Mehmet Özay 20 Aralık 2013
Bangladeş, muson yağmurlarıyla, sokak gösterileriyle ve de daha çok 160
milyonluk nüfusunun önemli bir bölümünün yoksullukla mücadelesiyle gündeme
gelir... Bu süreçlerin hiç kuşku yok ki, vazgeçilmez ögelerinden biri de
siyaset arenasında verilen mücadeledir. Bir kadın başbakan gelir diğeri
giderken, pek de kimseden ‘Ne kadar güzel... Çoğunluğu Müslüman bir ülke
kadın(lar) tarafından yönetiliyor’ ifadesini pek de nedense duymayız...
Ancak öyle gözüküyor ki, ülkenin maddi yoksullukla mücadelesinde Nobel
Ödüllü (2006) Prof. Dr. Muhammed Yunus gibi, bir de siyasi yolsuzluklarla
mücadele edecek sivillere ihtiyacı var... Bu ihtiyacın bugünlerde biraz daha
aciliyet kesbettiğine kuşku yok... Yaşı kemale ermiş, topluma liderlik etmiş
sivil insanlara yönelik cezalar ve idamlar furyasının sürdüğü şu günlerde ülke
siyasetindeki açmazlara, karalamalara ve siyasi yolsuzluklara ışık tutacak, yol
gösterecek erdemli bir siyasetçiye ihtiyaç her zamankinden daha çok
hissediliyor.
Kimilerinin ifade ettiği üzere, belki de bu idamlar bu sürecin başlatıcısı
olacak... Yani Cemaat-i İslami, bugüne kadar ülke siyasal yaşamında tek başına
iktidar olma şansı yakalayamasa da, mevcut siyasi aktörlerle etkileşimindeki
varlığıyla, organizasyon gücüyle ve sadece siyasi parti olmakla kalmayıp, sivil
bir girişim olmasıyla Bangladeş toplumuna kazandırdıklarına bir yenisini ekleyecek.
İdamların niçin bugün gündeme getirildiğini anlamak için ülkenin kırk yıllık
geçmişindeki siyasi erk ilişkilerini dikkate almak gerekiyor... Ayrıca bunu
sadece Bangaldeş toplumu ve siyaseti bağlamıyla sınırlandırmamalı, kökleri
İngiliz sömürgeciliğine ve akabinde ulus-devlet yapılaşmasına, bölgesel
güçlerin Müslüman toplumlar ve siyasi yapılar üzerindeki dönüştürücü
etkileriyle birlikte değerlendirilmeli. Bugün Şeyh Hasina ve hükümeti Cemaat-i
İslami’yi suçladığı 1971 Bağımsızlığı’na giden süreçte dokuz ay süren Pakistan-Bangladeş
aslında -bunun gerçeği Pakistan-Hindistan Savaşı’dır- bağımsızlığa karşı
durmasını gerekçe gösteriyor... Evet doğrudur... Cemaat-i İslami bu
bağımsızlığa karşıydı. Çünkü öncelikleri bölge Müslümanların birliğiydi..
Aynı ırktan olmasa da, ümmetçi anlayışı ile öne çıkan bir hareket olması
dolayısıyla aynı coğrafyada yüzyıllarca beraber yaşadığı etnik unsurlar
arasındaki işbirliğini siyasi birliktelik şeklinde ortaya koymasından öte meşru
bir yaklaşım olamaz. Buna ilâve olarak Bangladeş bağımsızlığı olarak öne
sürülen olgunun ne denli sahici, Bangladeş milliyetçiliğinden beslendiği de
sorunludur. Bağımsızlık Savaşı’nı konu alan eserlerde çok net bir şekilde
ortaya konduğu üzere ve de kendisiyle röportaj yaptığımız Mamoon al-Azzami’nin
de belirttiği üzere, Hindistan’ın sürekli manipülasyonlarına maruz kalmış bir
Bangladeş siyasi ve askeri eliti ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, zaferi
kendine mal etmiş bir komşu ülke yani Hindistan, akabinde, bölgenin tarihsel
kültürel ve dini yapılanmasıyla tezat içerek şekilde dönemin Sovyetler Birliği
eksenli bir sekülarizmi benimsemiş ve bu süreçte desteğini Hindistan’dan almış
bir Bangladeş siyasi eliti karşısında Cemaat-i İslami’nin duruşu dün olduğu
gibi bugün de bir birikime dayanıyor.
Ancak Şeyh Hasina ve destekçileri ile uluslararası kamuoyunun önemli bir
bölümünün gözden kaçırdığı husus, Cemaat-i İslami’nin varlığının 1971 yılındaki
bağımsızlıktan hemen önceki gelişmelerle ortaya çıkmış bir hareket değil... Bir
başka deyişle, Cemaat-i İslami kuruluşu 1940’lara dayanan, o dönem Batı ve Doğu
Pakistan olarak adlandırılan coğrafyada çeşitli sosyo-siyasi faaliyetleri olan
bir oluşum. Süreçte bu birliktelik içerisindeki ilk siyasi rekabete sıra
geldiğinde, Doğu Pakistan’ın belli ölçüde demografik yapısından kaynaklanan
‘üstünlüğü’ ile öne çıkması, Batı Pakistan siyasi ve askeri elitinin kabul
edebileceği bir olgu değildi. Tam da bu noktada Cemaat-i İslami’nin o dönemki
lideri Prof. Dr. Gullam Azzam, Doğu Pakistan’da Bengalli Muciburrahman
liderliğindeki Halkçı Parti (Awame League)’in seçimlerden üstün çıkması
karşısında Batı Pakistan’daki siyasetçilere “Bırakın, Muciburrahman yönetsin
ülkeyi... Demokrasi bunu gerektiriyor... Çoğunluk onu istiyor...” diyordu.
Ancak Pakistan elitinin Cemaat-i İslami’nin bu olgun yaklaşımını tercih
yerine reddiyesi, Bangladeş’te dini ve toplumsal bağlılıktan etnik ayrışmaya
giden süreci körükleyen önemli nedenlerden biriydi. Zaten ne olduysa bundan
sonra oldu... Öte
yandan etnik, dil farklılıklarının yani sıra coğrafi ve siyasi ayrışma zamanla
nihayetinde 1971’de Bangladeş adıyla yeni bir devletin kurulmasina yol açtı. Tabii, bir de Güney Asya’da siyasi gücünü demografik
özelliği, dini ve coğrafi genişliğiyle pekiştiren Hindistan’ın önce bölgesel
ardından küresel güç olmasının yolunu açacak şekilde komşu ülkeler üzerindeki
siyasi ve de askeri hakimiyetini tesisinde, Bangladeşin sözde milliyetçi
çevreleri ile kurduğu işbirliği ve desteği göz ardı etmemek lazım.
1975 yılına kadar yasaklı kalmış, Muciburrahman’ın öldürülmesinin ardından
değişen siyasi ortamın imkânları doğrultusunda siyasi meşruiyetini yeniden
kazanmış olan Cemaat-i İslami 1977 seçimlerinden itibaren ülkenin önemli siyasi
aktörleri arasında kabul edilmiştir. Diğer iki güçlü parti, yani Halkçı Parti
ve Ulusal Parti ile kıyaslanmayacak ölçüde seçmen kitlesinin azlığına rağmen,
siyasi bir hareketten öte sivil, toplumsal bir hareket olması ile öne çıkan ve
bu anlamda son derece organize bir yapı olmasının verdiği güçle neredeyse her
seçimde yukarıda zikredilen iki parti tarafından ‘seçim ittifakına’ davet
edilen bir siyasi parti oldu.
Öyle ki, bugün iktidardaki Şeyh Hasina’nın 1995 yılında, mensuplarının
suçlamalar, yargılamalar ve infazla yüzyüze kaldığı Cemaati- İslami ile seçim
ittifakı yaparak iktidara geldiği ne çabuk unutuluyor! Bugün yargılanan
liderlerin bir bölümü, örneğin Prof. Dr. Gullam Azzam, o dönem aktif siyasi
yaşamın içindeydi. Şeyh Hasina bu liderlerle sohbet ediyor, tokalaşıyor,
koalisyon ittifakı çerçevesinde seçimlere birlikte giriyordu. Bunun ötesinde, yargılamalar
sürecinde iktidardaki Halkçı Parti’nin icraatlarında başka çelişkiler de
görülmeli.
Başbakan Şeyh Hasina’nın babası, yani Muciburrahman 1973’de iki yasa
çıkarttı. İlki, “Savaş Suçları Yasası” ki bağımsızlığa karşı çıkan ordu
mensuplarını; “İşbirlikçiler Yasası” olarak anılan ikincisi ise süreçten
sorumlu tutulan sivilleri kapsıyordu. Birinci yasa çerçevesinde 195 Pakistan
askerinin yargılanması gündeme gelirken; ikinci yasa çerçevesinde önce yüz bin
kişi tutuklarınken, büyük bir bölümü Muciburrahman’ın genel af yasasından
istifade ederken, sadece 731 kişini yargılanması sürdü. Ve süreç 1973-74
yılında tamamlandı...
Ancak o dönem, söz konusu bu iki yasa çerçevesinde
yargılananlar arasında Cemaat-i İslami’nin bugün yargılanan ve hapsedilen liderlerinin
hiçbiri bulunmuyordu. Üstelik bu insanların ülke güvenliğini tehlikeye atacak
girişimleri de bulunmamakta. Mamoon Al-Azzami’nin babası Gullam Azzam örneğinde
dile getirdiği üzere kırk yıl boyunca bu liderler bir kez olsun karakola
düşmemiş, iktidar olmamasına rağmen, koğuşturmaya maruz kalmamıştır. Bugün
ortaya konan politikaların gerçeklerle iler tutar bir yanı bulunmadığı aşikâr.
Siyasi bir intikam sürecinden geçildiği anlaşılıyor. Bunun öncülleri daha 2006
yılındaki seçimlerde belirmiş akabinde, 2009’da Şeyh Hasina’nın Halkçı
Partisi’nin iktidara gelmesiyle pratiğe dökülmeye başladı. Gözlemcilerin dile
getirdiği üzere burada üç aşamalı bir plan var. Birincisi, orduda tasviyeye
gitme. Bu açılım, Hindistan destekli bir icraatla üst düzey 57 ordu mensubunun
katledilmesiydi. İkincisi, yargı sistemindeki ve emniyet teşkilatındaki boş
makamlara Halkçı Parti yandaşlarının yerleştirilmesiydi. Üçüncüsü de Cemaat-i
İslami’nin Ulusal Parti olan seçim ittifakı sürecini baltalamaktı... Şeyh
Hasina ve ekibi ilk iki aşamayı tamamladı. Şimdi üçüncüsünde. Koğuşturma ve
hapislerin sadece önde gelen yaşlı liderlerle sınırlı olmadığı, gelen haberlere
göre, Cemaat-i İslami’nin neredeyse tüm unsurları üzerinde baskı ve sindirme
operasyonunun sürüyor oluşu mevcut iktidarın maalesef bu üçüncü sürecide
tamamlayacağına inancını gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder