Mehmet Özay 31 Aralık 2013
Bir yılın ardından Güneydoğu Asya’da olan bitene kısaca göz atmakta fayda
var. Öncelikle şunu hatırlamak gerekiyor. Güneydoğu Asya artık tek başına
değerlendirilen bir bölge değil. Aşağıda değinileceği üzere Güneydoğu Asya ya
da bir başka ifadeyle ASEAN, çevresindeki güçlü eko-siyasi yapıların yanı sıra,
küresel güçlerin odağı haline de gelmiş durumda. Bu süreçte, Batı yönetim
çevrelerinde başta kendi ülkeleri olmak üzere küresel ekonomik dar boğazdan
çıkışta katalizör işlevi göreceği yolunda değerlendirilmelerde bulunulan bu bölge,
aynı zamanda küresel liderlik sahasının ilgi alanına da girmiş gözüküyor. Özellikle
Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal haklar sadece bölgede hak iddia eden
ülkelerle sınırlı olmayıp, küresel bir krize doğru evrilmiş durumda. Kimi
gözlemciler ‘çatışma riskine’ rağmen, sıcak gelişmelerin olacağına prim vermese
de, bu süreç ASEAN’a üye ülkelerin ABD ile olan ittifaklarını sıkılaştırırken,
bir yandan da ABD’nin de yönlendirmesiyle silahlanmaya doğru bir adım atıldığı
gözlemleniyor.
Bu sıcak gelişmeye karşılık ASEAN’ı bağlayıcı önemli gelişme kuşkusuz ki
2015’de başlatılması öngörülen ekonomik işbirliği projesi. Bir tür Avrupa
Birliği ekonomik birlik projesini andıran bu girişim için alt yapı çalışmaları
sürse de, birlik görünümünün sağlıklı bir yapıya oturması için daha epeyce bir
yol alınması gerekiyor. Birlik olgusunun ekonomi ile sınırlandırılmasına karşı
çıkan kimi çevrelerse haklı olarak adına ASEANlılık denilen sürecin yavaş
işlemesinden rahatsız. Tabii ASEANlılık derken, sivil toplum örgütlerinin bölge
ülkelerinde devam eden insan hakları ihlalleri bağlamındaki eksikliklerine
vurgu yapılıyor. Liderlerin ekonomiye odaklanması, sanki ekonomik faaliyetin
insan dışı ilişkileri öngördüğü gibi bir sonuca götürüyor ki, bu ASEAN’da
işlerin karmaşıklaşmasına neden olabilir.
Tüm bunların ötesinde, Güneydoğu Asya’da süreklilik arz eden ekonomik
kalkınma bağlamlarına, kimi küresel güçlerin ulusal güvenlikleri ve ekonomik
açılımları başta olmak üzere küresel dengelerle yakından ilintili gelişmeleri
de eklediğimizde bölgenin tek başına bir değer olarak öne çıkmakta olduğu
görülür. Bu çerçevede, ASEAN’la stratejik ortaklıklar geliştiren Avustralya,
Çin, Japonya, Kanada, Hindistan ve tabii ki ABD’nin çabaları dikkat çekicidir.
Özellikle ABD’nin ASEAN’la sınırlı kalmayan, eko-stratejik bağlamı sürekli
güncelleyerek yeni alternatiflerle gündemi belirleyen yaklaşımının bir tür
“Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği”ne (APEC) alternatif veya destekçi olacağı
varsayılan “Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması” (TPPA)’nın alt yapısını atmış
durumda.
Bölge ülkelerinin siyasi ve ekonomi alanındaki liderleri, uluslararası
çevrelerin bölgeye yöneliminden memnuniyet duyduklarını gizlemiyorlar. Örneğin,
Çin’deki yönetim değişikliğinin ardından Çin ile yeni ticari anlaşmalar yapan
Malezya, Singapur ve Endonezya bu ülkelerin başında geliyor. Myanmar siyasi
elitinin ise, kapalı kapılar ardında gerçekleşen çıkar ilişkilerinden en yüksek
payı alma noktasında çaba sarf ettiğine kuşku yok.
ASEAN özelinde bir çırpıda söylenebilecek bu düşüncelerin yanı sıra,
bölgede en azından bazı ülkeler bazında belli başlı gelişmelere değinilebilir. 2013
yılında bölgede öne çıkan gelişmeler arasında Malezya’da kırk yıl sonra
teritoryal egemenlik sahasına yönelik dış müdahale gündeme geldi. Şubat ve Mart
aylarında Sulu Sultanlığı’na bağlı olduğunu belirten birkaç yüz kişilik gerilla
Borneo Adası’nda Sabah Eyaleti’ne nüfuz etti. Ülkede şok etkisi yaratan bu
gelişme, aslında tarihi referansların yeniden güncellenmesine neden oldu. Öte
yanda, bu girişim, Moro-Mindanao ile Filipinler Merkezi hükümeti arasında süren
barış görüşmelerini tehlikeye atma ihtimaliyle de önem taşıyordu. Ordu
birliklerinin sevkine kadar varan çatışma nihayete erse de, ülkenin teritoryal
alanlarını korumada zaafiyeti ile gündeme gelmesi yeni arayışları da
beraberinde getirdi. Bu çerçevede, Sabah Eyaleti’nde özel güvenlik birimi
kurulurken, yeni askeri donanımı karşılama konusunda girişimler
başlatıldı.
Malezya’da bir diğer kayda değer gelişme, uzun süredir beklenen genel
seçimlerin 5 Mayıs’ta yapılması oldu. Hükümet değişikliği gerçekleşmese de,
Başbakan Necib bin Razak’ın 6 Mayıs’ta yaptığı Çin kökenli Malezyalı seçmenleri
hedef alan ‘Çin tsunamisi’ yaşandı şeklindeki açıklaması, belki de son on beş
yılda ülke siyasi haritasındaki değişimi özetliyordu. 2008’in ardından 2013
seçimlerinde de ‘Ulusal İttifak’ oy kaybetsede gene seçimlerde iktidarın kimin
olacağını belirleyen Sabah ve Saravak Eyaletleri’ndeki oylar oldu.
Bölgenin demografik yapısı ve ekonomik büyüklüğü ile öne çıkan ülkesi
Endonezya, Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’yu (SBY) ‘kazasız belasız’ emekliye
ayırmaya hazırlanarak geçirdiği söylenebilir. Endonezya siyasal yaşamının bir
gerçeği olarak seçimlerden bir yıl öncesi başlayan aday belirleme süreci bir
başka deyişle ‘siyaset borsası’ gündemi belirliyordu. İki dönem Devlet
Başkanlığı görevini yürüten SBY, kurucusu olduğu Demokrat Parti üyeleri
arasında halefini henüz bulamamış olması şüphesiz ki, yıl içerisinde patlak
veren ve partinin üst düzey isimlerinin karıştığı yolsuzluk skandallarıyla
ilişkili. Yolsuzluk demişken, ülkenin sadece akut sosyal problemi olmakla
kalmayan, bu olgu, üstüne üstlük ülke ekonomisi ve siyasetini de derinden
etkiliyor.
Yolsuzluk süreçlerinde müdahil olmayanlarca nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemeyen
bu ‘yolsuzluk’ heyulası, Endonezya’nın başını ağrıtan en önemli sorun. Bu
nedenledir ki, sıradan halk, seçimler arefesinde gelenekselleşmiş ümitvar
yaklaşımının bir ifadesi olarak yeni liderlere umut bağlamış gözüküyor. Halk, bunun
en açık ifadesi olarak, bundan birkaç yıl önce Solo (Surakarta) Belediye
Başkanlığı yapmış, ardından Cakarta Valiliği’ne kadar yükselmiş Jokowi olarak
tanınan Joko Widodo’yu ülke yönetiminde görmek istiyor. Bu yöndeki talebi dillendiren
sadece halk değil... Jokowi’nin önlenemez -veya kimi gözlemcilere göre dizayn
edilen- yükselişi ana akım siyasi partilerin de ‘iştahını’ kabartıyor.
Seçim anketlerinde kökleşmiş parti liderlerini geride bırakan Jokowi’yi
kimi partiler Başkan adayları olarak göstermeye hazırlanırken, kimileri de
Başkan Yardımcılığına aday göstermekle onun sayesinde Başkanlık yarışını
‘kotarmak’ istiyor. Bunların başında da Endonezya Mücadeleci Demokrat Parti
(PDI-P) ile “Büyük Endonezya Hareketi Partisi” (Gerindra) bulunuyor. PDI-P
Genel Başkanı Megawati Soukarnoputri’nin seçilme şansı bulunmadığından parti
başkan adayı olarak Jokowi’yi düşünüyor. Jokowi’nin gündeme gelmesinden önce,
kimi çevrelerce ‘Devlet Başkanlığı’ neredeyse garanti görülen Gerindra Başkanı
eski General Prabovo, Başkanlığı Jokowi’ye kaptırmaktansa onunla seçim ittifakı
yapıp seçime birlikte girmeyi ciddi ciddi düşünüyor. Endonezya siyasetinden
bahsedildiğinde elbette ki, Açe’yi dikkatlere sunmak gerekir. 2005’den bu yana,
ülke siyasal yaşamında yeniliklere imza atılmasında ‘baş aktör’ konumunda olmuş
bir Eyalet’in özerklik yapısı, yerel siyasi mekanizmaların nasıl işletileceğini
ülkeye öğretmeye devam ediyor.
Tayland’da geleneksel iktidar odakları ile bu yapıya alternatif ve geniş
halk kesimlerini siyaset arenasına taşınmasını sağlayan “Taksinizm” adı
verilebilecek idelojinin mücadelesine sahne oldu ve olmaya devam ediyor.
İktidarda olan ve Taksinizmi temsil eden yapı ile muhalefet rolünü üstlenmiş
olan Demokrat Parti özelindeki kurulu yapının farklı renkleri neredeyse
gelenekselleşmiş denilebilecek rengi faşizme çalan siyaset yapma biçimini
giderek güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Tıpkı 2006 yılındaki seçimlerin
akabinde başgösteren ‘sivil görünümlü’ çıkışta olduğu gibi ordunun açıktan
desteğini bekleme süreci devam ederken, iktidar mevcut siyaset arenasının
kuralları üzerinden gelişmeleri yönlendirmeye çalışıyor. Ancak burada sorun,
tıpkı dün olduğu gibi bugün de geniş kamu kesimlerinin, yani kırsaldaki
kitleler ile şehirdeki dar gelirli ve yeni orta sınıflaşma eğilimi gösteren
yapıların ülke siyasetine yön verme eğilimlerine set çekme girişimi söz konusu.
Bu tip siyasi kriz dönemlerinde demokratik olmayan bir yönelim de olsa, anahtar
rol oynayarak ‘krizi’ sonlandıran ordu henüz tavrını net bir şekilde ortaya
koymuş değil. Ordunun bu bekleme süreci kuşkusuz ki, hasta yatağındaki Kral’ın
karar sürecine dahil olup olmamasıyla da ilintili. Bangkok merkezli iktidar
mücadelesinin ülkenin güneyindeki Patani Malay bölgesindeki savaşı sona
erdirecek barış görüşmelerine nasıl yansıyacağı ise gözden kaçırılmamalı. Bu
bölge sadece Tayland için değil, kapı komşusu Malezya’nın güvenliği için de
önem arz ediyor. Malezya’nın barış görüşmelerinde aracı rolü oynamasının
nedenlerinden biri de bu olsa gerek.
Myanmar kapılarını dünyaya açarken, siyasi ve ekonomik açılımlarla tezat
teşkil edecek şekilde Arakanlı Müslümanlara yönelik baskı ve şiddetle gündeme
gelmeye devam ediyor. Özellikle Batılı ülkelerin adına demokratik açılım
dedikleri yönelimleri Arakanlıların yaşadığı Rakin Eyaleti’nde tanık olmak
mümkün değil. Devlet Başkanı Thein Sein’in ve özgürlük kraliçesi Suu Kyi’nin
Batı başkentlerine yaptıkları ziyaretler ekonomik yatırımlar ve ödül törünleri
ile süslenirken, başta Arakanlılar olmak üzere ülkenin diğer Müslüman
azınlıklarına yönelik şiddet olaylarını engelleyeme matuf siyasi ve güvenlik
tedbirlerinin alınmamış olması manidar. Aslında ülkedeki sorunu sadece Müslüman
azınlıklar noktasında görmemek gerektiğini de samimi bir şekilde dile getirmek
gerekir. Haklar noktasında ülkenin etnik çoğunluğu oluşturan Burmalıların
siyasi hakimiyetinin bir tür Burma-Budist faşizmine evrilmesi karşısında zarar
görenler özellikle sınır boylarında yaşam süren azınlıkları da kapsıyor. Bu
bağlamda, ülkedeki ‘haklar sorununa’ topyekün bakılmasında fayda var. Bununla
birlikte, onyıllar boyunca özellikle Arakanlı Müslümanların mücadele ruhunu
yitirmiş olmaları en çok ‘insan hakkı kaybına’ onların maruz kaldığı gibi bir
sonuca bizi ulaştırıyor. Öyle ki, 2012 yılı Haziran ayından itibaren baş
gösteren saldırılar sonucu yerleşim yerlerinden sürülen Arakanlılar hâlâ derme
çatma barakalarda yaşam sürmeye devam ederken, mal ve can güvenlikleri olmaması
nedeniyle ne iş yerlerine ne de okullara gidebiliyorlar. Kaldı ki, başta Eyalet
Başkenti Sittwe olmak üzere ana yerleşim yerlerinde Arakanlılara rastlamak güç.
Giderek Bangladeş sınırı ile okyanus arasına sıkıştırılan Arakanlılara
alternatif olarak bırakılan ise ‘denizde hayat bulmak’ oluyor. Aradan geçen
süreçte bu insanların kaçış umutlarını bir tür sömürüye dönüştüren insan
kaçakçılarının varlığı Myanmar-Tayland-Malezya üçgeninde ortaya çıkmaya
başladı.
Bölgenin tek Hıristiyan çoğunluğunu oluşturan ülkesi Filipinler’de siyaset
akraba bağlarına endekslenmiş bir görünüm arz ediyor. Sadece merkez yönetimi
değil, eyaletlerde valilik ve belediye başkanlıkları dahi bir tür feodal
ilişkilerle örülü. Bu yapılaşma merkezi yönetimin sağlıklı işlerliğine engel
teşkil ettiği gibi, ülkenin önemli sosyal problemlerinden olan yoksullukla
mücadele konusunda da kayda değer başarılara imza atılmasına engel olan bir
unsur olarak ortaya çıkıyor. Bununla birlikte, Devlet Başkanı Benigno Aquino’nun
yapıcı liderliğinin son birkaç yıla damga vurduğunu ve bölgesel ve uluslararası
bir açılıma konu olduğunu söylemek mümkün. Bunun en önemli göstergelerinden
biri ülkenin güneyindeki Mindanao ve çevre adalardaki Moro Halkının
(Bangsamoro) barışla buluşması sürecine katkıtı. Kesin anlaşma metnine imzaya
daha süre olmakla birlikte tarafların ‘iyi niyetinin’ bugüne kadar devam etmesi
gelecek için ümit verici. Öyle ki, Eylül ayı başlarında önemli şehirlerden
Zamboanga’da birkaç yüz kişilik gerilla grubunun baskın girişiminin Barış
görüşmelerini tehlikeye atacağı ihtimaline rağmen, böyle bir gelişme olmadı.
Taraflar, Barış görüşmelerine ‘kayıpsız’ devam kararında birleşmeleri
önemliydi.
Son dönemdeki gelişmeler dikkate alındığında Güneyodoğu Asya bölgesi ve
Türkiye ilişkileri perspektifinde de değerlendirmek anlamlı olacaktır. Öyle ki,
son dönemde Hükümet’in gündeme getirdiği açılımlar dikkate alındığında, bu
coğrafyada ortaya çıkan gelişmelerin artık ‘bize uzak’ olduğunu düşünmek mümkün
değil. Bu girişimler, hiç kuşku yok ki, bugüne kadar ‘çok uzak’ denilen bu
coğrafyaya, artık her boyutu ile dikkatlice plânlanmış sosyo-ekonomik ve
politik yaklaşımları güncelleyerek hayata geçirilmesini zorunlu kılıyor.
2004 yılında yaşanan tsunami sonrasında Açe’deki şu veya bu bağlamdaki
etkileşimlerden başlayarak bir dizi gelişmeyi takip etmek mümkün. Bunlar
arasında, Türkiye’nin 2011 yılında ASEAN’a akredite büyükelçi ataması, gözlemci
sıfatıyla da olsa Mindanao Barış sürecine müdahil olması, Malezya ve Endonezya
ile D-8 ‘birlikteliğinin’ ardından G-20 bünyesinde de ortak bir zeminde
buluşmaları, 2012 yılı ortalarında Myanmar’da Arakanlı Müslümanlara yönelik
baskı ve zülumler karşısında tepki gösterilmesi, Yurtdışı Türkler ve Akraba
Topluluklar vasıtasıyla Türkiye Devleti Bursları’nın bölge ülkelerinde
yaygınlaştırılmaya başlanması, Yunus-Emre Kurumu’nun bölgede ofis açma
çabaları, bazı üniversite öğretim görevlilerinin bireysel gayretleriyle
özellikle Malezya yüksek öğretim kurumlarıyla gerçekleştirilen ünivirsetelerarası
işbirlikleri çabaları vb. Türkiye’nin bir siyasi bütün olarak bölgede kendine
yer açmakta olduğunun işaretleri olarak okunabilir.
Yukarıda bahsi geçen süreçler ve bu süreçlerle ilintili yatay gelişmeler
dikkate alındığında önümüzdeki dönemin Türkiye için kaçınılmaz bir önemde
olduğuna kuşku yok. Tabii bu noktada Güneydoğu Asya’yı ‘yeniden keşfediyoruz’
diyemeyeceğimiz, ancak özellikle Malay dünyası noktasında unutulmaya terk
edilmişlikle açıklayabileceğimiz bir geçmişten bahsetmek mümkün. Bu noktada
aslında tarihi açılımını Açe ile gerçekleştirdiği dikkate alındığında, bu
sürecin 20. yüzyıldaki devamının 1985-88 yıllarında Türkiye’nin Endonezya
Büyükelçisi Metin İnegöllüoğlu’nun Açe ziyaretinin ve bu ziyaretin akabinde
kaleme aldığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitaplarıyla ortaya koyduğu çabanın
devam ettirilememiş ve bugün dahi gereğinin yerine getirilememiş olması üzüntü
verici... Bölgede gerçekleştirilen ve kendi çapında bir başka örneğini bulmak
en azından bugüne kadar mümkün olmayan bu ziyaretin önemi ve bağlamı atlanılmış
gibi... Kimi çevrelerin öne çıkarak
yapıldığını öne sürebileceği girişimlerin ise ‘göstermelik’ ve ‘hedef
saptırmadan’ ibaret olduğunu her haliyle ortaya koymak da mümkün. Açıkça ifade
etmek gerekirse bu ‘göstermelik’ ve ‘hedef saptırmacılıkla’ malul bu girişimlerin
üzerine gitmeden yeni açılımların sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi de pek
mümkün gözükmüyor.
Akabinde 1996 yılında başlatılan D-8 birlikteliğinin akameti herkesin
malumu... Ancak bölgesel ve küresel dengeler ve gelişmeler çerçevesinde D-8’in
yeni bir formatta belki de yeni üye ülkelerle varlığına yeniden hayatiyet
kazandırmak mümkün. ASEAN sadece ekonomik vechesiyle ele alınamayacak kadar
önemli bir coğrafya. Bu gerçeğin üzerinde ciddi şekilde durmakta fayda var...