Mehmet Özay 20
Nisan 2014
ABD Başkanı Barack Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya gezisi
başlıyor. Obama’nın Japonya’dan başlayacak gezisi, Güney Kore, Malezya ve
Filipinler’le devam edecek. Obama’nın bu ziyareti son yıllarda süre giden Güney
Çin Denizi’ndeki Adalar sorunu nedeniyle Çin ve bölge ülkeleri arasında doğan
güvenlik sorununa ilâve olarak, yaklaşık bir aydır Soğuk Savaş yıllarını
anımsatan Rusya’nın Doğu Avrupa’daki girişimiyle ilgili gelişmelerin tam da
ortasında gerçekleşiyor. ABD’nin dış politikada uzun dönemleri kapsayan yaklaşımı
dikkate alındığında, Obama’nın Doğu ve Güneydoğu Asya ziyaretleri Çin ve Rusya
ikilisi karşısında sadece bir moral destek olarak karşılık bulmayacağı bir
gerçek.
ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya’daki varlığı içerisinde 1945’de bombalarla dize getirilen Japonya’nın farklı bir yeri var. Obama’nın Doğu’da Asya’nın ekonomisinin lokomotifi olmuş Japonya’dan başlayacak seyahetinde güvenlik ve ekonomi iki önemli işbirliği alanları olarak ortaya çıkıyor. Güvenlik denildiğinde Çin-Tayvan ile Kuzey Kore-Güney Kore gerginliklerinin yanı sıra, son yıllarda öne çıkan Çin ile bölgedeki beş ülkenin Güney Çin Denizi alanındaki teritoryal haklar konusundaki anlaşmazlık akla geliyor. Her ikisi de ABD’nin bölgedeki müttefiki olsa da, Japonya-Güney Kore arasında 2. Dünya Savaşı’ndan kalma anlaşmazlık da Obama’nın kesinlikle halletmek isteyeceği konular arasında. Tokyo’dan sonraki durağının Seul olması da bir anlamda bununla ilişkili. Tüm bu süreçler çerçevesinde her şeyden önce şunu tespit etmek lazım. Japonya, 2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin Asya’daki en önemli müttefikidir ve yakın ve orta vadede bu özelliğinden bir şey kaybetmeyecektir. Gelişmelerin ekonomik boyutunda ise. 21. yüzyıla “Asya Yüzyılı” adını veren ABD’nin, başta Japonya olmak üzere bölge ülkelerini sadece güvenlik kapsamında değil, ekonomik varlığıyla da dikkate aldığı görülüyor.
8 Eylül 1951 tarihinde imzalanan “San Fransisko Anlaşması”na temellenen ABD-Japonya ilişkileri zaman içerisinde bir takım yeni düzenlemelere tabii tutuldu. Şimdi ise bu ilişkilerin boyutu, 21. Yüzyıl’ın içinde bulunduğumuz yıllarındaki gelişmelere adaptasyonunun ne şekilde olacağıyla alâkalı. “İşbirliği ve Güvenlik” başlığını içeren ve 48 ülke temsilcisinin tanıklığında imzalanan “San Fransisko Sistemi” adıyla anılan bir yapıyı tesis eden bu anlaşma, ABD’nin modern dominyonu haline getirilen Japonya’nın elli yılını ‘ipotek’ altına alınıyordu. Bu ‘Sistem’, sadece askeri güvenlik anlamında değil, diplomatik ve ekonomik içeriğiyle de savaş sonrası Japonya’ya şekil verecek bir çerçeve içeriyordu. Bu anlaşmanın zaman içerisinde gelişmelere paralel olarak yenilenmesi gündeme geldi.
Japonya küresel kapitalist sistemin Doğu’da saç ayaklarından birini oluştururken ABD’nin güdümünde sürdürülen güvenlik olgusu da, Amerikan üsleriyle somutlaşıyordu. Öyle ki, yapılan anlaşmalarda iki temel yaklaşım dikkat çekiyordu: Japonya’nın Batı ‘kampında’ tutulması; ulusal savunmasını ABD’ye havale edip ekonomik kalkınmaya odaklanması. Bunun pratikteki karşılığı, Japonya’nın savunma sistemleri bağlamında lokal denilebilecek bir düzeyin ötesine geç/e/memesi; ülkede ABD askeri üstlerinin varlığının devamlılık arz etmesi ve tüm bu ezilmişlik içinde ulusal gurur meselesi gibi manevi bir açılımın da zorlamasıyla Asya ekonomilerine öncülük edecek bir ekonomik yapılanmanın ortaya konulması… Tabii Japonya’ya ekonomik yapılaşmasının önünü açan bu plâna karşılık, örneğin Henry Kissinger gibi devlet adamlarının, ekonomisinin gelişmesi halinde Japonya’nın askeri güvenlik stratejilerine yöneleceği öngörülerinin aradan geçen süreçte farklı bir bağlamda gündeme geldiği görülüyor. O da, ekonomisi son yirmi yılda geçen yüzyılın ortalarındaki gücünün erozyona maruz kaldığı Japonya’nın, dış faktör olarak Çin’in yükselişine paralel olarak, iç faktör bağlamında Japon milliyetçiliğinin gündeme gelişiyle güvenlik politikalarının ülkenin ana gündem maddesi veya maddelerinden biri haline gelmiş olması.
Güvenlik penceresinden bakıldığında, iki ülke arasında 1997 yılında imzalanan ‘Savunma Yol Haritası’ ile Japonya’ya, ABD’nin bölgedeki askeri varlığına minimal katkı yapacak bir tür imtiyaz veriliyordu. Ancak son dönemdeki gelişmeler, Japonya’nın artık bu noktada kalamayacağı ve kendi savunma sistemini üstlenecek bir atılımı gerektiriyor. Gelişmelere daha yakından bakıldığında bu sürecin ilk adımlarının 1990’ların ikinci yarısından itibaren belirginleştiği fark edilir. Örneğin 1999’da dönemin Japon hükümeti casus uydu teknoloji çalışmalarına onay vermesiyle, uzay teknolojileri üzerindeki çalışmalara Washington engelini ortadan kaldıracak ve güvenlik ilişkilerinden bağımsız kapasite geliştirmeye yol açacak bir politika geliştiriyordu.
Bugünlere gelindiğinde ise, Başbakan Abe, Japon Anayasası’nda güvenlikle ilgili maddeler üzerinde değişiklik yapılmasını ısrarla gündeme taşıdığı biliniyor. Japonya’dan yükselen bu talebe açıkçası ABD tarafından öyle de sert çıkışlar, reddiyeler gelmediği de ifade ediliyor. Bunun somut karşılığı ise Japonya’nın yeni “Güvenlik Sistemi” konsepti çerçevesinde, ilk defa ülkenin en batısındaki Okinawan Adası’nda Naha‘da bir üs çalışmasını bu ay duyurmuş olması geliyor. 2016 yılında hayata geçirilmesi plânlanan üs ile Çin’le anlaşmazlık yaşanan ve Japonların Senkaku adını verdikleri adalar çevresinde ve hava sahasında radar hizmeti verecek. Bu gelişme hiç kuşku yok ki, liberal/milliyetçi ekolün son temsilcisi Başbakan Shinzo Abe’nin liderliğinde Japonya milliyetçi dokusu yenilenme sürecinde, bir yandan da askeri ve güvenlik ekseninde kendine yeter bir alana sıçrama çabasına soyunduğunun ifadesidir. Yakın zamana kadar ülke ve bölge güvenliğini ABD’ye havale etmiş Japonya, ekonomik daralmayla birlikte gururlu halkına verebileceği değerler noktasında da bir tür gayri-maddi bir sorunla yüz yüze.
Japonya’nın bu açılımı karşısında, ABD’nin bir ikilem içinde olduğunu söylemek mümkün kü? Düne kadar askeri üsleriyle bölgede hakimiyetini tesis etmeyi yeğlemiş ABD, bir süredir ekonomisinde baş gösteren ‘arızalarla’ Doğu/Güney Doğu Asya güvenlik çemberinde ciddi bir karar sürecinde bulunuyor. Bir yanda, Çin’in bölgede öne çıkarmayı istidadı sergilediği askeri güvenlik süreçleri, öte yandan 2. Dünya Savaşı ‘suçlusu’ görülen Japonya’ya ordusunu modernize ve geliştirme olanağı tanımayan güvenlik politikası ABD’yi karar verme aşamasına getirmiş olmalı. Temelde kimi uzmanların ileri sürdüğü üzere bu süreç yeni başlamış da değil.
Abe’nin 2012 yılı sonunda seçilmesinde de bu süreci izlemek
mümkün. Halkın kendini ifade eden ve ülkeyi sadece ekonomik anlamıyla değil,
öncelikle tarihsel muhasıbı Çin’in çıkışları karşısında ‘kimlik düzeyinde’ var
olduğunu ortaya koyabilecek bir siyasi gücü arzu ettiğini ortaya koyuyordu.
Çin, ekonomik genişlemesine paralel olarak askeri varlığını artırmaya ve
teritoryal hak iddialarını zaman zaman yüksek sesle ortaya koyarken, Japon
halkının güvenlik ve de ‘dış politika kimliğini’ ABD’ye havale etmede daha ne
kadar sabır göstereceğini tahmin etmek güç. Bu anlamda, Abe’nin Japon savunma
sistemini yenileme ve genişletme kararı, sadece Çin’e karşı verilen bir mesajı
değil, düne kadar korumacı kanatlarına muhtaç olduğu ABD’ye karşı da bir
açılımı içerdiğine kuşku yok.
Güvenlik bağlamında bu gelişmeler olurken, ekonomide neler olduğuna da değinmek gerekiyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Japonya’nın siyasi ve de özellikle ekonomi bağlamında sistemden dışlanması değil, aksine sisteme eklemlenmesi gözetiliyordu. Amerika’nın desteğiyle, ‘Japon halkının çalışkanlığının’ birleşmesi yeni bir endüstri mucizesini doğururken, aslında ABD, Doğu Asya’da bir yandan görece uzak konumuyla Rusya ve öte yandan Çin’e karşılık gelen ideolojik ve ekonomik çerçevesinin başat bir odağını oluşturuyordu. Bu politikanın ne kadar bilinçli yapıldığı bir yana abartısız olarak söylersek, zaman içerisinde tüm Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmasında yönünü çevirdiği bir ülke oldu Japonya. Bu anlamda, ABD’ye ideolojik ve kültürel refleksleri olan bölge halkları dolaylı da olsa kapitalist dünyanın cazibesine “Japon mucizesi” vasıtasıyla girmiş oldu.
Japon mucizesinin gelip dayandığı durağanlık, -ki nüfus yapısından, materialist/kapitalist kültürün getirdiği yeni “etik değerlere” kadar çok çeşitli faktörleri hesaba katmak gerekir- Çin’in yükselişine parallel olarak gerçekleşti. Çin faktörünün bu süreçte giderek artan bir şekilde, özellikle de son on yılda Çin’in tarihsel/coğrafi referansları gündeme taşıyarak Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklarını yeniden inşa etme süreci ve de Kuzey Kore’nin nükleer tehdidi, Japonya’yı Ortadoğu ve Afganistan’daki savaş yorgunu ABD’nin desteğine ne kadar bağımlı olabileceğinin sorgulanmasını da beraberinde getiriyordu.
Bu süreçte,”Asya Yüzyılı” olgusunu seslendiren ABD yönetiminin iç politikadaki sıkıntıları ve ülke ekonomisinin dar boğazı karşısında, Japonya başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesine savunma sistemleri taşıma gücünü nasıl devşireceği önemli bir sorun. Tabii, milliyetçi dalganın etkisiyle Japon hükümetinin ulusal güvenliği öncelleyici tasarımı, askeri gücünü artırmada bütçenin önemli bir bölümünü ayırmış ve pratikte bölge denizlerine açılma stratejisi güden Çin karşısında güvenlik yapılaşmasında Japonya elbette yanı başında ABD’yi bulacak.
Bu sürecin sonunda Japonya’nın geldiği yer kadar, ABD’nin de nerede durduğu önemli. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere savaş yorgunu ABD’nin bir de ekonomik dar boğazla yüzleşmesi, Abe liderliğinde somutlaştığı üzere, Japonya’nın siyasi elitini ‘kendine getirecek’ bir etkisi olduğu anlaşılıyor. Japonya, Çin ile ilişkilerinde varlığını Soğuk Savaş dönemi şartlarında geliştirilmiş bir ‘Sisteme’ endeksleyemeyeceğini fark ederek ekonomisi durağan bir yapı arz etse ve kayda değer bir gücü temsil ettiğine kuşku olmayan bir ülke olsa da, ulusal güvenlik stratejisini yeniden ele almayı uygun buluyor. Japonya’nın bu yeni yol haritası karşısında Amerikan yönetiminin nasıl bir strateji geliştireceği de ayrıca merak konusu. Çünkü bugün Çin’e yönelmiş Japon milliyetçi söyleminin ekonomi ve askeri güvenlik açılımlarının başarıyla sonuçlanması, gene söz konusu bu milliyetçi yaklaşımın kendini devam ettirmede eleştiri oklarını şu veya bu şeklide ABD’ye yöneltmesi herhalde ABD tarafından onanacak bir durum olmayacaktır. Kaldı ki, böylesi bir güçle ortaya çıkacak bir Japonya varlığının, bölgede tıpkı İkinci Dünya öncesine benzer bir ‘kelebek etkisi’ oluşturmayacağı söylenebilir mi?
Güvenlik bağlamında bu gelişmeler olurken, ekonomide neler olduğuna da değinmek gerekiyor.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Japonya’nın siyasi ve de özellikle ekonomi bağlamında sistemden dışlanması değil, aksine sisteme eklemlenmesi gözetiliyordu. Amerika’nın desteğiyle, ‘Japon halkının çalışkanlığının’ birleşmesi yeni bir endüstri mucizesini doğururken, aslında ABD, Doğu Asya’da bir yandan görece uzak konumuyla Rusya ve öte yandan Çin’e karşılık gelen ideolojik ve ekonomik çerçevesinin başat bir odağını oluşturuyordu. Bu politikanın ne kadar bilinçli yapıldığı bir yana abartısız olarak söylersek, zaman içerisinde tüm Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmasında yönünü çevirdiği bir ülke oldu Japonya. Bu anlamda, ABD’ye ideolojik ve kültürel refleksleri olan bölge halkları dolaylı da olsa kapitalist dünyanın cazibesine “Japon mucizesi” vasıtasıyla girmiş oldu.
Japon mucizesinin gelip dayandığı durağanlık, -ki nüfus yapısından, materialist/kapitalist kültürün getirdiği yeni “etik değerlere” kadar çok çeşitli faktörleri hesaba katmak gerekir- Çin’in yükselişine parallel olarak gerçekleşti. Çin faktörünün bu süreçte giderek artan bir şekilde, özellikle de son on yılda Çin’in tarihsel/coğrafi referansları gündeme taşıyarak Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklarını yeniden inşa etme süreci ve de Kuzey Kore’nin nükleer tehdidi, Japonya’yı Ortadoğu ve Afganistan’daki savaş yorgunu ABD’nin desteğine ne kadar bağımlı olabileceğinin sorgulanmasını da beraberinde getiriyordu.
Bu süreçte,”Asya Yüzyılı” olgusunu seslendiren ABD yönetiminin iç politikadaki sıkıntıları ve ülke ekonomisinin dar boğazı karşısında, Japonya başta olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesine savunma sistemleri taşıma gücünü nasıl devşireceği önemli bir sorun. Tabii, milliyetçi dalganın etkisiyle Japon hükümetinin ulusal güvenliği öncelleyici tasarımı, askeri gücünü artırmada bütçenin önemli bir bölümünü ayırmış ve pratikte bölge denizlerine açılma stratejisi güden Çin karşısında güvenlik yapılaşmasında Japonya elbette yanı başında ABD’yi bulacak.
Bu sürecin sonunda Japonya’nın geldiği yer kadar, ABD’nin de nerede durduğu önemli. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere savaş yorgunu ABD’nin bir de ekonomik dar boğazla yüzleşmesi, Abe liderliğinde somutlaştığı üzere, Japonya’nın siyasi elitini ‘kendine getirecek’ bir etkisi olduğu anlaşılıyor. Japonya, Çin ile ilişkilerinde varlığını Soğuk Savaş dönemi şartlarında geliştirilmiş bir ‘Sisteme’ endeksleyemeyeceğini fark ederek ekonomisi durağan bir yapı arz etse ve kayda değer bir gücü temsil ettiğine kuşku olmayan bir ülke olsa da, ulusal güvenlik stratejisini yeniden ele almayı uygun buluyor. Japonya’nın bu yeni yol haritası karşısında Amerikan yönetiminin nasıl bir strateji geliştireceği de ayrıca merak konusu. Çünkü bugün Çin’e yönelmiş Japon milliyetçi söyleminin ekonomi ve askeri güvenlik açılımlarının başarıyla sonuçlanması, gene söz konusu bu milliyetçi yaklaşımın kendini devam ettirmede eleştiri oklarını şu veya bu şeklide ABD’ye yöneltmesi herhalde ABD tarafından onanacak bir durum olmayacaktır. Kaldı ki, böylesi bir güçle ortaya çıkacak bir Japonya varlığının, bölgede tıpkı İkinci Dünya öncesine benzer bir ‘kelebek etkisi’ oluşturmayacağı söylenebilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder