu Asya’da özellikle Filipinler-Singapur-Tayland ile Çin’e karşı
giriştiği güvenlik/savunma ilişkilerinde Malezya’nın da giderek önemli bir yer
aldığı gözleniyor. Bu gelişmeyi, bu ay sonunda elli yıl sonra ilk kez bir
Amerikan başkanının Malezya ziyaretinde bulmak mümkün. Barack Obama’nın bu
ziyareti iki ülke ilişkilerini stratejik boyuta taşımak kadar, ABD’nin
Güneydoğu Asya/Doğu Asya etkileşimini güçlendirmede önemli bir araç olacaktır.
Söz konusu bu ekonomik ve jeo-stratejik açılımlarda salt Malezya veya
Malezya’yı temsil kabiliyetindeki yerel/ulusal güçleri de kastetmiyoruz. Son
iki yüzyıldır bölgenin ‘kıymetlerini’ kullanma istidadındaki güçlerin
Malezya’daki gerek doğrudan gerekse ortaklıklar düzeyindeki işbirliklerinin
ekonomik ve jeo-stratejik paylaşımlardaki rolü ve etkinliği kuşkusuz ki,
Türkiye’nin önünde bir dezavantaj. Yani ortada inanılmaz bir rekabet var. Bu
yarışta Türkiye nasıl önlere geçebilir bunun hesabının iyi yapılması gerekiyor.
Örneğin, geçen gün Kuala Lumpur’da düzenlenen “14. Asya Savunma Sistemleri
Fuarı”nda -ki alanında dünyanın ilk beşi arasında bulunuyor- görüşme fırsatı
bulduğumuz Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkilinin de belirttiği üzere, savunma
sistemleri işbirliği konusunda iki ülke arasında bir etkileşim olsa da, bunun
yeterli olmadığı, sabırla ve ısrarla çalışmak gerekiyor.
Aslında tüm bu maddi unsurlardan önce, ortada bir “güven” tesisi
gerekliliği olduğunu açık yüreklilikle teslim etmek lazım. Bu husus, aynı zamanda
Malezya ile ilişkilerde nelere dikkat etmeli sorusunun da cevabını getirecektir.
Çünkü bahsettiğimiz ülkenin kendine has özellikleri Türkiye’nin öncelikleriyle
uyuşmayabilir. Şayet somut olarak bunun karşılığı aranacaksa, ilgili çevrelerin
önceliklerinin ekonomi olmasından hareketle, herhalde ekonomik ve ticari
işbirliğinin zaafiyetinde görmek mümkün. Olası işbirliğine kapı aralamak için
kullanılan psikolojik argümanların başında ‘kültürel yakınlığımız’ fenomeni
kullanılsa da, uzmanların ifade ettiği üzere Türkiye ve Malezya arasında
kültürel bir yakınlıktan değil, olsa olsa dini alan benzerliğinden bahsetmek
mümkün. Bunun somut karşılığının neye tekabül ettiğine değinecek olursak, hiç
kuşku yok ki, karşımıza ‘Hac’da karşılaşılan manzaralar çıkacaktır. Ancak ‘Hac’
mekanı ve ruhu itibarıyla olağandışı bir referans olduğundan sosyo-ekonomik ve
uluslararası ilişkilerde böyle bir yaklaşıma yer olmadığı tartışmaya gelmez.
Şimdi Malezya’nın neye tekabül ettiğine kısaca bakalım. Yönetim şekli
olarak Westminster temelli, ‘monarşik parlamenter’ sistemin varlığı içerisinde
‘parlamento’ kavramının içeriğinin ne kadar gelişkin olduğuna ve bu kavramına
toplumun geniş kesimleriyle kesişen ‘sivil’ alanların desteğiyle ne denli
bağlantılı olduğuyla alâkalıdır. Öte yandan ‘monarşi’nin tekabül ettiği
gerçeğin, ülkedeki Malay Müslüman etnik çoğunluğun varlığıyla birebir örtüşen
bir yanı vardır. Ülkenin temel siyasi dinamikleri noktasında ‘monarşi
kültürü’nün ‘parlamento kültürü’ne baskın çıktığı görülür. Monarşinin toplumda
karşılık geldiği alan Malaylılık olduğundan, ülkenin teknik anlamda
vatandaşları statüsüne sahip olan diğer azınlıklar noktasında bir psikolojik ve
toplumsal geri çekilmenin ortada olduğuna şüphe yok. Monarşi, Malaylılığı
besler ve de korurken, Malaylılık da psikolojik, ideolojik, ve de yönetimsel
‘varoluşsal’ şartlarını monarşiye endekslemiştir.
Bu durumun ülkenin asli unsurları (bumiputra) denilen ve ağırlığını
Müslüman Malayların oluşturduğu toplum kesimlerinde sosyo-siyasi ‘garanti’
anlamı taşıdığı gibi bir izlenim uyandırsa da, aslında ‘bir güven problemine’
neden olmaktadır. Bu güven probleminin bizatihi kendisi, ülke siyasi yaşamına
-tabiri caizse- sürekli akredite edilen bir yapılaşmayı kaçınılmaz olarak beslemektedir.
O da, mevcut siyasi iktidarın varlığı ve bu iktidar çevresi etrafında
örüntülenen ekonomik çıkar birlikleridir. Monarşi öncelikli siyasi yapı,
yönetim ve devlet teşekkülleri anlamında ekonomi sektörlerinde korumacılığı her
daim zorunlu kılmaktadır. Aslında, ülkede son kırk yılda gözlemlenen kalkınma
süreçlerinin temelinde -tezat gibi görünse de- bu ‘güven’ sorunu yatmaktadır.
Bu nedenledir ki, ülkedeki parlamenter sisteme dair gözlemlerin sonucunda
ortaya konulan görüşlere bakıldığında, siyasi evrim gereği ulaşılması beklenen
‘demokratikleşme’nin -ki buna “kendinde demokratikleşme” diyebiliriz- bu ülke
özelinde durağan bir özellik sergilediği veya baskın çıktığı dikkat çeker. Bu
durum, ters bir refleksle, gene parlamento fenomeniyle etkileşimi güçlü bir
sivil oluşum mekanizmasının zayıflığına neden olur. Bu ülkede ‘sivil toplum
kuruluşları’ olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak böylesi mevcut
kurumların dinamiklerine bakıldığında, arka plânda korumacı devletin sivil
alana uzanımının varlığıyla karşılaşılır. Hakim siyasi güç ‘güven’in tesisinde
yegane vasıta olurken, bu güç kendisini sadece Müslüman olmayan azınlıklar
üzerinde belirleyici olmakla sınırlamıyor. Belki de kimi gözlemcilerin
kaçırdığı bir gerçek var ki o da şu. Adına Malay Müslümanları denilen sosyal
grup içerisinde çeşitli süreçler vasıtasıyla ortaya çıkan sosyal gerçekliği
anlama çabası ve bunun kurumsallaşmaya yüz tutan yönü karşısında mevcut siyasi
yapı gene korumacılıktan taviz vermeme adına baskın olma gereği duyuyor. Bunun
siyasi terminolojideki karşılığını ülkenin dördüncü Başbakanı, Dr. Mahathir
Muhammed’in “Asyalılık Değerleri” kavramında bulmak mümkün.
Ve bu durum, ülke nüfus yapısı içerisinde görece çoğunluğu oluşturan kitle
içerisinde bölünmeyi getirirken, sosyal olanın zorlamalarıyla, siyasi odak
kendini yenileyebilme olanaklarını bulmaya çalışıyor. Ancak bu durum, sosyal
evrim basamaklarını kısa sürede çıkılacağı yönünde bir izlenime neden olmuyor. Şimdi
böyle bir siyasi ve sosyolojik gerçekliğe sahip bir ülkeyle ekonomik, siyasi,
kültürel ve dini alanlarda nasıl bir etkileşime girilebileceğini, hangi
dinamiklerin hesaba katılacağını iyi hesap etmek gerekir. Bu nedenledir ki, iş
adamından bürokratına, öğretim görevlisinden öğrencisine kadar Malezya toplum
gerçekliği içinde yer almak ve eğitim/ekonomi/ticari etkileşimlerde bulunmak
isteyen kesimlerin bu ‘güven’ olgusuna sahici
bir şekilde yaklaşmaları gerekiyor. Pratikte karşılaşılan gerek bireysel gerek
kurumsal etkileşimlerde bu ‘güven’ olgusundan hareket edilmeli.
Bölgesinde görece az
yoğunluklu nüfusu, gene uluslararası sanayiye taşınan önemli bazı hammadde
kaynaklarıyla, tüketimci ekonominin neredeyse her yönüyle varlığını
hissettirdiği bir ülkeden ve toplumdan bahsediyoruz. Ancak tüm alanlarda sadece
dış aktörlerle mücadele etmek yetmiyor, daha da önemlisi Malezya toplumunda
güven olgusunun varlığı ve teşekkülü konusunda da donanımlı olmak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder