25 Şubat 2014 Salı

Çin’in Çıkışı ve Küresel Kapitalizm

Mehmet Özay                                                                                                                  24 Şubat 2014

Çin’de 5 Mart’ta “Ulusal Halk Kongresi” toplanacak. Bu toplantının kuşkusuz ki ana gündem maddesi ülkedeki ekonomik reform paketinin detaylandırılması olacak. Ancak bu toplantının bununla sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Ekonomik reformdan hareketle bu sürecin tetikleyeceği sosyal ve de bir ölçüde siyasal açılımları beklemek gerek.

1980’lerden bu yana Çin ekonomosinin yıllık %10’luk büyüme hızı sona erdi. Aslında böylesi bir büyüme süreci, 1980’lerin başında ekonomik liberalleşme kararı alan Çin yönetiminin, başta ABD olmak üzere Batı piyasalarına ucuz mal üretimi sayesinde gerçekleşmişti. Çin’de ekonomik büyümenin %7’lere düşmesi ve belki daha da düşme ihtimali olan bu yönelime rağmen, Yale Üniversitesi’nden Stephen S. Roach gibi konunun uzmanlarının bunu pek de o kadar ‘olumsuz’ algılamadıkları görülüyor. Yaşananların bir geçiş süreci olduğu, asıl sorunun Çin’in bu geçiş sürecine nasıl adapte olacağına vurgu yapılıyor.

Bu minvalde geçen yıl Kasım ayında gerçekleştirilen Çin Komunist Partisi 18. Genel Kurul toplantısı sonrasında alınan “Kapsamlı Reform Süreci Bağlamında Önemli Konulara Dair Bir Karar” başlığıyla yayınlanan belgede, on bir ana hat üzerinde duruluyordu. Bu maddeler bağlamında ortada sadece bir geçiş sürecinden söz etmek yetmez, aksine bir tarih yazıldığını iddia edebiliriz. Bu toplantının göze çarpan maddeleri arasında Çin’de ‘piyasa/siyasal yönetim’ ilişkisinde karar mekanizmaları süreçlerinde dengenin piyasalar yönünde değişimi; ‘sosyalist’ piyasa ekonomisinde ekonomik ve toplumsal kalkınmanın temeli olarak kamu ve özel sektöre yapılan eşit vurgu; kır/kent çelişkilerinin üzerine ciddiyetle gidilmesi; dış yatırımlara daha açık ve yatırımları çeşitlendirmeye dönük programlar. Özellikle Batılı ulusaşırı şirketlerle yapılacak ortak yatırımlar, aynı zamanda yukarıda zikredilen diğer olguların da hayata geçirilmesinde başat bir rol oynayacağına kuşku yok.

Çin’den ne gibi beklentiler olduğunun karşılığı bu kararlarda yer alıyor. Aslında Çin gibi küresel ikinci büyük ekonominin ‘sağlam raylar’ üzerinde seyahat edebilmesi için -abartı payını da unutmadan- dünyanın seferber olduğunu söyleyebiliriz. Çin’in son otuz yılda Batı’yı besleyen ucuz üretim süreçlerinin aksine, artık kendi iç tüketim ‘gücünü’ ortaya koyması bekleniyor. Yani, Çin halkının ucuz emekle dışarıya yönelik bol üretim kademesinden, dışa bağımlı denmese de, giderek artan oranda dışardan beslenen tüketimci bir topluma dönüşmesi süreci beklentisi var. Daha sı bu beklentiyi ortaya çıkartacak ulusal ve küresel bir eko-siyasi iradeden bahsetmek de mümkün. Çin’deki bu yönelimin tarihin bu evresinde yeni karşılaşılan bir sosyo-ekonomik dönüşüm olduğunu söylemek güç. Temelde, bölgenin sömürgecilik dönemlerinde Batılı güç unsurlarının, önce yerli halkların ürettiği tarım ve tekstil başta olmak üzere çeşitli ürünleri Avrupa’ya ithalinin ve bir süre sonra da Avrupa’da üretilen veya Avrupa adına yerli topraklarda gerçekleştirilen üretim mekanizmalarının ardından yerli halklara ‘arzının’ nasıl ‘tıkır tıkır’ işletildiği hatırlanırsa Çin’de bugünkü mevcut yapı daha açık seçik karşımıza çıkar.

Peki Çin tüketimci bir toplum kimliğine bürünecekse o zaman kim üretecek sorusunun cevabını da gene Çin’in etrafındaki coğrafyaya şöyle bir bakarak vermek mümkün. Bu noktada, Batılı çok uluslu şirketlerin Myanmar’dan başlayarak Mekong Vadisi’ne doğru uzanan hat boyunca ‘stokta’ tuttukları yeni üretim havzalarının birer birer devreye girmekte olduğu bir zamandır gözlemleniyor.

Aslında yukarıda değindiğimiz tüketimcilik noktasında ülkenin ekonomik kalkınmasında lokomotif rolü oynayan belli başlı dört beş şehrin, ülkenin diğer bölgeleri için model olarak da sunuluyor. Hazcılık sınırlarına yoklamalarda bulunan ve bu alanda ‘serbest dolaşım’ hakkı kazanan Çin tarzı yeni orta sınıfına, kimi bağlamlarda bölgenin turizmin dışında ‘tüketim’ beldeleri sayılabilecek Singapur, Malezya gibi ülkelerde tanık olmak mümkün. Yatırımların bu belli şehir ve coğrafyalarda yoğunlaşması, modern dönemlerin kır/kent çelişkisini Çin’in de güçlü bir şekilde yaşamasına neden oluyor. Ekonomide liberalleşirken, insanların ve bilginin mobilizasyonunu ideolojik kaygılarla engelleme uğraşındaki Çin yönetimi aslında büyük bir karar aşamasında. Çiftçilerin toprak hakları konusundaki son dönemdeki çalışmalar bunun açık göstergelerinden biri. Bir diğer sosyal sorun ‘tek-çocukluluk’ uygulamasının da gözden geçirilmekte olduğu biliniyor... Devlet yönelimli kapitalist açılım belli şehirlere odaklanır, buralarda oluşan ‘görece refah’ ortamı cazibe merkezi olurken, toplumsal talepleri de beraberinde getirecektir. Ancak, örneğin kırda yaşayan halkın öyle kendi istediği şekilde bir yerden bir yere göçünün pekde mümkün olmadığı bir ‘siyasi’ iklimde ne tür sorunların çıkacağı da zamanla görülecektir.

Bu süreç, Çin’i geldiği noktada kendi ayakları üzerinde durmayı devam ettirirken, bir yandan da bölgesel ve küresel piyasalara güç aktarımı yapacak. Bu aktarımda en büyü payı alması beklenen ise elbette ki, ABD... Sorun bu dönüşümün ne kadarlık bir zaman sürecine yayılacağıyla ilgili. Dengesiz yatırımlarla ülkenin özellikle okyanusa kıyısı olan eyaletlerinde önemli alt yapı çalışmalarına imza atan merkezi yönetim, bu eyaletlerdeki yerel yönetimlerin gücünün ötesinde borçlanmasına neden oldu. Önümüzdeki dönemde bu yatırımların birden sona erdirileceğini düşünmek yanlış olur. Ancak bu hızla da gitmeyeceği ortada. Çin gibi devasa bir ülkede, bugüne kadar süregiden ekonomik yapılaşmanın dönüşüm geçirmesi kuşkusuz ki, aynı zamanda bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Bunlar arasında, hava, nehir ve göllerin kirliliği başta olmak üzere çeşitli çevre sorunları; özgürlükler ve ekonomik durgunluk temelli toplumsal sorunlar başta geliyor.

Tüm bu süreçler, Çin’in küresel kapitalist ekonominin bir parçası hem de çok güçlü bir parçası olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada bir süredir gündeme getirilen “ABD’nin gerilemesi Çin’in yükselmesi” oluyor tarzındaki yaklaşımın kuşkuyla karşılanır yanları olduğu görülüyor. Kuşku yok ki, burada öncelikle şu hususları dikkate almakta fayda var: a)Çin böyle bir ‘özgüven’ içerisinde midir?; b)Çin tek başına bu işin altında kalkabilir mi? Kaldı ki, Çin ekonomisinde yaşanacak bir daralmanın başta yanı başındaki komşu ülkeler Güney Kore, Moğolistan ve Tayvan’dan başlayarak ASEAN ve Avustralya’ya kadar uzanan bölgede oradan da dünyanın diğer bölgelerine sirayeti söz konusu. Burada iki soru akla geliyor: İlki, küresel ekonomi buna izin verir mi? İkincisi de, Çin bu süreçte Doğu ve Güneydoğu Asya’yı çevreleyen denizlerdeki Adalar ve kıta sahanlığı sorununu ‘sıcak alanlara’ taşır mı? Aslında ikincisi, birinci soruya verilecek cevapla ilgili.

Artık küresel ekonominin olmazsa olmazı haline gelmiş Çin’de yaşanacak krizlerin bu ülkeye hammadde ve imal ürün ihraç eden ülkeleri dar boğaza sokacağına göre, pek de kimsenin Çin’de ekonomik krizi isteyeceğini düşünmek mümkün değil. Kaldı ki, yukarıda değindiğimiz üzere, Komünist Parti’nin 18. Genel Kurul toplantısında alınan kararlar, ülkenin kapitalist dünyaya evrilmesinde ikinci safhayı teşkil ediyor. Başkan Xi Jinping, sadece komunist parti ve ordunun başkanı olmakla kalmıyor, son birbuçuk yılda reform çabalarında da tek güçlü isim olarak ortaya çıkıyor. Başkan’ın bu konuda yeter miktarda güvence verdiği bugüne kadar vaki. Jinping, geçen Kasım ayında Shandong Eyaleti’nde bir ziyaret dolayısıyla yaptığı açıklamada, “Reform sürecinden dönmek yok. Aşılması gereken tüm zorlukları aşacağız” diyordu.


21 Şubat 2014 Cuma

Doğu ve Güneydoğu Asya’da Yeni Güç Odakları / New Power Structure in East and Southeast Asia

Mehmet Özay                                                                                                                   20 Şubat 2014

2014, I. Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü... Aradan geçen bir yüzyıla rağmen, sürdürülebilir bir dünya barışının sağlanabildiğini söylemek güç. Ancak yüz yıl önceki çatışmanın odağı Avrupa iken, güç odaklarının değişimi ve dönüşümüne paralel olarak bugün küresel güçlerin var olma mücadelesi verdiği coğrafya Doğu ve Güneydoğu Asya. Küresel güçlerin dünkünden farklılık arz ettiği de ortada...  

Başta Amerika olmak üzere Batılı devletler bu yüzyılı Asya Yüzyılı olarak ilân ederken, dikkatlere ister istemez başta Çin geliyor. Öyle ki, bu ‘ilân’ tarzı bile, 1. Dünya Savaşı’nın aksine, ortada henüz yaşanmış herhangi bir savaş olmasa da, güç merkezlerinin değişmekte olduğunu da ortaya koyuyor. 1. Dünya Savaşı sonrasında önemli imparatorlukların çöküşü, faşizmin alabildiğine yükseldiği akabinde ulus-devletlerin çıktığı bir sürece tekabül ediyordu. Hiç kuşku yok ki, bu sürecin en önemli safhası ise, güç odağının Avrupa’dan Amerika’ya ve bir ölçüde de Japonya’ya kaymasıydı.

Soğuk Savaş yıllarının ardından Varşova Paktı’nın çökmesi, bugün yaşanan mücadelenin başlangıç noktası oldu. Bu durum, özellikle de Çin açısından son derece önemli bir dönüşüme yol açtı. Sovyet sisteminin hatalarını tekrarlamama adına ekonomide Batı’nın reform ‘tavsiyelerine’ kulak kabartan Komünist Çin yönetimi, bugün küresel ekonomide söz sahibi olmakla kalmıyor, bir adım daha atarak ekonomideki gelişmişliğini siyasi ve de askeri alana yayma istidadında olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada ekonomisini revizyona tabi tutma konusunda Batı’dan aldığı yönlendirmelerin ötesine geçerek varlığını bölge ve küresel platformda bütüncül bir şekilde koyma eğilimi sergiliyor.

Bugün Çin bağlamında dikkate alınan küresel gelişmeler, sadece Doğu ve Güneydoğu Asya’yı değil, tüm dünyayı etkisi altına alıyor. Tüm bu sürecin Doğu Asya ve de tarihsel olarak son derece ilintili olduğu Güneydoğu Asya üzerinde çeşitli düzeylerdeki baskılarda gündeme gelmeye başladığı yadsınamaz bir gerçek. Bir yanda Japonya’nın kendi iç dinamiklerinden de bağımsız ele alınamayacak bir yönelimle Çin-Japonya ilişkilerindeki gerginlik, öte yanda Güney Çin Denizi’ndeki “Adalar Krizi” çerçevesinde beş ülke -Taiwan, Brunei, Filipinler, Malezya, Vietnam- ile olan teritoryal haklar ve kıta sahanlığı problemi bölgenin bir yüzyıl öncesinden farklı, ancak genel anlamıyla küresel güçlerini karşı karşıya getiren bir dönemin yaşandığını ortaya koyuyor.

Bu bağlamda, ABD ile Çin’in doğrudan karşı karşıya gelmek yerine, bir ucu Japonya, diğeri Güneydoğu Asya olmak üzere iki vecheli etkileşime konu oluyor. 2. Dünya Savaşı sonrası koşullarında ABD’nin dayatmalarına ‘evet’ demiş Japonya’nın güvenlik meselesindeki ‘ciddi açığı’ ABD ile yakın işbirliğini gerektirirken, Güneydoğu Asya ülkelerinin kimi ekonomik gelişmişliklerine rağmen, geleneksel anlamda askeri birer güç ol(a)mamaları, Çin ile karşılaşmalarında yoksunluklarını daha da açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bu süreç, Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin agresif ekonomik kalkınmaya yönelmekle kalmayan, aynı zamanda Japon ulusunun ‘milliyetçilik duygularını’ tazeleyerek, 2. Dünya Savaşı’nın suçlusu psikolojisinden kurtulma çabalarına neden olan politikalarının bir ucu hiç kuşku yok ki, ‘savunma stratejilerinin’ ve ‘savunma sistemlerinin’ yeniden değerlendirilmesine yol açıyor. Japonya’nın güvenlik politikalarındaki dönüşüm izleri, Amerikan desteğini de arkasına alarak “kollektif savunma” bağlamına yöneliyor.

Güneydoğu Asya veya ASEAN bölgesinde ise henüz ‘ASEAN’lılık olgusunun ekonomi perspektifinden çıkamamış olması; Birlik üyesi ülkelerin halklarının ortak güvenlik ve barış süreçlerine dair bilgi, birikim ve donanıma sahip ol(a)mamaları, iş dış güvenlik meselesine gelip dayandığında mutlak bir ‘güçle’ hareket etmelerini zorunlu kılıyor. ASEAN’ın bu zaafını çok iyi bilen Çin yönetimi, gelin sorunu ‘bire bir’ çözelim bağlamına taşırken, ASEAN 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bağımlı olduğu ABD ile ikili askeri ilişkilerin geliştirilmesine giderek daha çok meyyal gösteriyor. Bu noktada gözden kaçmayan bir husus var ki, o da ABD güvenlik sistemine şu veya bu şekilde eklemlenmiş uluslararası silah tüccarlarının varlığı. Bu güç odakları devreye girerek, bölgenin ‘askeri alt yapı hazırlıklarının’ şekillenmesinde başat rol oynuyor. Bunun en son örneğini geçenlerde Singapur’da gerçekleştirilen Havacılık Fuarı’nda ‘yaratılan’ taleplerde görmek mümkündü...

Tüm bunlara rağmen, bölgesel ve küresel barışı tehdit edecek herhangi bir girişimin ortaya çıkıp çıkmayacağı bir süredir tartışma konusu. Özellikle 1. Dünya Savaşı’nın 100. Yılı’na girildiği bu yıl içerisinde bu konudaki tartışmaların ardı arkası kesilmeyecek.


18 Şubat 2014 Salı

Arakanlı Müslümanlar ve ASEAN’ın Yaklaşımları / Arakanese Muslims and ASEAN’s Approach

Mehmet Özay                                                                                                                   17 Şubat 2014

Myanmar bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürütüyor ve 2015 yılında genel seçimlere gidecek. Geçenlerde gözler yeniden Myanmar’a çevrildi. Sebebi ise Tayland yönetiminin 1300 Myanmarlıyı ülkelerine göndermesiydi. Aslında bu yeni bir gelişme değildi. Tayland yönetiminin bir süredir uyguladığı politikaların bir benzerinin otoriteler tarafından uluslararası çevrelerle paylaşılmasından öte pek de bir anlam ifade etmiyordu. Kaldı ki, bu vakı’a, haberin yayınlandığı günle de ilgili değildi. Tayland yönetimi Eylül-Ekim aylarında gruplar halinde Myanmarlıları ‘ülkelerine’ geri gönderdiğini dünya kamuoyuyla yeni paylaşıyordu. Öte yandan, ‘Myanmarlılar’ ifadesi de elbette bilerek kullanılıyordu. Aslında gönderilenler Arakanlı Müslümanlardan başkaları değildi.

Burada sorulması gereken bir süredir dünyanın gözünün üzerinde olduğu Myanmar’dan niçin hâlâ Arakanlı Müslümanlar kaçıyor, kaçmak istiyor olmalarıdır? Bir diğer soru Arakanlı Müslümanlara yönelik baskılara yakinen tanıklık eden bölge ülkelerin yönetimlerinin niçin ‘insani’ bir çaba sergileyememektedirler? Öte yandan, Myanmarlı göçmenlerin kendi aralarında da sınıflamaya tabi tutuldukları gözlemleniyor. Örneğin, bugün Arakanlı göçmenlerin Tayland’dan çıkartılması konuşuluyor. Ancak aynı ülkenin, yani Tayland’ın Myanmar’la sınırında farklı etnik topluluklara mensup yaklaşık 120.000 Myanmarlı mülteci yaşıyor. Yukarıdaki sorulara ilâveten şu soruları herkesin sorması gerekiyor: Tüm bu Myanmarlı yasal veya yasa dışı mültecilerin tümü geri gönderiliyor mu? Bu on binlerce mülteci içinde Tayland’da barınmasına imkân tanıdığı Arakanlı Müslüman mülteci var mı? Yoksa söz konusu bu onbinlerce mültecinin azınlık ancak Hıristiyan olmalarıyla ‘pozitif ayrımcılığa’ tabi tutulduklarını ileri sürebilir miyiz? Başta ABD, Kanada, Finlandiya, Japonya, Avustralya olmak üzere bu mülteciler arasından çeşitli ülkelere kabul alınırken Arakanlı Müslümanlara da şans veriliyor mu? Yoksa gene dini aidiyetlerinden hareketle Hıristiyan mültecilere pozitif ayrımcılık mı gözetiliyor?

Bununla birlikte, bu olayın uluslararası medyaya yansıması, Myanmar yönetiminin -Tayland örneğinde olduğu gibi- bölge ülkeleri ve de uluslararası kamuoyu nezdinde de sorgulanmasını gerektiriyor. Kapılarını dünyaya açtığı, demokratikleşme yolunda adımlar attığı söylenen Myanmar’ın ‘kendi vatandaşlarına’ yönelik baskı ve ayrımcı yaklaşımlarına devam ettiğine kuşku yok. Tayland yönetiminin bu icraatı da bunu dolaylı olarak ortaya koyuyor. Bu insanların ülkelerinden kaçma gerekçeleri, ülke yönetiminin bu topluluklara yönelik siyasi/dini/kültürel baskılardan neşet ediyor. Bununla birlikte, kimileri Tayland yönetiminin sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünebilir. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, Arakanlı Müslümanların Güneydoğu Asya ülkelerinde ‘yasadışı göçmen’ statüsünde değerlendirilmeleriyle ilgilidir. Bu durum, bölgede sözde çoğunluğu Müslüman halklardan oluşan ülkeler Endonezya ve diğer ülkeler için de geçerli... Üstüne üstlük, Myanmar-Tayland-Malezya ekseninde gerçekleşen insan kaçakçılığı konusunun da ciddi bir şekilde üzerine gidilmeli. Bu noktada, BM dahil kimi kuruluşlar rahatsızlıkların zaman zaman görüşlerini ortaya koydukları biliniyor.

Ancak, ne ASEAN ne de Batılı ülkelerin üstlerine düşen görevleri yaptıklarını söylemek mümkün. Teknelerle okyanusa açılarak kaderin bir cilvesi olarak bu ülke sahillerine çıkan veya insan kaçakçılarının marifetinin de dahil olduğu çeşitli şekillerde kara yolunda bu insanlara nasıl muamele edildiğini artık görmek ve kayda değer icraatlara imza atmak gerekiyor. En başta ASEAN sözleşmesindeki ‘iç işlerine karışmama’ maddesinin bir an önce kaldırılması ve bölge halkları arasında etnik/dini hiçbir ayrımcılığın yapılmayacağının altının çizilmesiyle kalmamalı, sivil ve devlet kurumlarının denetim ve gözetimine de açılmalı. Böylece, bugüne kadar ASEAN halklarının birbirlerini yeterince tanımadıkları konusundaki argümanları aşmaya yönelik girişimler de bu vesileyle gündeme geleceği umulabilir.

Çevre ülkelerde ‘yasadışı göçmen’ bağlamında bunlar olup biterken, peki Myanmar’da neler oluyor? Başta Arakanlı Müslümanların konumu olmak üzere ülkedeki pek çok etnik topluluk ile Burme etnik çoğunluğuna mensup merkez yönetim arasında sağlam bağlar oluşturulmuş değil. Bunlar arasında Arakanlı Müslümanların konumu çok daha vahim ve bu vahim durum devam ediyor. Bir yandan hâlâ 2012 Haziran ayında evlerinden barklarından sürülen Arakanlılar yoksunluk içerisinde yaşamaya mahkum edilirken, saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Bugünlerde ülkedeki en önemli konu ise 29 Mart-10 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan nüfus sayımı. 1983’den bu yana yapılamayan nüfus sayımının bugün gündeme gelmesinin bazı rasyonel temelleri var. Bu nüfus sayımının Birleşmiş Milletler başta olmak üzere çeşitli kuruluşların ülkeye yardımlar konusunda rasyonel ve etkin verimlilik noktasında ihtiyaç duydukları verileri ortaya koyma adına yapılacağı açıklanıyor. Bir diğer neden ise, önümüzdeki yıl yapılacak olan genel seçimler öncesinde seçmenlerin tespitine yönelik...

Ancak yukarıda dile getirdiğimiz üzere Burma etnik çoğunluğu ile diğer etnik azınlıklar arasında sosyal ve siyasal barışın tesis edilememiş olmasından hareketle kimi araştırma kuruluşlar nüfus sayımı vesilesiyle yeni bir ‘ayrımcılık’ dalgasının gelmekte olduğunu haber veriyorlar. Myanmar yönetiminin ülkedeki etnik azınlıklar üzerinde uygulamakta olduğu baskı ve ayrımcılığı ortadan kaldıracak olumlu adımlar at(a)madığı dikkate alındığında, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu yetkililerinin nüfus sayımında uluslararası standartların gözeticileceğini açıklamaları pek de inandırıcı değil. İnandırıcı olmamasının başında da Göçmen İşleri’nden Sorumlu Bakan Khin Yi’nin 13 Şubat’ta yaptığı açıklamada, nüfus sayımında ülke yönetimince uzun yıllardır varlığı tanınan etnik grupları içereceği, Arakanlı Müslümanların buna dahil edilmeyeceğini söylemesi geliyor. Öte yandan, sayıları 135’e varan irili ufaklı etnik unsurları ya kimilerinin göz ardı edilmesi, kimilerinin de daha küçük parçalara ayrıştırılması suretiyle yeni etnik sorunlara kapı aralanacağına vurgu yapılıyor. Zaten bunun ipuçları da, çeşitli azınlıkların yöneltilecek sorulara dair şikâyetlerini yetkili makamlara ulaştırmalarıyla belirmeye başladı. Arakan Müslümanlarının ahvali artık sadece Myanmar yönetimine terk edilemeyecek bir hal almıştır. Bu süreçte, bölge ülkelerinin Arakanlı mültecilere yönelik politikaları da Nyapyidav yönetiminin olumsuz girişimlerine katkı yaptığı unutulmamalıdır.


14 Şubat 2014 Cuma

Çin-Tayvan Yakınlaşmasına Dair / Closer Relationship Between China and Taiwan

Mehmet Özay                                                                                                                  14 Şubat 2014

Çin ve Tayvan arasında tarihi buluşma gerçekleşti... Geçen Salı günü gerçekleşen bu buluşmanın pek çok çevre için süpriz olduğuna kuşku yok. Görüşmenin, Çin tarafından ‘Tayvan İşleri Müdürlüğü’ ile Tayvan’dan “Çin İşleri Müdürlüğü” başkanları düzeyinde gerçekleşmesi küçümsenmemeli. Bununla birlikte, bu girişimin 1949’dan bu yana vuku bulan siyasi ayrılığı sona erdirmeye yönelik ilk ‘barışçıl’ girişim de değil. Bu bağlamda, örneğin 1991 yılında dönemin Tayvan Devlet Başkanı Lee Teng-hui’nin bugünküne benzer bir yaklaşımla Çin-Tayvan yakınlaşmasına kapı aralama politikasını gündeme getirmişti.  

Çin ve Tayvan arasında sorun neydi kısaca bir bakalım... 20. yüzyıl başlarında değişim sancıları çeken Çin’de milliyetçi ve komünist ideolojilerin mücadelesine konu oldu. Bu süreç, 2. Dünya Savaşı sonrasında Çin’deki iç siyasi gelişmeler ve de kimi dış ‘mihrakların’ yönlendirmeleriyle komünistlerle (Komünist Partisi) milliyetçiler (Kuomintang) arasındaki mücadele ve yaşanan sivil savaş sonrasında mağlup olan milliyetçiler 1949 yılında ülkeyi terk ederek Çin’in güney sahillerine çok yakın ve bugün Tayvan adıyla bilinen Ada’ya çekilmek zorunda kaldı. O dönem sayıları iki milyonu bulan ve Kuomitang, yani Çin milliyetçileri olarak adlandırılan kitle Tayvan Adası’na yerleşmiş ve orada yeni bir devletin temellerini attı. Bir gün ana karaya dönüp Beijing’de yeniden iktidarı ele geçirmeyi beklerken, Çin de silah zoruyla Tayvan’ diz çöktürme uğraşındaydı. İşte o günden bu yana devam egemenlik hakları, bağımsız devlet nosyonu vb. kavramlar etrafında Çin-Tayvan mücadelesine tanıklık edildi. Tabii bunları söylerken Çin ve Tayvan arasında hiçbir etkileşim olmadığı gibi bir argüman ileri sürülemez. Aşağıda kısaca değineceğim... Tayvan bugün 23 milyon nüfusuyla, ekonomik başarılarıyla ve de demokratik yönetim biçimiyle bölgenin dikkat çeken bir gücü konumunda. Tayvan ilk günlerden bu yana, Amerika’nın koruması altında bugünlere gelirken, 1980’lerden itibaren ekonomisinde başgösteren önemli atılımlarla Asya Kaplanları olarak bilinen ekonomi bloğunun içinde yer aldığı gibi bugüne kadar bu başarısından pek de fire vermedi. 

Bugün, Çin için Soğuk Savaş yıllarından kalan bu siyasi kriz mirasının masaya yatırılabilmesi, yakın geçmişteki sorunların günün koşulları çerçevesinde çözülebilirliği teşebbüsüne dair bir örnek teşkil ediyor. Bölgenin son dönemde giderek artan uluslararası önemi bağlamında bu girişim benzer sorunlara yaklaşım çerçevesinde geleceğe yönelik umut dolu bir adım olarak değerlendirilmeli. Bu çerçevede görüşmelere Tayvan adına katılan Wang Yu-chi birbiriyle husumetli neredeyse savaşa girişebilecek iki gücün, daha önce asla akla getirilmeyecek bir olgunlukla oturup konuşabilecekleri bir imkânın doğmuş olmasını büyük bir fırsat olarak değerlendiriyordu. Görüşme Nanjing’de yani, zamanında milliyetçilerin güçlü olduğu ve 20. yüzyıl ilk yarısında milliyetçi yönetimin başkenti olarak anılan şehirde gerçekleşmesiyle de güçlü bir tarihi hatırlatma yapılıyordu.
Görüşmenin sonuçlarının pratiğe ne şekilde yansıyacağı merak konusu. Bu noktada, iki tarafın karşılıklı temsilcilik açması ve Tayvan’ın uluslararası ticaret birlikteliklerine -ki bu bağlamda Trans-Pasifik Ekonomik İşbirliği (TPPA)’yı düşünmek yerinde olur- üye olabilmesinin yolunun açılmasının ilk adımlar olacağı görülüyor. İki taraf       arasındaki buluşmanın, üçüncü taraflara yönelik mesajları da var elbette. Bu bağlamda, Çin’in bu siyasi açılımının, Tayvan’a yakınlığı ile bilinen ABD’ye yönelttiği dolaylı bir mesajdan da söz edilebilir. Bir yandan, düşmanlığın barışa evrilmesi, öte yandan ekonomik anlamda güçlü bir yapısı olan Tayvan’ın Amerika’nın ısrarla hayata geçirilmesine çalıştığı TPPA’ya üye olabilmesinin yolunun açılması, kuşkusuz ki Amerikan yönetimini de memnun edecektir.

Bu görüşme, geçen yıl devlet başkanlığına atanan ve güler yüzlü başkan lâkabıyla anılan Xi Jinping yönetiminde, belki de ilk bir yıl içerisindeki uluslararası ilişkiler anlamında en önemli siyasi adımı attığını söyleyebiliriz. Bir yanda Çin’in ekonomi de daha çok liberalleşme adımları, öte yanda Tayvan’ın demokratik ve de ekonomik olarak kalkınmış yapısının bir yerlerde buluştuğuna tanık olunuyor. Bu süreçte, Çin Devlet Başkanı’nın güler yüzlülüğü sembolik olmanın ötesine geçerek, bugünlerde uluslararası siyasette çokça ihtiyaç duyulan bir ‘barış’ girişimi olarak da telâkki edilebilir. Zaten Xi, bunun ipuçlarını geçen yıl başkanlığa geldikten sonra yaptığı “Tayvan sorununu nesiller boyu devam ettiremeyiz” diyerek ortaya koymuştu. Tayvan yönetiminin, özellikle 2008 yılında Devlet Başkanlığı’na gelen Ma Yingjeou’nun iki ülke arasında gerginliğin sona erdirilmesi konusundaki görüşleri açıkça dile getirmesinin de Çin üzerinde olumlu bir etki yaptığı düşünülebilir. Örneğin, Ma’nın bu girişimi ile ana kara Çinlilerin turistik ziyaretlerinin, ardından da yüksek öğretim kurumlarına öğrenci kabulünün önündeki engeller kaldırılmasıyla kayda değer bir “insani akış” ortaya çıkmaya başladı. Bu süreci, her iki toplumun birbirini doğrudan/yüz yüze anlama çabası olarak değerlendirmek gerekiyor.

Tayvan’ın son üç yıldır Güney Çin Denizi özelindeki tartışmalarının gölgesinde kaldığına kuşku yok. Birtakım çevreler Çin’in ekonomik gelişmesine paralel olarak askeri yapılaşmasındaki gelişmeleri ve sınırları yeniden tanımlama girişimlerini bölgesinde teritoryal genişleme bağlamında yorumluyor. Aynı zamanda, bu genişleme söyleminin çeşitli biçimlerde pratiğe dökülmesi çabasıyla da, Çin’in sıcak gelişmeleri göze alabileceğine dair görüşler ileri sürülüyor. Bugüne kadar Çin’in tanımadığı bir siyasi yapıyla, yani Tayvan yönetimiyle masaya oturması, Çin dış politikasının ne yönde evrilebilme kapasitesine sahip olduğunun da bir işaretidir aslında. Bu görüşme öncesinde her iki taraf ‘kırmızı çizgileri’ni bir kenara koyma konusunda hassas davrandılar. Çin, Tayvan’ı silah zoruyla ana karaya bağlayacağı söyleminden; Tayvan yönetimi de ‘Bağımsız bir Tayvan Cumhuriyeti’nden bahsetmiyor... Çin ve Tayvan arasında buzların erimesi anlamına gelecek bu girişimin etkilerini, sadece Tayvan Boğazı’nın iki yanındaki siyasi yapıyla sınırlandırmamak gerekir.

Modern Çin’in uluslararası arenada karşılaştığı önemli sorunların başında, yanı başındaki aynı milletin çocuklarının kurduğu yeni bir devlet ile olan siyasi hesaplaşması geliyordu. Ancak bu durum, Çin-Tayvan ilişkilerinin tam anlamıyla koptuğu şeklinde kesin bir yargıya da götürmez. Tam aksine, iki ‘ülke’ resmi söylemde birbirleriyle çatışmalarına rağmen, ticarette iki güçlü partner görünümü sergiliyorlar. Buna dair bazı somut gösterleri ortaya koymak mümkün: Özellikle 1980’lerden itibaren iki ülke arasında ticari ilişkiler yeniden başladı... 1990’lı yıllarda pek çok Tayvanlı iş çevresi Çin’de yatırım yaparken, 2000’lerin başında yabancı yatırımcılar sıralamasında Tayvan dördüncü sıraya çıkarken binlerce yatırımcı Şangay başta olmak üzere önemli ticaret ve yatırım merkezlerine konuşlandı. Öte yandan, küresel ekonomi krizinin devam ettiği 2010 yılında ticaret hacmi 109 milyar Doları buldu...

Ancak, bugün Tayvan’la başlayan süreç, sadece Tayvanlıları değil, belki de bundan daha çok Güneydoğu Asya’daki komşu ülkeler nezdinde de olumlu bir algının tesisine neden olacaktır. Çünkü Tayvan, coğrafi olarak Çin’in yanı başında ve Tayvan’ın -F.D. Roosevelt ve W. Churchill’in 1943 yılında gerçekleştirilen Kahire Konferansı’ndan bu yana- ABD’yle yakın ilişkileri olduğu hatırlandığında, Çin’in kimi zaman algı düzeyinde de olsa gündeme gelen Tayvan’ı askeri güçle kendine bağlama seçeneğini bir kenara koyduğu anlaşılıyor. Bu inisiyatif, iki bloklu dünyaya sahne olan Soğuk Savaş yıllarında -örneğin 1962- iki ABD ve Sovyet Rusya’yı karşı karşıya getirebilecek bir sorundu. Bugün böylesi bir dış politika inisiyatifi geliştirebilen Çin’in, Güney Çin Denizi ve çevresindeki gelişmeler noktasında da benzeri bir politika değişikliğine gidebileceği en azından uç vermiş görünüyor.

Not: Banda Açe Belediye Başkanı Mawardi Nurdin geçenlerde vefat etti. Tsunami sonrasından bugüne değin Banda Açe Belediye Başkanlığı’nı yürüten değerli insan Mawardi Nurdin’e Allah’dan rahmet diliyorum.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Mindanao’da Barışa Bir Adım Daha / A Step Closer To Mindanao Peace

Mehmet Özay                                                                                                                    10 Şubat 2014

Filipinler’in güneyinde modern dönemde dikkat çeken özgürlük hareketlerinden birine sahne olan Mindanao bölgesinde özgürlükçü hareket ile merkezi hükümet arasında barışa bir adım daha yaklaşıldı. Son bir buçuk yıldır, Malezya’da sürdürülen barış görüşmelerinde her iki taraf 25 Ocak’ta Mindanao’da yeni bir siyasi yapının kurulması konusunda ana barış anlaşmasına gidecek yolda önemli bir aşamayı daha geride bıraktı. Buna göre, önümüzdeki iki yıl içerisinde MILF ordusunun silahlarının teslimi konusu ile Mindanao bölgesinde güvenlik kosununda alınacak tedbirler de kesinlik kazanmış oldu. Eş zamanlı olarak genel af ilân edilecek. “Normalleşme Süreci” olarak adlandırılan bu süreç, 2016 yılı Mayıs ayında yapılacak Başkanlık Seçimleri öncesinde hayata geçirilmesi plânlanan barış anlaşmasında önemli bir aşamaya tekabül ediyor. Manila yönetimi adına barış görüşmelerine katılan Miriam Coronel Ferrer, bu son görüşmelerde ortaya çıkan durumu Mindanao’da sürdürülebilir barış için bir dönüm noktası olarak tanımladı. Silahların bırakılması konusunda görüş birliğine varılması, devlet başkanı Aquino’nun geçen yıl sonlarındaki kongre seçimlerinden sonra elinin güçlendiğinin de bir ifadesi.

Bugüne kadar MILF lider kadrosu, barış görüşmelerinde öne sürülen ‘silahların devredilmesi’ şartını, Manila’daki ultra milliyetçi çevrelerin olası bir müdahalesine karşı garanti olarak kabul etmemişlerdi. Ve ‘silahların devri’ nihai anlaşma öncesinde dördüncü aşamaya tekabül ediyor. MILF’in yukarıda zikredilen ısrarının ardında, Manila yönetiminin Mindanao bölgesinde ‘başına buyruk’ silahlı grupları kontrol altında tutumaması olduğu da biliniyor. Bu anlamda, bugüne kadar bölgedeki bu gerçeklikten hareketle, durumu bir tür pozitif yaklaşımla kendi lehlerine kullandılar.

Silahların devri anlaşmasında ayrıca, bölgede güvenliği sağlayacak polis gücünün tesisinin de yer aldığı hatırlandığında, -detaylar bugüne kadar ortaya çıkmamış olsa da- 2012 yılında imzalanan anlaşma taslağına göre, MILF’in kontrolüne geçeceğini söyleyebiliriz. Bu süreç, hiç kuşku yok ki, MILF yönetiminin şu veya bu şekilde bölgede varlığını sürdüren Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF), Bangsamoro İslami Özgürlük Hareketi (BIFM) ve Abu Sayyaf ile de bir ‘iç pazarlık’ sürecine gireceği anlamı taşıyor. Geçen yıl sonlarına doğru Zamboanga şehrinde bir silahlı grubun girişimini hatırlatmak gerekir. Bu anlamda, MILF ordusunun varlığı, barış görüşmelerini tehlikeye atabilecek çeşitli ‘serbest’ silahlı unsurlara karşı olduğu kadar, bölgede her türlü anarşik olayları önlemeye yönelik de bir işlev gördüğü biliniyor. Ocak sonundaki anlaşma ile taraflar arasında güvenilirliğin varlığını sürdürdüğü şeklinde yorumlanmalı.

Bugüne kadar Müslüman Mindanao Otonom Bölgesi adıyla bilinen idari yapı, 2016 yılında Bangsamoro Otonom Bölgesi adını alacak. Bu yönde Moro İslami Kurtuluş Hareketi (MILF) ile Manila yönetimi arasında imzalanması beklenen “Bangsamoro Çerçeve Anlaşması” adı verilen kapsamlı barış anlaşmasının hazırlıkları devam ederken, hiç kuşku yok ki, bu sürecin en önemli aşamalarından biri, olası anlaşma metninin merkezi parlamentoda kabul edilmesi olacak. Tıpkı Açe Barışı’nda olduğu gibi, devlet başkanlığı ile yönetilen Filipinler’de de devlet başkanının iradesiyle yürütülen barış görüşmelerinin ulusal parlamentoda onaylanması gerekiyor. Tabii ordu faktörünü de göz ardı etmemek gerekir. Aksi taktirde, anlaşmaların pratikte herhangi bir karşılığı olduğunu düşünmek yanıltıcı olur.

1996 yılında dönemin önde gelen özgürlükçü hareketi Moro Ulusal Kurtuluş Hareketi (MNLF) lideri Nur Musairi ile Manila yönetimi arasında imzalanan anlaşma, Nur Musairi’nin bölgede vali olarak görev yapmaya başlamasına rağmen, anlaşma maddelerinin hayata geçirilememesi dolayısıyla Müslüman Bangsamoro halkının taleplerinin göz ardı edilmesi üzerine bölge halkı ve özgürlükçü hareket içinde huzursuzluk MILF’in inisayitifi ele almasına neden olmuştu. Öte yandan, merkezi güçlerin özellikle de ordu içerisindeki unsurların Mindanao bölgesindeki faaliyetlerini devam ettirmeleri de barışın sadece kağıt üzerinde kalmasına neden olmuştu. Kaldı ki, bu süreçte uluslararası gözlemci ekibinin görevlendirilmesine karar verilmesine rağmen, uygulanmamış olması da önemli bir stratejik hataydı.

Kendileriyle görüştüğümüz MILF yetkilileri önceki dönemde yapılan barış anlaşmalarındaki hataları tekrar etmeyeceklerini ve bu anlamda çok dikkatli hareket ettiklerini belirtiyorlar. Bu bağlamda, devam eden barış sürecinde sorumluluk sadece MILF yönetiminin hareket içerisindeki bağımsızlık yanlısı kesimleri kontrol altında tutmasıyla sınırlı değil. Gelişmelerin Manila ayağında Devlet Başkanı Benigno Aquino’nun ulusal parlamento’yu iknası da bir o kadar önemli. Bu çerçevede, bugüne kadar, Mindanao Barışı’na yönelik eğilimlerin Aquino’nun ülke genelindeki popüler desteği sayesinde gerçekleştiği de biliniyor. Özellikle, geçen yıl sonlarına doğru yapılan ve devlet başkanı için bir tür güven oylaması anlamına da gelen kongre seçimlerinde Aquino’nun kayda değer başarı sergilemesi şimdilik işlerin yolunda gittiğini gösteriyor.

Ancak olası barış anlaşmasının, Aquino’nun bireysel politik gücüne değil de, kurumsallaşmış bir yapıya dayandırılması gerekiyor. Çünkü sadece Mindanao halkına özgürlükleri vermeme konusunda direnç gösteren gruplar değil, bunlar ve benzerlerinin Aquino ile olan siyasi hesaplaşmaları da potansiyel tehlike olarak ortada duruyor. Örneğin, bu bağlamda, eski başkanlardan ve şu an Manila Belediye Başkanlığını yürüten Joseph Estrada ile senato eski başkanlarından Jan Ponce Enrile’nin adı bugünlerde gündemde. Estrada’nın iki yıl gibi (1998-2000) kısa süren başkanlığı döneminde Mindanao sorununu silah marifetiyle kökten çözme niyetini gerçekleştirme konusundaki icraatları biliniyor. Yolsuzluk soruşturmalarına maruz kalmasaydı, bu sorunu ‘kökten’ halletmiş olacağını söyleyen de Estrada’nın kendisi. Üstüne üstlük, seçimlere iki yıl kala, bu iki siyasetçinin Aquino’nun yardımcılığını yapan Jejomar Binay ile yakınlaşaması da yabana atılacak bir gelişme değil.

Özellikle, 2016 başkanlık seçimleri yaklaştıkça bu iki örnekte görüldüğü üzere ultra milliyetçi çevrelerin Aquino üzerinden Mindanao barışını sabotaj olasılıklarını göz ardı etmemek gerekiyor. Yukarıda zikredilen çevrelerin barış karşıtlığında çıkış noktalarından biri doğal kaynakların paylaşımı konusu olduğuna kuşku yok. Bir yanda Güney Çin Denizi’ne, öte yanda Endonezya Takımadaları’na açılan önemli su yolları üzerinde bulunan Mindanao bölgesinin 300 milyar Dolar olarak tahmin edilen yer altı rezervlerinin de Manila çevrelerince dikkate alınmayacağını düşünmek saflık olur. Ülke nüfusunun yüzde beşini barındıran bu bölgede, bu denli önemli  kaynakların varlığı potansiyel çatışma alanları olarak da gündeme gelebilir. Her ne kadar, 2013 yılında %7’lik bir büyüme kaydetse de, ekonomisi sağlıklı bir yapıya oturmayan Filipinlerde, Mindanao Müslümanlarına verilecek haklar bir anda ulusalcı kaygılarla güçlü bir muhalefet rüzgârına dönüşebilir. Bu anlaşmanın uluslararası arenada ne gibi yansımaları olacağı da önemli. Burada Bangsamoroluların Müslüman kimliğine vurguları kültürel bir olgu olmanın ötesinde İslam Hukuku’nu hayatın odağında yer verme çalışmalarını hatırlatmakta fayda var. Bir yanda anlaşmaya ev sahipliği yapan Malezya ve içinde yer aldığı ASEAN öte yanda muammalarla dolu Güney Çin Denizi’ne yakınlığı Mindanaou Barışı’nın zamanla farklı zeminlerde gündeme gelebileceğini tahmin edebiliriz. Bu nedenle, 1976 ve 1996 anlaşmalarından çok farklı bir dönemde yeni bir anlaşmaya doğru gidildiği ve bugünün şartlarında Bangsamoro halkının haklı taleplerinde bir kez daha umutsuzluğa düşmemeleri için uluslararası çevrelerin de bölgede yapıcı rol oynaması gerekiyor.


6 Şubat 2014 Perşembe

Jokowi Endonezya Siyasetini Yenileyebilecek mi? / Can Jokowi Revamp Indonesian Politics?

Mehmet Özay                                                                                                                  6 Şubat 2014

Endonezya’da Başkanlık seçimlerine az bir süre kala, siyaset arenasında yeni gelişmelere tanık olunuyor. 2005’de başladığı Solo Belediye Başkanlığı görevinden, 2012’de başkent Cakarta Valiliği’ne uzanan süreçte siyasi kariyerini sağlam adımlarla çıkan Joko Widodo, kendinden bağımsız geliştirildiği anlaşılan adaylık yarışında, kamuoyu yoklamalarının da ortaya koyduğu üzere gün geçtikçe güçlü rakiplerin epeyce önünde yer alıyor. Yaklaşık birbuçuk yıl öncesine kadar ismi sadece ‘yerel siyaset’ platformlarında anılan Jokowi, ulusal siyasetin de merkezine oturmuş durumda. Başkan adayları arasında ismi en ön sıraya çıkan Jokowi’nin bu zorlu göreve hazır olup olmadığı bir yana, bu süreç Endonezya modern siyasetinde bazı yeni gelişmelere işaret ediyor. Bunlar arasında, yerel siyasetten tecrübe kazanarak yükselen ‘sivil’ bir siyasetçinin varlığı; kendisi bizzat adaylığını açıklamayan bir siyasetçinin, dış aktörler ve kurumlar vasıtasıyla başkanlığa bir anlamda ‘zorlanıyor’ oluşu; orduyla ve ‘köklü ailelerle’ doğrudan bağı olmayan biri ve de en önemlisi adı yolsuzlukla anılmayan ‘temiz’ bir aday gibi özellikler bulunuyor. Endonezya’yı çevre ülkelerdeki siyasi yapılarla da değerlendirdiğimizde bu aslında tüm bölge için yepyeni bir siyasi fenomen. Jokowi seçeneği niçin yeni bir olgu olduğu üzerinde kısaca duracağım.

Jokowi’nin Cakarta Valiliğine seçilmesine kadar, Başkanlık yarışında gündemde -aşağıda değineceğim üzere- iki emekli general vardı. Bu bağlamda yakın geçmişe kadar, son iki dönemdir başkanlık görevini yürüten Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) kanunen bir daha seçilme imkânı olmamasından hareketle, gözler yeni ‘ordu kökenli’ bu adaylara çevrilmişti. Kimdi bu adaylar? Biri Prabowo Subianto diğeri de Wiranto... Her ikisi de ordunun en önemli birimlerinde görev yapmış, 1990’lı ve 2000’li yılların başlarında Doğu Timor, Papua ve Açe gibi bölgelerdeki soykırıma varan insan hakları ihlâllerinden sorumlu tutulan ancak bugüne kadar hiçbir yasal sürece konu olmamış generaller. Ancak emeklilik sonrasında ülkeye hizmetten geri kalmamak adına kendi partilerini kurarak, Suharto sonrasında tümüyle sivillere olanak tanıyacağı varsayılan siyaset arenasında kendisi de eski bir ordu mensubu olan Susilo Bambang Yudhoyono’ın izinden giderek boy gösterdiler. Bu süreçte, Prabowo ‘Büyük Endonezya Hareketi Partisi’’ni (Gerindra), Wiranto ise ‘Halkın Vicdanı Partisi’ni (Partai Hati Nurani Rakyat) kurdu.

Peki bu iki generali siyaset arenasında aktör olmaya iten nedenler neler? İlki hiç kuşku yok ki, Suharto’dan devşirildiği üzere, üniformayı çıkardıktan sonra siyasete atılmak... Bu işin bir yanı. Öte yanında ise maddi gücün nasıl temerküz edileceği hususu var. Sivil siyasette güç aileden tevarüs ettiği gibi, maddi kaynaklarla da son derece ilintili. Bu anlamda, her iki emekli generalin “siyasi ve de maddi varsıllık” noktasında elinin pek de dar olduğu söylenemez. Prabowo, merkez bankası kurucusu bir büyükbaba ile ülkenin Suhartolu yıllarda Ekonomi Bakanlığı’nın yanı sıra, Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı da yapmış ve Suharto’nun kızlarından biriyle evli olan bir babadan geliyor. Bu aile mirasının yanı sıra, askerlik ‘maaşından’ gelirleri ile ülkenin en zengin siyasetçisi konumunda. Wiranto ise başkanlık yarışında yardımcılığına medya devi Hary Tanoesoedibjo’yu almasıyla Prabowo’nun zenginliği karşısında gardını sağlamlaştırmış gözüküyor.

Bugüne kadar kapsamlı sosyo-siyasi yapılaşmalar ve bunun çıkış noktası olan ideolojiler bağlamında sağlıklı ve sürdürülebilir bir yönelim sergileyemeyen ülke siyasetinde yeni bir durumdan bahsetmek ne kadar mümkündür? Asker veya sivil olsun, siyaset sahnesinde rol alan veya almaları istenen kişilerin bireysel karizma, maddi/manevi güç odakları olmalarından öte bir hususiyetten söz edilemiyor. Buna en iyi örnek son iki dönemdir devlet başkanlığı görevini yürüten SBY’ın 2004 yılında Demokrat Parti’yi kurarken ortaya koyduğu hedeflere bakmakta fayda var. SBY da eski bir ordu mensubuydu ve Suharto sonrasında bir türlü sivil siyasetçilerce ortaya konulamayan ‘reform’ sürecini bizzat kendisi şekillendirmek istiyordu. Kurucusu olduğu ‘Demokrat Parti’ ile ülke siyasal yaşamına bir soluk getirmenin ötesinde, Amerikan tarzı bir yapılaşmanın kapısını aralamak amacındaydı. Ancak aradan geçen on yılın ardından ortada Demokrat Parti’den pek de eser kalmadığı; bugüne kadar SBY’ın bir tür karizması veya siyasi etkileşimleriyle Parti’nin varlığını sürdürdüğü; son üç yıllık süreçte de parti üst düzey kadrolarının adlarının çeşitli yolsuzluklarla birlikte anılmasıyla toplum nezdinde inandırıcılığının sona erdiği gözleniyor.

Demokrat Parti’de üst üste yaşanan yolsuzluk depremlerinden sonra Parti’nin siyasi ömrünü uzatma adına yeni yüzler ortaya çıkmaya başladı. Bu vesileyle toplanan parti meclisi on bir aday arasından seçim yapmaya karar verse de, bugüne kadar bu adaylardan başkanlık yarışı için bir isim belirlenebilmiş değil. Bununla birlikte, adı öne çıkan adaylardan biri var ki, o da Pramono Edhie Wibowo... 2011-2013 yılları arasında Endonezya Genelkurmay Başkanlığı yapan Wibowo, devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY), kayınçosu aynı zamanda. Parti’de adaylık sürecinde bu ismin öne çıkması bile, parti üst düzey yönetiminde yaşanan gelişmelerden henüz ders alınmadığını ortaya koyuyor. Demokrat Parti kendi başına ‘sivil bir yönelim ve yapılanma sergilemek yerine, kurucusu SBY’ın yakın çevresindekilerin adlarıyla ayakta kalması hedefleniyor.

Bu anlamda, ulusal siyasette yeniden başa dönülmüş oldu. Zaten bu nedenledir ki, 1998 yılı Mayıs ayında 32 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalan Suharto’dan sonra bir türlü bitmek bilmeyen bir reform sürecinden bahsediliyor.

Ancak, Jokowi’nin adaylığının gündeme getirilmesiyle yukarıda zikredilen iki generalin düne kadar gür çıkan sesleri kısıldığını söylemek mümkün. Dün siyaset ajandasını belirleyen veya bu yönde önemli girişimlerde bulunan bu iki ismin yerini Jokowi almış durumda. Bu gelişme, ulusal siyasetin ‘sivilleşmesi’ noktasında olumlu karşılanabilir. Burada bir kez daha hatırlatmakta fayda var ki, Jokowi bu süreçte bizzat kendisi ön plâna çıkmış değil. Onu ‘siyaset yarışının’ odağına iten güçler var. Bu noktada, Jokowi adı, yolsuzluktan epeyce yıpranmış bir yönetim nedeniyle kimileri nezdinde bir alternatif olarak algılanırken, söz konusu bu yolsuzluk ortamının sürgit devamından yana olanlarca bir tür ‘tehdit’ olarak algılanması da aslında doğal bir çatışmanın göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Jokowi son birbuçuk yıllık Cakarta Valiliği görevinde çokça yaygın olan ‘yolsuzluk’ versiyonlarına temayül göstermedi, göstermeyeceğini de zaten daha başından ifade etti. Kurulu düzenle, bu düzeni yerel yönetimden başlayarak yeniden şekillendirme amacı güden Jokowi ‘tehdidini’ ortadan kaldırmanın bir yolu da çeşitli vasıtalarla onu manipüle etme sürecidir.

‘Jokowi’ adını başkanlık yarışında öne çıkartan kimler peki? Oklar, ilk olarak Megawati Sukarnoputri’yi gösteriyor. Uzun yıllardır, Endonezya Demokratik Mücadele Partisi (PDI-P) başkanlığını yürüten ülkenin kurucu babası Sukarno’nun kızı Megawati... 2001-2004 yılları arasında devlet başkanlığı ‘ordu vasıtasıyla’ kendisine tevdi edilen ancak, 2004 ve 2009 seçimlerinde siyasi başarı elde edemeyen ve uzun siyaset hayatından neredeyse emekli olacağı ve yerine kızı Maharani’nin geçeceği konuşulan Megawati, birden Jokowi ile yeniden gündeme gelmeye başladı. Megawati’nin devlet başkanı olamayacağı bilindiğinden partinin beyin takımı Jokowi adıyla, en azından 41 yıllık partinin varlığının devamı noktasında çaba sergiliyorlar. Megawati’nin, Jokowi’nin daha Solo belediye başkanlığı döneminden başlayan parti üyeliği ve doğn sempatisi bugünlerde epeyce artmış durumda. 67 yaşındaki Megawati’nin, Jokowi marifetiyle devlet başkanlığına aday olabileceği de gündemde yer alan önemli hususlardan biri. Aslında daha önce de yazdığımız gibi, Jokowi adı, başkanlık yarışında adı geçen önemli isimler için bir tür ‘siyasi mesih’ konumunda. Geniş halk kitlelerinin Jokowi’ye sempatisinin kamuoyu yoklamalarında da ciddi bir başarı olarak gündeme gelmesi, Megawati’den Prabowo’ya, Golkar lideri Aburizal Bakri’den PAN lideri Hatta Rajasa’ya kadar liderler skalasında bir “Jokowi mecburiyeti” doğuruyor. Şunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Megawati’nin kısa süren devlet başkanlığı döneminde kabinesinde güvenlikten sorumlu bakan olarak yer alan Susilo Bambang Yudhoyono’nun ‘gadrına’ uğramıştı. Şimdi de aynı süreci yaşamamak ve siyasi yaşamında ikinci defa alt edilmişlik psikolojisini tecrübe etmemek için Jokowi bağlamında temkinli davrandığı da ortada.

Tabii şimdilik Jokowi’nin ulusal siyaset zemininde ne tür bir rol oynayacağı meçhul. Daha önce de vurguladığımız gibi, tüm pozitif yaklaşımlarına rağmen, Cakarta gibi metropol şehrin sorunlarını halletmeden, 240 milyonluk bir ülkeyi yönetme makamına gelmek henüz siyaset hayatı için genç denilebilecek bir yaşdaki (52) Jokowi’yi bitirmekle eş değer. Bu bağlamda, Jokowi birtakım çevrelerin kendisine biçmekte oldukları rolü mü üstlenecek, böylece söz konusu bu çevrelere meşruiyet kazandıracak bir dayanak noktası mı olacak, yoksa kendi ayakları üzerinde duran ve ülke halkının beklediği ‘temiz’ siyasetçi örneğini mi sergileyeceğini zaman gösterecek. Bir diğer önemli husus ise, devlet başkanlığı bağlamında Jokowi’nin adı giderek güçlü bir şekilde zikredilse de, kendisinden yerel yönetim icraatları dışında ülke, bölge ve dünya gündemini teşkil eden konularda bir görüş, bir proje, bir büyük siyaset açılımı duyulmadı. Oysa, Endonezya sadece geniş bir coğrafyayı devasa bir nüfusu içeren bir ülke olmayıp ASEAN içerisinde en büyük ekonomi, bölgenin barış ve istikrarında vazgeçilmeş bir ‘partner’, yatırım ve ekonomik kalkınmada Batılı ulusaşırı şirketler ve devletler nezdinde iştah kabartan bir pazar vs. vs. Tüm bu olanaklar ve olasılıklar çerçevesinde ülkeyi yönetecek liderin bir vizyonunun elbette olması gerekiyor.

Jokowi bir siyasi hareketin lideri değil, sadece PDI-P’nın, yani Megawati’nin partisinin bir üyesi. Yerel yöneticilikteki başarı ile yukarıda zikrettiğimiz siyasi çevrelerin dikkatini çekmesiyle Cakarta’ya ‘terfi ettirilen’ biri.  Bu bağlamda, halkın Jokowi’ye teveccühü ile bu teveccühün siyasi iktidar aygıtını yeniden yapılandırma ve yönetme bağlamında nasıl bir ideolojiye veya siyasi harekete denk geldiği de belirsizliğini koruyor. Halkın Jokowi’ye sempatisinin ardında, sadece siyaset kurumu değil, kamu kurumlarının neredeyse hepsini kuşatmış ‘kokuşmuştan’ bıkkınlık geliyor. Jokowi, kendisini öne çıkaran siyasi odakların manipülasyonlarını görebilecek ve zaten bu yapılara tepkisini en görünür bir şekilde, yani sandık başına gitmeyerek göstermiş halkın taleplerine karşılık gelecek bir siyasi hareket başlatabilir mi? Çünkü halen varlığını sürdüren bu yapı, Suharto döneminin kalıntıları olarak algılanmakla kalmıyor, sivil siyasetçilerin beceriksizliği ve vizyonsuzluğu karşısında her daim çözüm olarak asker kökenli siyasetçilerin varlığına kapı aralıyarak, aradan geçen 15 yılı aşkın süreye rağmen reform sözcüğü gündemden inmeyen bir kavram olarak yerli yerinde duruyor. Bu noktada, Jokowi’nin önünde ya bu siyasi çevrelere eklemlenmeye ve ikincil konumda kalmaya mahkumiyet ile yeni bir siyasi vizyon ortaya koyma arasında kayda değer iki seçenek bulunuyor.


4 Şubat 2014 Salı

Tayland seçimler ne ifade ediyor?

Mehmet Özay                                                                                                                      3 Şubat 2014

Tayland’da beklenen erken genel seçimler dün yapılırken bir süredir devam eden siyasi istikrarsızlıktan çıkış yolunun bulunduğunu söylemek güç. Hükümet 100.000 memurla ve 130.000 polis gücüne ilâve olarak, 5000 ordu mensubunun da görev yaptığı seçimlerde, başta Bangkok olmak üzere ülkenin güneyinde bazı bölgelerde seçimi engelleme çabaları görüldü.

Bununla birlikte, ülke genelinde 375 seçim bölgesinden 127’sinde oy kullanma işlemi gerçekleşmedi. Başkent Bangkok’da 6673 oy sandığından 488’inde göstericiler halkın oy kullanmasını engelledi. Öte yandan, kaynaklarımızın bildirdiğine göre, muhalefet yanlılarının güneydeki Hat Yai şehri havalimanındaki müdahaleleri nedeniyle Patani bölgesine oy pusulaları ulaşmaması nedeniyle oy kullanılamadı. Böylece, ülkenin güneyinde, aralarında Malay-Müslümanlarının yaşadığı Patani bölgesinin de bulunduğu sekiz eyaletteki 22 seçim bölgesinde oy verme işlemi gerçekleştirilemedi.

Ancak, seçim sandıkları ve oy pusulalarının ilgili seçim bölgelerine taşınmasının engellenmesine tepkiler gelmedi değil. Bu anlamda, muhalefet göstericilerine kontra bir görüntünün ortaya çıktığına dikkat çekiliyor. Örneğin, Patani’de merkez camii önünde toplanan100 kişilik grup seçimlerin demokratik bir yöntem olduğu ve önünün alınmaması gerektiğini söyleyerek gösteri yaptı. Sözcülüğünü Patani Eyalet Yönetim Organizasyonu başkan yardımcısının yaptığı grup, Patani Bölgesindeki dört eyalete gönderilen oy pusulalarının muhalefetçe Hat Yai havalimanında engellenmesine tepki gösterildi.

Önümüzdeki haftalarda bu eyaletlerde ve Başkent’teki kimi seçim bölgelerinde seçimin nasıl yapılacağı ise merak konusu. Bu beklenen aksaklıklara rağmen, Yingluck’ı ve başında yer aldığı Pheu Thai Partisi’ni sevindiren gelişme ise önemli destekçilerinin olduğu ülkenin kuzey ve kuzeydoğu kesimlerinde ve de başkentin bazı bölgelerindeki katılımdı.

Yukarıda zikredilen bu rakamsal ifadeler dikkate alındığında hem ülke genelinde, hem de başkent Bangkok’da seçimi engellemeye yönelik girişimlerin halkın çoğunluğu tarafından dikkate alınmadığı söylenebilir. Öte yandan, yaklaşık altı milyon seçmenin oy kullanamaması dolayısıyla da yeni parlamentonun oluşumunu sağlayacak bir seçim sonucu da ortaya çıkmış değil. Zaten kimi bölgelerde adaylar seçim bürolarına kayıt yaptıramamışlardı. Bu nedenle, parlamentonun işlerlik kazanması ve yeni hükümetin kurulabilmesi için seçim yapılamayan bölgelerde en kısa sürede seçimin yapılması bekleniyor. Aslında bu gelişme, ülke modern siyasi tarihinde bir ilk anlamı taşıyor. Bugüne kadar şu veya bu şekilde yapılan seçimler sonrasında kurulan hükümetlere rağmen, bugün Tayland seçime rağmen hükümet kuramamış bir ‘Güneydoğu Asya demokrasisi’ örneği gösteriyor.

Bu durum, ülkenin sadece siyasi yaşamını değil, ekonomi sektörünü de olumsuz etkileyeceğine şüphe yok. Daha parlamentonun bütçe görüşmelerini gerçekleştirememiş olması, çeltik çiftçilerinin alacakları için bekleyişlerinin sürmesi, turizm sektöründe önemli düşüşün yaşanması, yabancı yatırımcıların giderek artan kaygılarıyla komşu ülkelere yönelmeleri ASEAN’ın ikinci en büyük ekonomisinde derin darbeler olarak beliriyor. Özellikle ödemeler için seçim sonrası bir tarih verilen çeltik işçilerinin siyasi belirsizlik ortamında daha ne kadar sabır gösterebilecekleri ve sabırlarının taşması halinde neler olabileceği de seçim hükümetinin ve de Başbakan Yingluck’ı düşündüren bir başka gelişme olacak.

Tüm bu hususlar dikkate alındığında, muhalefetin Kasım ayından bu yana Bangkok caddelerini işgali ve de hükümeti iş yapamaz hale getiren gösterilerinin ardından ilân edilen erken seçim ülkede siyasi mücadelenin henüz durulmadığını gösteriyor. Shinawatra ailesi özelinde halkın önemli bir bölümünün iktidara yönelik desteği sürerken, muhalefet ülkede iktidar değişikliğini, seçimlere değil, oluşturulacak kaos ortamından sonra yapılacak ‘atamalara’ bağladığına kuşku yok. Kasım ayından bu yana sergilenen süreç bunu gerçekleştiremese de, parlamentonun oluşturulamadağı bugünkü ortamda yeni süreçler devreye konulacaktır.
Bu gelişme, iktidardaki Pheu Thai Partisi’nin perde arkasındaki lideri Thaksin Shinawatra ile monarşi yanlılarının siyasi arenadaki karşılığı olan Demokrat Parti ve gelişmeler üzerine bu partinin genel başkan yardımcılığından istifa ederek son dönemde sözde sivil toplum girişimcisi/reformcusu olarak ortaya çıkan Suthep Thaugsuban arasındaki mücadelenin bir başka safhaya evrildiğine işaret ediyor. Suthep Thaugsuban liderliğindeki ”Halkın Demokratik Reform Komitesi” kamu binalarını ele geçirerek hükümeti etkisiz kılma ve Yingluck’ı istifaya zorlama hedefi gerçekleşmedi. Öte yandan, Başbakan Yingluck’ın ‘toy’ bir siyasetçi olarak son üç ayda sergilediği kararlı duruş benzer ülkeler normları çerçevesinde düşünüldüğünde aslında bir başarı olarak da görülebilir. Erken seçim kararı alma ve seçimleri tüm engellemelere karşın gerçekleştirme başarısından ötürü başarı hanesine artı olarak geçebilir.

Seçimler öncesinde iktidar yanlısı Kırmızı Gömleklilerin pek de sokakları doldurmaması Yingluck’un ilk iki buçuk yıllık iktidarında bu grubun ‘aşırı’ kanatlarıyla arasına mesafe koymasına bağlanabilir. Ancak, bu Yingluck veya daha doğru bir ifadeyle Thaksin yanlılarının güçlerini ortaya koymayacakları anlamına gelmiyor. Son üç aylık süre zarfında Yingluk hükümetinin ‘güce başvurmama’ politikası, kuşku yok ki, gerek ülke içerisinde gerekse uluslararası arenada Başbakan’ın elini güçlendiren bir unsurdu. Bugün, seçimlerin ardından Yingluck hükümeti ‘demokrasinin kuralını uyguladık’ diyebilse de Başbakanlık koltuğunu talep edebileceği bir yapı henüz ortada gözükmüyor. Bu durumda, ülkede süregiden “köklü feodal çevrelerle”, “toplumsal mobilizasyonu tadan ve bunu daha da genişletmek isteyen kesimler arasında bir orta yol bulunmadığı sürece kaos ortamı devam edecektir. 



2 Şubat 2014 Pazar

Setelah Turki, akankah Ken Yang ke Aceh?

Mehmet Özay                                                                                                                27 Januari 2014

Ken Yang adalah seorang pelukis Malaysia lahir di Perak dan berumur 35 tahun. Ia melanjutkan hidupnya selama 15 tahun di Paris. Dengan menamai dirinya sebagai pelukis kerajaan, Ken Yang, barangkali disebut sebut sebagai seorang yang arogan, namun pada hakikatnya, label itu sangat berkaitan dengan etnik dan gaya berseninya, renaisans Italia.

Pameran lukisannya telah digelar sejak 28 Oktober 2013 hingga 31 Januari 2014 di “National Visual Art Gallery” di Kuala Lumpur. Eksibisi ini mewakili pengalamannya selama hidup di Paris dan Kuala Lumpur. Sebab itulah temanya berjudul “Paris-Kuala Lumpur”. Ada dua kategori dalam pameran ini, yang pertama adalah objek denga cirri khas Paris yang kental.  Yang kedua adalah portrait-portrait kesultanan dan individual Melayu di Malaysia. Pada kenyataanya kedua kategori tersebut  adalah deskripsi perantauan personalnya dari dunia renaissans di Paris hingga kembali ke kampong halamannya. Kurator pameran ini berasal dari Syiria, Khawajah Musa Hoshi, yang hidup di Paris selama 20 tahun.

Keunikan dari pameran ini adalah teknik dan gaya renaisans yang untuk pertama kalinya dibakatkan oleh warga negara lokal, disamping eksibi tersebut adalah yang paling mahal yang pernah dilakukan oleh “National Visual Art Gallery”. Selain itu, pameran ini juga mengeluarkan Katalog galeri yang diterbitkan dengan kolaborasi 4 institusi terkemuka seperti kementrian pariswisata dan budaya, Kementrian pertahanan, Kementrian Militer Malaysia, dan “National Visual Art Gallery”.  Perwakilan elit dari institusi ini juga menulis kata pengantar . Sebagai tambahan, Duta besar Prancis untuk Malaysia, Martine Dorance ikut menyatakan kekagumannya lewat ucapan pengenalan yang termasuk dalam katalog, beriringan dengan kalimat kalimat kekaguman lainnya dari Mantan menteri pariwisata dan budaya Malaysia, Dr. Rais Yatim. Rais Yatim dalan ucapannya menyebutkan setiap individual dari berbagai kelas di Malaysia perlu berbangga dengan keberadaan Ken Yang yang merupakan profil menarik dengan bakat yang luar biasa dalam menerjemahkan pikiran-pikiran seni lukisannya.

Pameran tersebut dibuka dengan portrait Sultan Federal Kedah, Abdul Halim Syah, berserta istrinya. Lukisan lukisan penting lainnya termasuk 3 perempuan Malaysia yang mewakili konsep 1 Malaysia,  bersatu dalam keberagaman identitas. 

Mehmet Ozay telah mengunjungi dan merekam eksibisi ini dengan bantuan Ken Yang yang juga bersedia diwawancarai. Kegiatan ini akan ditayangkan pada minggu akan datang di stasiun TV nasional Turki. Ada kemungkin Ken Yang akan mengunjungi Turki dalam rangka membangun hubungan seni antara Turki dan Malaysia. Sebagaimana yang dia sebutkan dalam wawancara, dia tidak hanya akan melanjutkan lukisan lukisannya tentang keistanaan tapi juga kecantikan alam  Malaysia melalui teknik  dan gayarenaissans. Mehmet Ozay berpikir, mengapa tidak Ken Yang mengunjungi Aceh? Karena Aceh masih merupakan salah satu keperawanan dunia Melayu. Meskipun bagi sebagian orang, Ken Yang dianggap sedikit arogan tapi ia adalah seorang yang murah hati dan peramah. Misalnya, ketika ia diundang untuk wawancara, awalnya dia menganjurkan untuk bertemu di ‘Fahrenheit’di Bukit Bintang yang ‘berkelas’ tapi kemudian Mehmet Ozay mengusulkan untuk bertemu di Kampung Baru yang kumuh. Usulan yang tampa ragu langsung ia terima.