Mehmet Özay 24
Nisan 2014
ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gezisine, bölgede
giderek etkinliğini artıran Çin’e karşı yeniden bir ‘blok’ oluşturmanın ciddi
bir adımı olarak dikkat çekiliyor. Başta Çin-Japonya gerilimi olmak üzere
Çin-Tayvan ve Çin ile ASEAN’a üye dört ülkenin Güney Çin Denizi’ndeki
teritoryal haklar meselesinden kaynaklanan sorunun ABD’nin bölgedeki varlığına
zemin hazırladığı konusu çokça tartışılıyor.
Çin’in sadece son üç yılı aşkın süredir aktif olarak gündemde yer alan
Güney Çin Denizi’ndeki insansız adalar ve çevresinde başgösteren egemenlik
hakları değil ABD’yi ve bölgedeki müttefiklerini endişelendiren. Bunun belki de
öncesinde Çin’in ekonomik gelişmişliğinden sirayet eden bir tür hazımsızlıktan
söz edilebilir. Bu anlamda, ekonomisi kayda değer gelişmeler gösteren Çin’in,
ABD için şimdilik bir yumuşak tehdit unsuru olduğu görülüyor.
Barack Obama’nın Japonya’dan başladığı Güney Kore, Malezya ve Filipinlerle
devam edecek gezisinin odağında Çin faktörüne karşı bir ‘ön alma’ harekatı
izlenimi olduğunu söylemiştim. Bunun rasyonalitesi ise, geçen yıl Çin’in
bölgedeki geçen yılki girişimleriyle izah ediliyor. Bu anlamda, ABD- Çin
bağlantısında, Doğu ve özellikle de Güneydoğu Asya ülkeleriyle olan ilişkilerin
önemli bir yeri var. Geçen yıl Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in barış ve
‘ekonomi’ bağlantılarıyla dört ülkeyi kapsayan gezisi, Xi Jinping yönetimindeki
‘Yeni Çin’in bölge açılımının önemli bir örneği olarak okunabilir. Elbette ki,
bu açılım, Malezya, Endonezya, Singapur tarafından gözardı edilecek,
reddedilecek bir alana tekabül etmiyor. Bu anlamda, örneğin Malezya’nın en
büyük ticaret ortağı olan ABD, bir süre sonra bu gücünü Çin’e kaptırması Çin’i
bir dünya devi yapmayacaktır. Öte yandan, bu durum sadece ekonomik anlamda
değil, bir dünya devi kabul edilen ABD’nin gücünde bir zaafiyet olarak telâkki
edilebilecek bir noktaya gelmesine veya en azından moral düzeyinde kalmayacak
bir imaj gerilemesine neden olacaktır.
Bununla birlikte, Barack Obama’nın ilk seçildiği yıllardan itibaren ABD Dış
politikasının ekseninde kayda değer bir ‘kaydırmayla’ Doğu ve Güneydoğu Asya
coğrafyasına yönelmesi, Çin’in Batı’ya kafa tutan ekonomik gelişmişliğiyle ilişkilendirilmesine
de ‘şüpheyle’ bakmak gerekir. Çünkü bu ekonomik gelişmişliğin ne denli ABD’ye
ve Batı’ya tehdit içerdiği de üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Nedeni
ise son derece açık. Çin, kapitalist sistemin gereklerini yapma konusunda ev
ödevini gecikmeli de olsa yerine getirirken, ABD için veya daha doğrusu sistem
için bir mahzur taşımıyor. Bu noktada Çin yönetiminin 1982 yılında imza attığı
yeni Anayasa’da “Çin’in geleceğinin uluslararası toplumla karşılıklı bağımlılık
ilişkisinde olduğu” cümlesi bölgesel ve küresel etkileşim sınırlarını
belirlemede önem taşıyor. Kimi uzmanların dile getirdiği üzere açılan bu
kapının bir daha kapanması mümkün değil. Bunun en temel göstergelerinden biri
ekonomide liberalleşme yolunda atılan adımların Çin’i şu veya bu şekilde
küresel kapitalist sisteme eklemlemede bir araç rolü oynamasıdır.
Çin’in ekonomik kalkınmasında 21. yüzyılın başlarında yapılan kimi
değerlendirmelerde bu ülkenin dünya ekonomisinin ilk beşi içinde yer aldığı
belirtiliyordu. 2002 yılında dönemin Başkanı Jiang Zemin, Çin’in kalkınmış ülke
olma hedefini 2020’ye endeksliyordu. Bunun maddi karşılığı ise alım gücü 800
Dolar olan bir Çin’linin 2020 yılında bu gücünün 3000 Dolar’a çıkartılmasından
bahsediliyor. Yani giderek orta sınıflaşmanın büyük bir kabul gördüğü ve bu
yönde kayda değer adımların atıldığı bir Çin’in ekonomik varlığıyla tehdit
olması ne kadar mümkün?
Açıkçası Çin uygulamakta olduğu siyasal sistem olarak da Amerikan sistemine
büyük bir tehdit içerdiği iddia edilemez. Soğuk Savaş yıllarının ardından,
Amerikan’ın yeni düşman arayışları süreci ve bununla yakından ilintili 11 Eylül
2001 ve sonrası gelişmeler dikkate alındığında da bunu gözlemlemek mümkün.
Örneğin, o tarihlerde ABD’nin Çin Büyükelçisi Clark Randt, Amerikan toplumunun
maruz kaldığı tehdide dair açıklamalarda bulunurken, Çin’in bu tehdit yapısı
içerisinde yer almadığına vurgu yapıyordu. Aradan geçen yıllarda ne oldu ki
Çin, ABD nezdinde bir tehdit olarak algılanma süreci birden hızlandı. Aslında,
ABD’nin ‘düşmansız yapamacağı’ ve düşman olgusunun ABD Dış Politikası’nda kayda
değer bir paradigma olarak yer aldığı düşünüldüğünde acaba Çin, özellikle de en
yakın ve giderek ucuz işgücü/orta sınıflaşması/mümbit bir tüketimci pazarı ile
ortaya çıkan Güneydoğu Asya ülkeleri için bir ‘öcü’ fenomeni olarak ortaya
çıkartılmış olamaz mı?
Kendine düşman üretmesiyle tanınan Amerikan sisteminin, süreçte belki de
karşısına -gene Batı’dan devşirdiği ‘ekonomik değerlerle’- süpriz olarak çıkan
bir Çin faktörünün giderek güçlü bir şekilde gündeme geldiği de bir gerçek. Bu
anlamda tehdit olgusunu irdelerken, Çin’i Batı nezdinde tehlikeli kılanın, bu ülkenin
liberal kapitalizmin siyasi ve sivil alanlara yönelik göstergelerindeki
başarısızlığında yattığını söylemek gerekir. Bunun en iyi örneklerini
Tiannenman Meydanı, Tibet ve Uygur’da yaşananlar ile henüz dünya medyasına
çıkmamış bazı azınlıklar üzerinde kurduğu sistemik baskıda ortaya çıkıyor.
Tabii bir de Tayvan meselesi var... Çin’in modern tarihindeki en önemli
kırılma olan komünist-milliyetçi Çin ayrımının ürettiği yeni bir ülkenin adı
Tayvan. Bu konu üzerinde biraz durmakta fayda var. Bugün Tayvan başta bölge
ülkeleri ve küresel alanda kabul edilebilir bir yapıya sahip olduysa, bu
Tayvanlıların kendi başarılarının bir ürünüdür. Ve Çin ile Tayvan arasında
yaşanan anlaşmazlık Tayvan’ın gelişmişliğine paralel olarak bir ezilmişlik
psikolojisi ile hareket etmediğini de ortaya koyuyor. Tayvan, özellikle bölge
ülkeleri bağlamında ‘eşit’ statüsüdeki konumundan istifade ediyor. Ancak 1989
yılında yaşanan Tiananmen Meydanı’ndaki ‘kırılma’, başta ABD olmak üzere genel
itibarıyla söylenecek olursa Batılı ülkelerde giderek ‘sisteme’ yaklaştığı
iması veren Çin’in halen diktatörlükle yönetildiğinin kanıtı olarak tarihe
geçtiği de bir vakıa. Bu anlamda, 1989’den bu yana Çin’in kendi halkına yönelik
böylesi bir örneği gündeme getirmemekle birlikte, Tibet’te ve özellikle Sincan
Bölgesi’ndeki (Uygur) icraatlarının da, en azından bölge ülkelerince şimdilik
dikkate alındığını ve yüksek sesle basında ya da ikili ilişkilerde dile
getirildiğini söylemek mümkün değil.
Pek çok uzmanın dile getirdiği üzere önümüzdeki birkaç on yıl boyunca ABD
ile Çin arasındaki rekabette ABD’nin pek de dikkat çekici bir gerilemenin söz
konusu olmadığıdır. Bu durumda açıkçası iki ülke ilişkilerinde güç yarışının
sıcak bir ortama mı sürükleneceği yoksa mahir dış politika uzmanları ve
politikacılarının elinde yumuşak bir geçişe olanak tanıyan veya sistem içi
anlaşmalarla sonuca taşınacak bir sürece mi tanıklık edileceği konuşuluyor.
ABD’nin gücü tesis ettiği alanlar yani ekonomi, bilim, endüstri, kültür, askeri
varlıkları dikkate alındığında iki ülke arasındaki ilişkileri sıcak bir ortama
taşınmamasında sorumluluğun ABD’ye düştüğü söylenebilir. Tabii yukarıda
zikredilen alanlarda Çin’in hiçbir varlığının olmadığını iddia edilemez. Ancak
örneğin dünya geneline bakıldığında Çin’in ne tür bir kültür endüstrisini
yönetebildiğinden başlayarak Çin’in bölgesinden başlayarak dünya halklarına
kapitalizmin ürettiği tarzda bir kültür pompalama gücüne sahip olup olmadığı
tartışma götürür.
ABD-Çin ilişkilerinin güç yönelimli boyutunu gündeme getirirken, bu ilişkinin
Çin’in iç politikalarına, iç politik güç donanımlarına yönelik bir yanı da var
kuşkusuz ki. 20. yüzyıl başlarında dünyadaki ve bölgesindeki gelişmeler
çerçevesinde Çin’de büyüyen iki güç/ideoloji yani komünizm ve milliyetçilik
arasındaki mücadelede kazananın ilkiydi. Bugün Çin’in küresel bir yapılaşma
içerisinde kayda değer rol almasında bugün -diyelim ki ürettiği- ekonomik
değerlerin nasıl ortaya çıktığı önemlidir. Çin’in tıpkı diğer ülkeler gibi
bilim ve teknolojiden önce pragmatiklik amacına uygun olarak kalifiye insan iş
gücü kaynaklarını ABD ve Avrupa üniversitelerine gönderdiği öğrenciler
vasıtasıyla devşirdi ve devşirmeye devam ediyor. Bu kitlenin bugün Çin
bürokrasisinde taşıdığı önem, Çin’in dönüşmesindeki motor gücü oluşturuyor. Bu
güç, komünist partisi gibi geleneksel yapı içerisinde veya birlikte nasıl bir
etkileşime konu olacağı da Çin’in ABD ile olan ilişkilerinde kaçınılmaz bir
öneme sahiptir. Dolayısıyla ortada çarpışmak üzere olan güçlerden ziyade
sistemin her türlü özelliğini hazmetmesi beklenen bir Çin beklentisinin ne
zaman gerçekleşeceğine dair zaman ayarlaması var. Bu süreçte de ABD küresel
rolünü Ortadoğu’dan Doğu ve Güneydoğu Asya’ya çevirerek göstermek istiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder