30 Ekim 2013 Çarşamba
Endonezya’da Jokowi Seçeneği / Jokowi as an Alternative Political Figure in Indonesia
Mehmet Özay 28
Ekim 2013
Endonezya’da seçim tarihi yaklaştıkça, potansiyel
başkan adayları konusunda yapılan kamuoyu araştırmaları da giderek sıklaşıyor.
Ancak adaylar konusunda siyaset arenasının köklü ve iddialı partilerine mensup
güçlü rakipler yerine kamuoyunda alternatif bir adayın adı öne çıkıyor ki, o da
Cakarta Valisi Joko Widodo ya da yaygın şekilde tanındığı adıyla Jokowi.
Jokowi’nin ülke siyaset gündemine damgasını vurması Cakarta Valilik seçimleri
öncesinde gündeme gelmişti ve yükselişi önlenemez bir şeklide devam ediyor. Bu
çerçevede, ülke genelinde, sürekli yolsuzluklarla birlikte anılan Eyalet ve
merkez yönetim yapılanmasının mağdur ettiği geniş halk kesimlerinin beş yılda
bir önlerine gelen seçim sandığına yansıtabildikleri tepkilerde bu dönem
Jokowi’nin adı gündemde.
Cava Adası’nın doğusunda Solo, tarihi adıyla
Surakarta Belediye Başkanlığı’nda sergilediği performans onu Valiliğe taşıyan
en önemli süreçti. Siyasal partilerin seçim öncesi popüler adaylara yönelik
transferlerinin belki de son dönemde görülen en önemli örneği Jokowi. Solo’dan
sadece ülkenin başkenti değil, Üçüncü Dünya denilen coğrafyanın sorunlarla
yüzen şehirlerinden Cakarta’nın yönetimine getirilmesi bağlamında gündeme
gelmesi de böyle oldu. Öyle ki, Jokowi’nin Solo’ya Belediye Başkanı olurken,
Megawati Sukarnoputri’nin başında olduğu Endonezya Demokratik Mücadale Partisi
(PDI-P)’nin Doğu Cava’da güçlü olması süreçte belirleyiciydi. Ancak Cakarta
gibi kozmopolit bir şehirde PDI-P’nin tek başına seçimlere katılmak yerine, o
dönem yıldızı parlayan eski general Prabowo Subianto’nun lideri olduğu Büyük
Endonezya Hareketi (Gerindra) ile ittifak kurarak Jakarta’da ses getiren bir
başarıya imza atmıştı.
‘Peki Jokowi üzerinden yapılmak istenen ne?’ diye
sorası geliyor insanın. Bu noktada akla ister istemez 1999 seçimlerinden
itibaren yüzü pek de gülmeyen ve giderek oy kaybedene Megawati’nin önce
partinin, özellikle seçmen nüfusunun yoğun olduğu Başkent’ten başlayarak oy
oranını artırma, ardından da kendisi olmasa bile, partinin çıkaracağı Başkan
adayının şansını artırmaktı. Bunun yansıması, Cakarta özelindeki politikaları
ve bu politikaların yavaş yavaş icraata dönüşmesiyle parlayan Jokowi’nin PDI-P
tarafından başkan yardımcılığı için adının geçmesinde görülüyor.
Benzer bir sürecin, özellikle de kamuoyu yoklamalarında
Jokowi adının Cakarta valilik seçimleri öncesine kadar popülaritesinin
alabildiğine yükseldiği Prabowo’nun önüne geçmesi şaşkınlığın yanı sıra, bir
başka siyasi kanalı harekete geçirdi. Şaşkınlıktı çünkü belediye başkanlığından
valiliğe uzanan serüvende ortaya sivil mi sivil bir siyasi figür çıkıyordu. Ve
bu figür general Başkanlar silsilesinin Prabowo üzerinden yenileneceği
izleniminin edin/dir/ildiği bir dönemde ortaya çıkıyordu. Kanaldan kasıt ise,
eski generalin, yani Prabowo’ya başkan yardımcılığında eşlenmesi istenen
Jokowi’nin adının öne çıkartılmasıydı.
Peki bu siyasi rollerde kim nereye oturuyor? Aslında
olan bitene Jokowi’nin şaşırdığı söylenemez. Genç yaşına rağmen, kendinden emin
duruşuyla ve Valiliğin ilk gününde başladığı performansda azalma olmamasından
hareketle kamuoyunun takdirini kazanması doğal. Burada doğal olmayan ise bu
sürecin hızlı işlemesi veya belli çevrelerce işletilmesi. Bunda belki de
halkın, adına ‘reform’ denilen dönemin bir türlü arzu edilen siyasi ve
toplumsal istikrara yol açmamış olmasından kaynaklanan güven eksikliğinde
yatıyor. Halkta nükseden bu ‘sabırsızlık’, kimi zaman ‘Suharto dönemine özlem’
şeklinde yansıyan karamsarlığa alternatif, Jokowi ile birlikte, bir ‘Endonezya
Obaması’ keşfini ortaya çıkararak, genç, sivil ve halktan birine beslenen
umutla sembolleşiyor.
Burada modern Endonezya siyasetinde olağandışı olan
ise, Solo’daki başarıları bir yana, Cakarta’daki görevinde henüz bir yılını
yeni doldurmuş bir Vali’nin tüm iyi niyet ve gelecek projeksiyonuna rağmen,
şehir halkının yaşamını kolaylaştıracak, bu devasa şehre medeni bir görünüm
kazandıracak ve gerekli tüm alt yapı hizmetlerini sunacak yapının hasıl
olmamasına rağmen, adının başkan adayları arasında en sıraya çıkması. Bu
noktaya ulaşmasını aradan geçen süre zarfında beklemek elbette haksızlık olur.
Ancak Jokowi’nin doğru yolda gittiğine dair ipuçları arasında başkent
çevresindeki barajların onarılması, başkent caddelerini baştan başa kaplayan
envai türden satıcıların yerleşkelerine çeki düzen verme adına işe Tanah
Abang’dan başlaması, fakirlere yönelik ücretsiz muayene hizmetini başlatmasıni
vb. zikredebiliriz. Şehrin önemli sorunlarından biri olan nehir boylarındaki
gecekonduların kaldırılması ise halkla buluştuğu noktayı gösteriyor. Düne
kadar, merkezi hükümetin her girişiminde halkın büyük tepkisini çeken böylesi
bir sosyo-coğrafi değişimde Jokowi bizzat bu bölgelerde yaşayan halkın ‘gönlünü
kazanarak’ icraatını yapıyor. Peki bu süreçte yapabilecekken geciken
icraatlarının gerçekleşmemesinin önündeki engeller nedir? Ülke gözlemcilerince
istisnasız bir şekilde ortaya koyduğu üzere, ‘yolsuzluğa endeksli’ bürokrasinin
varlığı başta geliyor. Yukarıda sayılan icraatları bir yana, özellikle en son
olgu, yani yolsuzluğa endemik bir kamu yönetimini aşması Jokowi için bir
sıçrama taşı olacak. Bu noktada yapması gereken daha çok iş var.
Halkın büyük maddi varlıkları ile öne çıkan adaylar
yerine, ülkenin başkentinde herkesin gözü önünde gündeme gelen icraatlarından
başka sermayesi olmayan Jokowi’ye yönelmesi, ülke siyasetinde yeni bir döneme
işaret ediyor. Bu hiç kuşku yok ki, Suharto’nun 1998’de iktidarını bırakmasının
ardından alternatif güçler olarak ortaya çıkan siyasi partilerin aradan geçen
sürede ülke siyasetine çözüm olma konusunda katkılarının da sorgulanması
anlamına geliyor. Bundan, sadece son iki dönemdir Devlet Başkanı çıkarmış
Demokrat Parti değil, adı İslamcı parti olsun ya da olmasın muhafazakâr
kesimlere hitap eden partilerle, liberal yaklaşımları hedefleyen sağcı partiler
de payını alıyor.
Şahsiyetinin ve bir kamu görevlisi olarak rolünün
kamuoyunda bulduğu olumlu yankı karşısında şımarmaması ve başkanlık veya başkan
yardımcılığı konusundaki basının yönelttiği tüm soruları spekülasyondan uzak
şekilde karşılık vermesi onun kendisine yönelik tüm yönlendirmelerden bağımsız
hareket edebilecek kabiliyette olduğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte,
siyasetin ‘profesyonelleri’ olan isimlerin kendi yanlarında ‘yardımcı’ olarak
adını anmaları, Jokowi gibi orta ve uzun vadede sadece Cakarta’ya değil, ülkeye
mal olacak hizmetlerini gerçekleştirmeden ülkenin geniş siyaset kulvarında yok
edilmesi ihtimalini akla getirmiyor değil.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=278518
26 Ekim 2013 Cumartesi
Kamboçya’da Halk Meydanlar’da / Cambodians in the streets
Mehmet
Özay 24
Ekim 2013
Kamboçya’da 28 Temmuz’da yapılan
seçim sonrası ortaya çıkan siyasi kriz sürüyor. İktidardaki Halk Partisi’nin
son on beş yılın en düşük siyasi kazanımını elde ettiği seçimlerde kimi
kuruluşların ifadesiyle seçmenlerin %13’ünün oy kullanamadığı belirlenmişti.
Seçimlerin ardından ise, muhalefeti oluşturan Kamboçya Ulusal Kurtuluş Partisi’nin düzenlediği gösteriler nedeniyle ülkede
halk
tabiri caizse ayakta…
Eylül ayında Başkent Phnom Penh’deki
Özgürlük Meydanı’nda yapılan gösterilerde can kaybı ve yaralanmalar yaşanırken,
23 Ekim Çarşamba günü, yani dün başkentte başlayan ve üç gün süreceği
belirtilen gösteriler öncesinde, binlerce güvenlik görevlisi şehrin kilit
noktalarına konuşlanırken, Emniyet Müdürlüğü sözcüsü göstericilere karşı ‘daha
temkinli’ olacaklarını açıkladı. Muhalefet ile ilgili kurumlar arasında yapılan
toplantılarda gösterici sayısı, mekânı vb. gibi konularda net bir sonuç elde
edilemezken, muhalefet gösterileri gerçekleştirmekte kararlı. Eylül ayındaki
gösterilerde yaşananların ardından muhalefet lideri Sam Rainsy, bu
yeni gösterilerde ‘şiddet yanlısı tarafın kendileri olmayacağını’ kamuoyuyla
paylaşıyordu. Daha önceki yazılarımızda, polisin göstericilere şiddetle
karşılık vermesi halinde ülkede toplumsal kargaşanın yaşanabileceğine atıfta
bulunmuştuk. Hiç kuşku yok ki, İçişleri Bakanlığı kadar hükümet de konuya
hassayisetle yaklaşıyor. Polis, Özgürlük Meydanı’na çıkan yollarda barikatlar
kurarken, gösteriler dolayısıyla akşam altından itibaren sokağa çıkma yasağı
ilân edildiği belirtiliyor.
Bu seferki gösterilerde söylem yerel
boyuttan uluslararası boyuta taşınıyor. Muhalefetin toplanan iki milyon
dilekçeyi, Khmer Rejimini sona erdiren ve siyasi barışın ilk adımı olarak
gösterilen “Paris Anlaşması”na taraf olan ülkelerin büyükelçiliklerine ve
Birleşmiş Milletler ofisine vermesi bekleniyor. Anlaşma metnine göz attığımızda
birkaç ülkenin değil, tamı tamına 18 ülkenin olduğu görülüyor. Tahmin
edilebileceği üzere ASEAN’a üye ülkelerin tamamının yanı sıra, bugün ASEAN’la
siyasi ve ekonomik işbirlikleri yürüten ülkelerin olduğu görülüyor. Bu sürecin
öncesinde muhalefet lideri Sam Rainsy, yurt dışı gezisinde Birleşmiş
Milletler’in derhal ülkedeki duruma müdahil olması ve seçimlerle ilgili
yolsuzlukların araştırılması konusunda uluslararası bir komite kurulmasını
talep ediyordu.
Seçimlerin ardından muhalefet partisi,
seçimlere hile karıştırıldığı iddiasını sürdürmekle kalmıyor, konuyu
uluslararası arenaya taşıyor. Öte yandan, ülkenin manevi lideri konumundaki
Kral Norodom Sihamoni, iktidar ve muhalefet
arasındaki gerilimin daha fazla büyümeden liderler arasında yapılacak
görüşmelerle barışçıl bir şekilde sonuçlandırılması çağrısında bulunmuştu.
Kral’ın bu çağrısının ne kadar olumlu sonuç verdiği ise şüpheli. Aradan geçen
sürece ve özellikle de, 28 Eylül’de Parlamento’da muhalefetin katılmayı
reddettiği yemin töreninin yapılmasının ardından Hun Sen liderliğinde beş yıl boyunca
görev yapacak iktidarın görev süresi onaylanırken, mulafelet bu gelişmeyi
‘anayasal darbe’ olarak yorumluyordu. Üstüne üstlük Kral Parlamento’daki törene
katılmamakla birlikte, Hun Sen’in başında olduğu Halk Partisi’nden hükümeti
kurması çağrısında bulunması bu süreçte Kral’ın kimden ne tür bir ferâgat
istediği daha net ortaya çıkıyor.
Aslında ülke yakın tarihinde bu ilk
değil… Bu bağlamda, yakın geçmişte yaşanan bir
hadiseyi hatırlatmanın yeridir. Ülkede ilk demokratik seçim olarak tarihe geçen
ve Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirilen 1993 seçimlerini Prens Norodom
Ranariddh’in partisi birinci sırada bitirmiş. Hun Sen’in partisi ise ikinci
sırada yer almıştı. Ancak Hun Sen, siyasi ittifakları ve özellikle ordu gücünü
bir baskı aracı olarak kullanarak “iktidar paylaşımı” mücadelesinden zaferle
çıkmıştı. Bu gelişmenin ardında kuşkusuz ki, dönemin Kralı Sihanouk’un
seçimleri kazanan “Funcinpec Partisi”nin başında bulunan ve Başbakanlığı hak
eden oğlu Prens Ranariddh’den ‘iktidarı paylaşması’ yolundaki ‘telkini’
önemliydi. Burada akla Kral’ın bundan
muradı neydi sorusu geliyor haklı olarak. Manevi babası konumundaki Kral,
siyasal yaşamda nükseden bu gelişmeni ülkede ‘yeniden’ bir iç savaşa
dönüşmesindense, “istikrarın” öncelenmesini “toplumsal adaleti” daha sonra elde
edilebileceği yönündeki yaklaşımından kaynaklanıyordu. Bugün bu sürecin bir
benzerinin yaşandığını söyleyebilir miyiz? Eylül ayında yapılan
Parlamento Yemin Töreni yapıldığına ve Kral sessiz kaldığına göre cevabımız
evet olabilir. Parlamento’yu açma gücünü kendinde bulan Hun Sen’in önemli
dayanaklarından birinin ordu ve polis üzerindeki kontrolü olmadığını kim iddia
edebilir. Ancak bu sefer halk meydanlarda… Başbakan Hun Sen, bu Kral onayına
rağmen, rahat bir şekilde koltuğunda oturabilecek mi?
Kaldı ki, Monarşi ailesine mensup Prens
Sisowath Thomico muhalefet partisi içerisinde aktif rol aldığı gibi, seçimlerde
yaşanan usulsüzlükleri ve de Başbakan Hun Sen’i protesto amacıyla açlık grevine
bile gitti. Kamboçya’daki bu seçim isyanının ardında otuz yıla varan Hun Sen
iktidarının yanı sıra, Başbakan’ın daha birkaç on yıl daha iktidarda kalma
hevesini kamuoyuyla paylaşmış olmasını da unutmamak lazım. Bölge ülkelerindeki
iktidar partileri veya Başbakanlar bağlamında bakıldığında pek kanıksanacak bir
durum olmasa da, değişen siyasi ve toplumsal koşullar nedeniyle Kamboçya halkı
siyasi farklılığın peşinde olduğunu ortaya koyuyor. Halkın en azından bir
bölümünün seçimlerden neredeyse üç aya yakın bir sürenin geçmesine rağmen,
halen ‘seçim usulsüzlüklerinin’ giderilmesi konusunda ısrarı ve konuyu gündemde
tutması ülke genelindeki memnuniyetsizliğin yansımalarından biri olarak
okunabilir.
Ülke içerisinde süren bu iktidar
mücadelesinin iç dinamikleri dışında dış dinamikleri ve aktörlerinden de söz
edilebilir. Bu bağlamda, Batılı unsurların ASEAN ve APEC çerçevesinde giderek
daha çok dikkat çektiği gözlemlenen bölge ülkelerinde ekonomik ve ticari
gelişmişlik öngörülürken, halklar tıpkı Batıdaki ‘özgürlükleri’ kendi gündelik
yaşamlarına yansıması arzusundalar. Bunun itici gücü, ülkenin son birkaç on
yılda Batı’da eğitim görmüş orta sınıf aydınları ile bunların Batılı
etkileşimlerinin ülke gündeminde belirleyici olabilecekleri düşünülebilir.
Tabii bu noktada, ülke ekonomisi diğer çevre ülkelere kıyasla geri kalmışlıkla
tanımlansa da, ülkenin dünü ve bugünü arasında bir değerlendirmeye gidildiğinde
ortada fark olmadığı söylenemez. Bu sürecin, bölge ve batılı ülkelerin
yatırımlarıyla daha da yapısal güç kazanmaya başladığı göz önüne alındığında,
burada ekonomik kazanımların kimler elinde toplandığı da üzerinde durulmayı hak
ediyor. Siyasi elitin aile bağlarıyla ülkenin kilit ekonomi arterlerini elinde
tuttuğu gizli saklı bir husus olmadığından, özellikle ASEAN ekonomik
işbirliğine doğru gidilen süreçte ekonomik zenginliğin halkla ne kadar
paylaşılıp paylaşılmayacağı meselesi de gündemin önemli maddelerinden.
sosyal sistemleri içerisinde debaşta
ekonomik olmak üzere şu veya bu şekilde sosyal gelişmişlik düzeyini artırmayı
hedefleyen kapsamlı programların
Gösterilerin
devam ettiği süreçte, muhalefetin hükümete yönelik eleştirilerini seçim
komisyonu üzerinden yapması birkaç ay sonunda karşılığını bulmuş olmalı ki,
hükümet kanadı Seçim Komisyonu’nun ‘demokratikleştirilmesi’ yolunda adımlar
atmaya hazırlanıyor. Bu çerçevede ülke siyasal yaşamına ‘çoğulcu liberal
demokrasi’, ‘yasaların hakimiyeti’ vb. gibi kavramların da giderek daha sık bir
şekilde kullanılmaya başlanacağı anlamına geliyor. Gerçi “Paris Anlaşması”nda
(1991) ‘çoğulcu liberal demokrasi’ye atıf olsa da, aradan geçen süreçte pek de
işlerlik kazandırılmadığı görülüyor. İktidar ve muhalefet arasında Eylül ayında
yapılan kimi görüşmelerin ardından seçimlerin ‘adil’ bir şekilde
gerçekleştirilmesi için yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu sonucu çıkmıştı.
Nihayetinde bu yıl sonunda yapılması plânlanan kapsamlı görüşmelere davetler
yapılmaya başlandı bile. Bu gelişmede ülke içi iktidar-muhalefet etkileşiminin
olduğunu düşünülse de bununla sınırlı olmadığı da bir gerçek. Çünkü hükümetin
‘demokratikleştirme’ sürecine davet ettiği oluşumlar arasında sadece ulusal
kurumlar değil, uluslararası siyasi organizasyonlar da yer alıyor. Özellikle
Fransa sömürgesi olması dolayısıyla bugün dahi Fransa’nın ülke siyaseti
üzerinde şu veya bu şekilde müdahalesinden söz etmek mümkün. Öyle ki, Khmer
Rejimi’nin sona erdirilmesi süreci de nihayetinde Paris’te yapılan
müzakerelerle hayat bulmuştu.
Hükümetin
bu son adımının, bitmek bilmeyen eleştiriler ve gösterilere bir yanıt olduğu
kesin. Bölgedeki benzer örnekleri ve de iktidar kanadının muhalefetin ‘bağımsız
bir araştırma komisyonu kurulması’ talebine olumsuz yanıt verdiği dikkate
alındığında hükümetin bu son önerisinin zaman kazanma adına paylatif bir sürece
yöneldiği şeklinde de yorumlamak mümkün. Ülkenin son otuzyılına damgasını
vurmuş iktidar yapısının değişmesi yönünde Batılı kurumların bir girişimi söz
konusu olduğu gibi, ülkede yatırımları ile dikkat çeken örneğin Çin ve Güney
Kore gibi kimi bölge ülkelerinin bu statükodan vazgeçmeme adına iktidara destek
vermeleri de söz konusu.
Hun Sen Hükümeti kurmasına rağmen,
Kral’ın çekinceleri, muhalefet partisi’nin parlamentoda yer almayı reddetmesi,
halkın gösterilere iştiraki gibi gelişmeler Başbakan’ın siyasi meşruiyetinin
sorgulanmasına yol açıyor. İktidar partisi, bölgedeki örneğin Tayland gibi kimi
ülkelerde muhalefet karşısında gösteri yapma kabiliyeti gösterirken Hun Sen
kendisine sadece ordu ve polis gücünün varlığını dayanak noktası yapıyor. Kaldı
ki, bağımsızlıktan ve Khmer Rejiminin sona erdirilmesinden sonra ülke
uluslararası çevrelerin şu veya bu şekilde müdahalelerine açık hale geldiği de
kesin. Bu çok aktörlü siyasi çatışmada son noktanın öyle pek de yakın gelecekte
konulacağına dair ibareler de henüz belirmiş değil.
Bengaldeş Modern Tarihiyle Yüzleşiyor (mu)? / Bangladesh Facing Its Modern History?
Mehmet Özay 3 Ekim 2013
Bengaldeş Halk
Cumhuriyeti, 24 Aralık 2014 tarihinde seçime gidiyor. Ülke seçim yasalarına
göre beş yıllık sürenin dolmasına az bir süre ülkede siyaset kazanı kaynamaya
çoktan başladı bile. Seçimlerin iktidardaki Halkın Partisi (Awami League) ile
Bengaldeş Ulusal Partisi (BNU arasında geçeceği kesin. Bu iki partide dikkat
çeken husus kadın liderleri yani Sheikh Hasina Wazed ile Begum Khaleda Zia’nın
son yirmi yılda ülke siyasetinde iktidara oynayan rakip olması. Halk Partisi
350 üyeli parlamentoda 262 milletvekiline sahip olmasıyla önemli bir gücü
temsil ettiğine kuşku yok. BNU ise 18 partinin koalisyonundan oluşan ‘çatma’
bir parti… Muhalefetin bir diğer ismi ise Bengaldeş İslam Cemaati
(Jamaat-e-Islami, BJI). Seçim süreçlerinde BNU ile BJI’nin koalisyon ortaklığı
yaptığı biliniyor. Bu arada yeri gelmişken ifade edelim, Başbakan Hasina’nın
isminin başında yer alan ‘Sheikh’ kelimesi, Başbakan’ın ilmine, irfanına matuf
bir ibare değil. Sadece mensubu olduğu ‘kabilenin’ adı…
Genel Seçimler
öncesinde ülke gündeminde yer alan gelişmeler üzerinde durulmaya değer. Son
dönemde ülke gündemini işgal eden iki konu var. İlki işçi hakları, ikincisi de
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin icraatları… Önce ilk soruna bir
bakalım… İşçi hakları çerçevesindeki konu ulusal bir konu olarak gözükse de,
aslında yüzbinlerce işçinin ulusarışı dev şirketlere çalıştığı dikkate
alındığında küresel bir boyutu olduğuna kuşku yok. Ülkenin ucuz iş gücü
nedeniyle Batılı tekstil firmalarının önemli yatırımlarına konu olması bir
anlamda ülke halkına ekonomik ve sosyal girdiler bağlamında pozitif bir etki
olarak düşünülse de, iş yaşamını konu olan yasaların insan şeref ve haysiyetini
dikkate alacak şekilde yapılandırılmamış olması önemli bir handikap olarak
gözüküyor. Özellikle dünyanın ikinci en büyük tekstil ihraçatçı ülkesi
konumunda oluşunda da ortaya çıktığı üzere, ulusaşırı şirketler için “ucuz emek
cenneti” olan Bengaldeş’de ne anayasa ve kamu kurumları ne de STK’ların geniş
bir kesimi içine alan çalışanların haklarını koruma konusunda tatminkâr
çalışmaların hayata geçirildiğine tanık olunuyor. Bu nedenledir ki, sağlıksız
koşullarda ve mekânlarda çalışmak zorunda kalan sayıları binleri bulan işçinin
yakın geçmişte göçen binaların altında can vermesi sadece ulusal düzeyde değil,
uluslararası arenada ses getirse de, pratikte bir yansımasını görmek en azından
şimdilik çok zor. Daha geçenlerde, kadını, kızı genciyle onbinlerce tekstil
işçisi maaşlarının asgari 100 Dolar’a yükseltilmesi amacıyla gösteri üstüne
gösteri yaparken, ülke yönetiminden sorumlu azınlığın yapabildiği tek şey
kulaklarını tıkayıp polis ve orduyu göreve çağırmak oluyor.
İkinci sorun
ise, ülke iç siyaseti ile sınırlı kalmayıp, bölgesel ve küresel gelişmelerden
ari tutulamayacak bir özellik taşıyor. Bu çerçevede, söz kosusu bu sorunu
ülkenin modern dönemine dair bir hesaplaşma olarak okumak da mümkün. Sorunun
odağında, 1971 yılında, yani bundan tam 42 yıl önce kazanılan bağımsızlık
sürecinde Pakistan’la işbirliği yaptığı ileri sürülen İslamcı liderlerden
bazılarının ‘ölüm cezası’ veya ‘ömür boyu hapis’ cezalarına çarptırılması bulunuyor.
Mevcut hükümetin 2009 yılında Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni faaliyete
geçirmek suretiyle başlattığı “soykırım” davasında hedefte bağımsızlık
öncesinde Pakistan’la birleşme yönünde çaba sarf eden çevreleri hedef alıyor.
Bu hesaplaşma hiç kuşku yok ki, 24 Ocak 2014’de yapılacak seçimler öncesinde
muhalefete yönelik bir ‘kırma’ operasyonunun parçası olarak yorumlanıyor.
Yazının bir
yerinde dile getirdiğimiz üzere, Devlet Başkanı’nın ülke demokrasisinin
gelişmişliğine(!) yaptığı atfa binaen ifade edecek olursak, yaklaşan seçimler
öncesinde ülkede bir ‘demokrasi şöleni’ göremiyoruz maalesef. Aksine,
seçimlerin ve de iktidar kavgasının rejimin varlığı/yokluğu mesabesinde
işlerlik kazandırıldığına tanık olunuyor. Sheikh Hasina Wazed liderliğindeki iktidardaki Halk Birliği
Partisi, İslamcı muhalefete yönelik kampanyasını 42 yıl öncesi bağımsızlığa
giden süreçte yaşananlar üzerinden yürütüyor. Öyle ki, bu eleştirilerden eski
Devlet Başkanı Ziaur Rahman’da payını alıyor. İktidarın önde gelen isimleri,
Ziaur Rahman döneminde savaş suçlularına haklarını iade edildiğini ileri
sürerek gelişmelerden bir şekilde eski Devlet Başkanı’nı da sorumlu tutuyor. Bu
sürecin son ayağında Başkent Dhaka’da kurulan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde
yargılanan Bengaldeş Ulusal Partisi (BNP)’nin önemli isimlerinden ve de
Pakistan Müslümanlar Birliği Başkanı Fazlul Quader Chowdhury’nin oğlu
Salahudddin Quader Chowdhury de bulunuyor. Salahuddin Quader, 1971 yılında
Hindu azınlık grubu, Halk Partisi ve Bağımsızlık yanlısı gruplara yönelik
şiddet eylemlerinden sorumlu tutularak ahkkında yetmiş yıla varan mahkumiyet
kararı verildi. Kısa bir süre önce ise, aynı mahkeme Cemaat-i İslami’nin
eski liderlerinden Ghulam Azam 90 yıl,
ve Delwar Hossain Sayedee ise ölüm cezasına çarptırılmıştı. Bu kararlar şu anda
temyiz sürecinde.
Ülkede
muhalefete yönelik yıkım girişiminin dayanak noktasını ise Halk Partisi Genel
Sekreteri Mahabub-ul-Alam Hanif tarafından açıkça belirtildiği üzere “yasalar
gereği”. Mevcut yasaların bağımsızlık öncesi ve sonrasında hangi aktörlerce
kaleme alındığı konusu ve onyıllar içerisinde yaşanan toplumsal ve küresel
değişimler ışığında kanunlara yeni şekil verme süreçlerinin konuşulamaması işin
en tuhaf yanı. Hiç kuşku yok ki, Bengaldeş ve benzeri ülkelerde mevcut kanunlar
iktidarı ellerinde tutan seküler-milliyetçi çevrelerin mevcudiyetlerinin yegane
teminatı olan ‘mutlak’ gücün dinamosu işlevi görmekten öteye geçmiyor. Öyle ki,
Devlet Başkanı Abdul Hamid, ülkede yaşanan son gelişmelere değindiği bir
konuşmasında ülkenin, mevcut iktidarın 1971 Bağımsızlık ruhu yolunda adımlar
attığını ve bu anlamda gidişatın anayasa, demokrasi, sekülarizm ve sosyal
adalet gibi değerleri yüceltecek bir süreç olduğu mesajını vermekten
çekinmiyordu.
Üstüne üstlük,
sanki yoksullukla ve yolsuzluklarla, temel insan haklarından mahrum işçi
kesimlerinin, şehir ve çevrecilik sorunlarıyla yüz yüze kalan, ve halkının
yüzde 82’sine yakın bir bölümünün günde 2 dolardan daha az gelirle geçinme
uğraşı verdiği Bengaldeş değilmiş gibi, Devlet Başkanı ülkenin demokrasi, insan
hakları, yasaların üstünlüğü, kadınların çalışma yaşamında aktif katılımı vb.
konularda uluslararası çevrelerde dikkate alındığı bir ülke profile çizmesi
insane ancak “göz boyamacılığın bu kadarı olur” dedirte bilir ancak. Fırsatını
bulanın ülkeyi terk etme adına her şeye göze aldığı, Arakanlı göçmen
Müslümanlara dağıtılan uluslararası yardımlara dahi göz dikebilecek yoksulluk
ve yolsuzluklarla malul bir yönetim ve toplum üretmiş ülke yönetiminin
başındaki kişinin bu sözler sarf etmesi utanç vesilesi kabul edilmeli.
İslamcı
kimliğine mensup kişi ve gruplara yönelik yıkıcı kampanya karşısında seslerini
duyuracak bir platform bulmakta zorlanan kesimlerin kapısını çaldığı ye rise
Türkiye olduğunu yakın dönemde görmüştük. Türkiye’de kimi temaslarda bulunan
muhalefete mensup delegasyonun talepleri yankı bulmuş, ancak Türkiye’nin bu
bölgede ne kadar yapıcı ve değişime yön verici politikalar oluşturma kapasitesi
ve kabiliyetinde olduğu şüpheli. Çeşitli vesilelerle görüştüğümüz kimi
yetkililer Türkiye’nin başının bölge meseleleri nedeniyle zaten yeterince
‘kalabalık’ olduğu ve bu nedenle Güney Asya ne de Güneydoğu Asya’ya bakma
imkanı bulmakta zorlandığını ifade ediyorlardı. Tabii bunda anlaşılır bir yön
bulmak mümkün. Ancak anlaşılamayan husus Türkiye’nin bu bölgede birlikte
hareket edebileceği aktörleri bile henüz oluşturamamış olmasında yatıyor. Var
olan potansiyeller üzerinde çalışmalar yapmak yerine, belirsiz Türkiye’ye
nereye götüreceği meçhul ve de sıfırdan başlayan girişimlerin günün ve yakın
geleceğin sorunlarıyla yüz yüze gelmede ve de çözüm imkanı sunmada yeterli
olamayacağı gözlemcilerin ortak kanaati.
Bengaldeş’in,
aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi olması yaşanan tüm hak ve
haksızlıklar bağlamındaki gelişmelerin nasıl algılanması konusunda da kafa
yormayı gerektiriyor. Böylesi bir Teşkilat’a üye olmakla, ülkede bir şeylerin
değişebileceği, halkına ve çevre ülke toplumlarına bir ‘artı değer’
katabileceği gibi naif bir düşünce akla gelse de, gerçek maalesef öyle değil.
Kaldı ki, Bengaldeş’in bölgesel ve küresel güç dengeleri bağlamında hangi safta
yer aldığı konusunda görüşler dikkate alındığında Teşkilat içinde olup olmaması
ile Teşkilat’ın bu ülke üzerinde ne tür bir ‘soft’ güç kullanıp kullanmadığı
daha iyi anlaşılabilir. Hiç kuşku yok ki,
İslamcı muhalefete yönelik baskıların arkasında Hindistan güdümlü politikaların
hayata geçirilmesinin bir parçası olduğu da bölgeyi takip eden gözlemcilerin
dile getirdikleri bir husus.
21 Ekim 2013 Pazartesi
Malezya’da değişimin sinir uçları ya da statüko / Signals for a change or status quo
Mehmet Özay 21
Ekim 2013
Malezya’da
iktidardaki ‘Ulusal Cephe’nin büyük
ortağı Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO)’nda uzun süredir beklenen
parti lider kadrolarını belirleyecek seçim 19 Ekim Cumartesi günü yapıldı.
Necib bin Razak ve Muhyiddin Yasin genel başkan ve başkan yardımcılığına
yeniden seçildi. Parti başkan yardımcılığı için mevcut üç adaya karşı
alternatif adayların varlığıyla heyecanın dorukta olduğu yarış sonunda Necib ve
M. Yasin’in destek verdiği üç aday yeniden seçilme başarısı gösterdi. Alınan bu
sonuçlar, 5 Mayıs sonrasında önemli eleştirilere maruz kalan Başbakan Necib’i
rahatlatırken, parti içinde alternatif olarak adları zikredilen kesimin ise
umudunu bir sonraki seçime bıraktığı anlamı taşıyor.
Bu seçimler, bir
tür parti içi değişim, demokratikleşme söylemlerine konu olsa da, ‘alternatif’
adayların umutlarının gerçekleşmemesiyle ‘statüko’nun devamının habercisi oldu.
Parti içinde statükonun değişebileceğine örnek gösterilen aday Mukhriz
Mahathir, rakibi Hisamuddin Hussein’den 9 oy daha az oy alarak umudunu üç yıl
sonra yapılacak seçimlere bıraktı. 25 kişilik parti üst düzey kuruluna ise
aralarında iki kadın üyenin de olduğu on yeni aday seçildi. Partide başkan
yardımcıları en az iki dönem görev yaptıktan sonra partinin en üst düzeyi için
yarış hakkı kazanabiliyor.
UMNO Başkan ve
yardımcısının, 56 yıllık geleneğin ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda Başbakan
ve yardımcısı olması dolayısıyla salt bir siyasi parti içi seçim değildi.
Bundan öte, UMNO’daki bu seçim, ülkenin yakın geleceğinde ülke politikalarını
belirleyecek kadroların seçimi anlamına geliyordu. Bu nedenledir ki, seçimler
ulusal çapta ilgiye mazhar oldu. Bunda
elbette, Ulusal Cephe’nin diğer görece kayda değer iki ortağının seçimlerde
uğradığı hezimetin de payı olduğu düşünülebilir.
Peki bu seçimlerde
gündeme gelen ‘değişim’ kavramı neyi ifade ediyor? Aslında genel anlamıyla
ülkede özelde ise Parti’de değişimi istemeyen kimse yok gibi. Parti başkanlığına
ve dolayısıyla Başbakanlığa geldiği 2009 yılından bu yana değişim söylemini
gündeme taşıyan Necib bin Razak’ın hiç de kolay geçmeyeceği konusunda her
kesimin görüş birliğinde olduğu 2017 seçimleri öncesinde güç temerküzü anlamı
taşıyor. Bu noktada özellikle Dr. Mahathir Mohamad’in parti içinde değişime ve
gençlere ihtiyaç var söyleminin neye tekabül ettiği de önemli. Dr. Mahathir
halkın UMNO’da değişim istediğini, ancak parti lider kadrosunda değişim olmadan
nasıl bir değişim olabileceğini de sorguluyor.
Bu noktada
mevcut statükoyu temsil eden mevcut üst düzey yönetim ile örneğin ‘farklı’
olduğu söylenen Mukhriz Mahathir’in temsil ettiği kitle arasında nasıl bir
ayrım olduğunu geniş kamuoyunun pek de vakıf olduğu söylenemez. Bunda parti içi
demokrasi vb. söylemlere rağmen, adayların görüşlerini kamuoyu önünde tartışıp
partiye ve ülke politikalarına neler katabilecekleri konusunda görüş alış
verişi oluşturacak bir zeminin henüz olmadığı veya arzu edilen düzeyde olmadığı
dikkat çekiyor.
İlk etapta
Parti’nin 67 yıllık tarihinde lider kadrolarının seçilmesinde orta ve alt
düzeyde yetkili partililere ‘söz hakkı’ verilmesi anlamında bir ilk yaşandı.
Seçim prosedürlerine bakıldığında olan biteni “Parti içi demokrasi” kavramıyla
açıklamak mümkün. Bunda doğruluk payı yok değil… Ancak sadece bir siyasi parti
değil, ülke bağımsızlığı ve kuruluşunda rol almış bir siyasi hareket olarak
dikkat çeken böylesi oluşumlarda yatay değil, tam tersine hiyerarşik yani dikey
bir yapılanmanın kolay kolay ortadan kalkmayacağı da bir gerçek. Çünkü parti
lider kadrosu hükümette görev alırken, orta kadrolar da ülkenin önemli
kurumlarında üst düzey yönetimini teşkil ediyorlar. Dr. Mahathir, bu konuya
dolaylı olarak eğilerek geleneksel olarak UMNO’da delegeleri ‘liderin’ hedef
gösterdiği isimlere yöneldiklerini söyleyerek parti içinde stakükonun
korunmasına ‘açıklık’ getiriyordu. Kimi siyaset analizcileri de, parti içi
seçimlerin hükümetin Malay halkları (bumiputra) kapsayan önemli ekonomi
paketinin açıklanışından hemen sonra gerçekleşmesinin de kayda değer bir neden
olabileceği üzerinde duruyor.
Özellikle,
Malezya gibi etnik çoğunluk/etnik azınlık ikilemlerine sürekli maruz kalan bir
ülkede, kurucu siyasi iradenin salt seçmenler eline bırakılmayacak kadar gizli
sosyal sözleşmelere konu olduğunu unutmamak gerekir. Kaldı ki, UMNO gibi en
küçük idari birimler olan köylere kadar güçlü bir yapılanmaya sahip partinin
partinin değişik düzeylerindeki sorumluları belirleyecek seçimde aday belirleme
süreçlerinin de bir ‘disiplin’ içerisinde gerçekleştirdiği beklenir. Bu
bağlamda, seçimleri Başbakan ‘aile içi yarış’ olarak yorumlarken kimi
gözlemciler büyük ölçüde bir ‘müttefikler’ yarışından bahsediyor. Bu sürece
kısaca göz atalım…
Başkanlığın tek
adayı Necib bin Razak dahil tüm adaylar Malay seçmene hitap eden yani din, Malay
çıkarları vb. yanı sıra, Parti’nin gelecek seçimlerde kayda değer başarı
alacağı bağlamındaki mesajlarla kadrolara sesleniyorlardı. Bu söylem ülkede
siyasi partilerin etnik temel üzerine inşa edilmişliğine vurgu yapmasıyla
önemliydi. Öte yandan, bu siyasi yapılaşmanın ülkede tartışma götüren ulus
devletleşme süreciyle ilişkisi de araştırılmaya değer bir konu.
5 Mayıs
seçimlerinin ardından Başkan, yani Necib ve yardımcısı Muhyiddin Yasin lehine
başlatılan lobi işlevini gördü ve partinin üst düzey iki yöneticisi karşısında
rakip çıkmadı. Bu gelişmede, hiç kuşku yok ki parti lider kadrosunun seçimlerde
Malay oylarında artış sağlandığı konusundaki argümanı işlev görüyordu. Ancak,
üç başkan yardımcılığı için Necib’in desteklediği mevcut üç yardımcının, yani
Ahmad Zahid (İçişleri Bakanı), Mohamad Shafie Apdal (Kırsal ve Bölgesel
Kalkınma Bakanı) ve Hisamuddin Hussein (Savunma Bakanı)’ın yanı sıra, üç aday
genel başkan yardımcılığı koltuğu kapmak için yarıştı.
Kurulu yapının
dışında, seçimlere katılan adaylar arasında kuşkusuz ki en favori aday Mukhriz
Mahathir’di. Dr. Mahathir Mohamad’in oğlu ve Kedah Eyaleti Başbakanı olan
Mukhriz yenilikçi kanadın temsilcisi olarak dikkat çekiyordu. Seçimlerden hemen bir gün önce yaptığı basın
açıklamasında UMNO seçimlerinin sıradan bir parti seçimi değil, Başkan ve
Yardımcısının, aynı zamanda ülkenin Başbakanı ve Başbakan Yardımcısı
olacağından hareketle kamuoyu genelindeki görüşlerinin dikkate alınması
gerektiğine vurgu yapıyordu. Mukhriz, bu bağlamda 5 Mayıs sonuçlarına gönderme
yapıyor ve sonuçları beğinilsin ya da beğenilmesin geniş seçmen kitlelerinin
yaklaşımının da dikkate alınmasına atıf yapıyordu. Mukhriz bu seçimi kaybetse
de, gerek görüşleriyle gerekse Kedah Eyaleti’nde ortaya koyacağı icraatla
hükümete ve de kamuoyuna mesajlar vermeye devam edecek. Bu süreç, geleceğin
başkan adayları arasında adı zikredilen Mukhriz için büyük önem taşıyor.
Genel
seçimlerdeki zaafiyetten sonra ekonomi ve sosyal politikaları uygulamada sıkıntı
yaşayan Hükümet şimdi aldığı ‘parti içi destekle’ bu politikaları birer birer
yerine getirmeye başlayacak. Başbakan Necib dün yaptığı açıklamada buna vurgu
yapıyor ve artık tüm partililerin ülkeyi ekonomik anlamda tam gelişmiş seviyeye
çıkartmak için çalışmak olması gerektiğini söylüyordu.
UMNO parti
seçimleri büyük katılıma rağmen, sorunsuz atlatılması diğer partiler için de
bir örnek gösterilmeyi hak ediyor. Siyasi partilerin değişimi önce kendi
bünyelerinde tecrübe etmeleri, orta vadede ülkede katılımcı, şeffaf bir
sistemin güçlü bir şekilde yer etmesinde başat rol oynayacaktır.
17 Ekim 2013 Perşembe
Güneydoğu Asya ve küresel ilişkilerin normalleşmesi? / Southeast Asia and Normalization of Global Relations?
Mehmet Özay 17
Ekim 2013
After the world powers have already changed their
direction to Southeast Asia, the relevant issues have been subject to
discussions in often held meetings. Whereas member countries of ASEAN have been
preparing to accommodate for 2015 Economic Cooperation process, the US is
promptly initiating a new economic bloc which including some members of the
former one. The meetings conducted both in Bali Island of Indonesia and Bandar
Seri Banawan, the capital city of Brunei gave hopes for normalization of
relations among the leading power states…
Sadece Çin ve bölgedeki beş ülkenin kıta sahanlığına bağlı olarak gelişmekle kalmayan, Çin-ABD İlişkilerine de sıçrayan Güney Çin Denizi sorununda normalleşme süreci yaşanıyor. Özellikle geçenlerde Endonezya’nın Bali Adası’nda gerçekleştirilen 21. APEC Liderler toplantısı öncesinde ve sonrasında yaşananlar bölgede ilişkilerde yumuşama eğilimi olduğunu ortaya koyuyor.
APEC toplantısı
öncesindeki en önemli gelişme ABD ve Çin’in yönetimlerinin birbiri ardına bölge
ülkelerine yönelik ziyaret programlarıydı. Barack Obama’nın ziyaret programını
gerçekleşmemesi Güney Çin Denizi sorununun kapsamlı bir şekilde ele alınması ve
geleceğe matuf kayda değer yapılaşmanın sağlanması önündeki önemli bir
handikaptı. ABD yönetimi, Obama’nın yokluğunu Dışişleri Bakanı John Kerry ile
gidermeye çalışsa da, bölge ülkeleri nezdinde inandırıcılık sorununa yol
açtığını söyleyebiliriz.
Bununla
birlikte, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Malezya, Endonezya turları Çin’in
bölgedeki siyasi reflekslerini geliştirme olanağı tanımakla kalmadı, aynı
zamanda ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi noktasında da tarihi bir
dönüm noktasıydı. Bu ziyaret Jinping’in bir mülâkatta dile getirdiği üzere
uluslararası çevreler nezdinde geliştirilecek Asya-Pasifik bölgesinde güven
inşasının önemli araçlarından birini teşkil ediyordu. Bu bağlamda kimi
gözlemcilerin ifade ettiği üzere Çin, Deng Xiaoping ile başlattığı ekonomide
liberalizm politikalarının meyvesini almakla kalmıyor, Malezya ve Endonezya
gibi halkının çoğunluğunu Müslüman kitlelerin oluşturduğu ülke yönetimleriyle
‘benzer hedefler’ doğrultusunda buluşabiliyor. Bölge ülke yöneticilerinin
Obama’nın yokluğunda Güneydoğu Asya topraklarında sadece kültürel alanda nüfuz
etmekle kalmamış, aynı zamanda kadim koruyucu devleti hüviyetindeki Çin’le
ilişkileri geliştirme noktasında bir yarış içerisinde oldukları dikkat çekiyor.
Bunda hiç kuşku yok ki, dünya ekonomisine giderek ağırlığını koyan bir ülkenin
yanında yer almanın avantajlarını azamiye çıkarma türünden bir ekonomi
dürtüsünden bahsedilebilir.
Pasifik’in doğu
yakasında, yani Amerika’da sağlık reform çerçevesinde yürütülen bütçe
görüşmelerinde yaşanan tıkanıklık dünya piyasaları ve merkez bankaları üzerine
kara bulutların dolaşmasına yol açarken, Okyanus’un bu yakasında, Bali’de
gerçekleştirilen görüşmelerde bölgeden küresele yayılan bir tür umut ve heyecan
izlenimi ediniliyordu. Bali görüşmelerinin ana konusu Trans Pasifik İşbirliği
(TPPA)’nin detaylarıydı. Hayata geçirilmesi halinde küresel ekonominin %40’ını
kapsayacağı ileri sürülen TPPA’nın özellikle ABD yönetimince sonuçlandırılması
konusunda ‘ısrarcı’ bir çabının olduğu görülüyor. Bu noktada, kimi ülkelerin,
özellikle de Malezya’nın kimi çekincelerine rağmen, prensipte görüş
birliğine varılmış olması ve görüşmelere devam edilmesi kayda değerdi.
Malezya’nın çekinceleri arasında, özellikle devlet teşekküllerinin yeniden
yapılandırılması, entellektüel patent ve çevre düzenlemeleri gibi alanlar
bulunuyor. Söz konusu bu çekinceler Başbakan Necib’in “ulusal çıkarlarla”
çeliştiği yönündeki argümanı ve Malezya’nın TPPA’ya ‘bu şekliyle’ onay
vermeyeceği konusundaki kararlılığı gündeme damgasını vuruyordu. Bu bağlamda,
konunun ciddiyeti ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’i konuyu ilgili taraflarla
yüz yüze görüşmek amacıyla Kuala Lumpur’a getiren nedenlerden biriydi hiç kuşku
yok ki. Tam da burada, ABD’nin yıl sonunda sonuçlandırılması yönünde bir tür
empoze edici yaklaşımı, 2015 yılında ASEAN ekonomi topluluğunun hayata
geçirilmesi plânı karşısında kontra bir girişim olarak yorumlanabilir mi? Bu
konunun detaylarının, yakın gelecekte yapılacak görüşmelerde TPPA haritasının
ortaya konmasıyla netlike kazanacağını söyleyebiliriz.
Yukarıda
zikredilen ticari ve ekonomik işbirlikleri bağlamındaki görüşmelerin yanında
kayda değer bir konu da Güney Çin Denizi’nde devam eden anlaşmazlığın halline
yönelikti. Güney Çin Denizi’nde Çin, Filipinler, Tayvan, Malezya ve Vietnam
arasında kimi zaman restleşmelere varan ihtilaflı adalar sorununun ‘barışçıl’
bir yöntemle çözüme kavuşturulması konusundaki inisiyatifte önemli bir adımın
atılmış olmasıydı. Bu konuda ön görüşmelerin yapıldığı APEC toplantısının hemen
akabinde Brunei’de gerçekleştirilen 23. ASEAN Zirvesi’nin ana konusunu 2015
ASEAN Ekonomik İşbirliği’nin yanı sıra görüşmelerde Adalar krizi de
gündemdeydi.
Güney Çin
Denizi’nde tüm taraf ülkelerin uygulamaları hedeflenen kurallan bütünü (Code of
Conduct) ile ilgili ilk görüşmeler yapıldı. Çin Başbakanı Li Keqiang, ilgili
ülke yetkilileriyle Brunei’nin başkenti Bandar Seri Begawan’da yaptığı
görüşmelerde Çin’in, yıllık yaklaşık yüz bin kargo gemisi trafiğine konu olan
Güney Çin Denizi’nde güvenliğin tesisi konusunda yapıcı girişimlere katkıya
hazır olduğunu açıklıyordu. Bu bağlamda, Çin ve ASEAN arasında iyi niyet
anlaşması imzalanması konusundaki görüşü, yakın ve orta vadede yapılacak önemli
girişimler öncesinde ümitvar bir açılım olarak değerlendiriliyor. Bu
inisiyatif, özellikle son birkaç yıldır bölgede kimi zaman ilgili ülkeler
arasında gerginliğin artmasına yol açmakla kalmamış, aynı zamanda ABD’nin ASEAN
ve Japonya nezdinde askeri işbirlikleri anlaşmalarına varan boyutlarda
‘nüfuzuna’ neden olan süreçte yumuşama anlamı taşıyor.
14 Ekim 2013 Pazartesi
Malezya’da Demokrasi Temrinleri / Democracy Practices in Malaysia
Mehmet
Özay 14
Ekim 2013
A
historical change in political landscape of Malaysia… The political elites of
the United Malay National Organization (UMNO) wish precisely to conduct
leadership in internal party democracy to guide other political parties. In the
last 67 years of the history of UMNO it has been the first time the delegates
in low level to have gained right to choose the cadres. Though it is initiated
by the leadership of UMNO, no doubt that the opposition movement either in the
form of political party or in civil establishment in Malaysia have contributed
to this changing process in UMNO…
Malezya’da Kurban
Bayramı heyecanının yaşandığı bugünlerde Malezya Birleşik Malay Organizasyonu’nda
(UMNO) parti için demokrasi bayramı da yaşanıyor.
UMNO’nun başını çektiği
Ulusal Cephe koalisyonu Mayıs ayında yapılan seçimlerin ardından önemli bir iç
eleştiri yaşanmaya başlandığı zaman zaman dile getirmiştik. Seçim sonuçlarının
nihai kararı olan seçim kurulu istatistiklerine bakılarak, Ulusal Cephe koalisyonu,
iktidarı elde edecek çoğunluğu yakalamıştı. Bununla birlikte, siyasi
muhalefetin ülke siyasal yaşamında kayda değer bir etki yaptığı ve son iki
seçimdir giderek artan söylemi ile ülke gündeminde önemli bir yer işgal ettiği
de aşikâr. İktidarı elinde tutmakla birlikte, muhalefetin söylemi karşısında iktidar
ortakları da gerek kendi partileri içerisinde gerekse ülkeyi yönetme
edimlerinden yeniden yapılanmanın kaçınılmazlığını fark ettikleri ortada.
Bunun son
göstergelerinden biri, UMNO’da üç yılda bir yapılan parti içi seçimlerinde
yeniden yapılaşma oluşturuyor. Bu süreç, kadın ve gençlik kolları yeni
başkanlarının seçilmesi için 13 Ekim Cumartesi günü başladı. Başkan ve
yardımcılarının seçimleri ise önümüzdeki Cumartesi, yani 19 Ekim’de
gerçekleştirilecek. Hemen burada kadın kollarının yanı sıra, gençlik kollarının
‘erkek’ ve ‘kızlar’ şeklinde iki ayrı bağlamda temsil edildiğini belirtelim.
Parti lider
kadrolarının seçimlerinde yaşanan, en temel değişim bugüne kadar parti üst
kurullarınca yapılan seçimlerin tabana yayılması konusundaki girişim olduğuna
kuşku yok. Bunun en açık göstergesi, Cumartesi günü yaklaşık 250.000 parti
üyesinin, partinin ilçe, il gibi birimlerinde yeni kadroları belirlemek
amacıyla ‘sandık başına’ gitmesiydi. Bu seçimler parti birimlerinde gençler ve
kadınlar arasında heyecana ve hayli duygusallığa varan yaklaşımlara konu oldu. Parti
içi ‘demokrasi’ yarışında, kadın ve erkek gençlik kollarında başkan değişimi
yaşanmadı. Böylece eski bakanlardan Shahrizat Abdul Jalil ve mevcut hükümette
Gençlik ve Spor Bakanı Khairy Jamaluddin yeniden seçildi. Parti kollarındaki
seçimlerin büyük ölçüde sorunsuz atlatılması ve süreci değerlendiren Başbakan
Necip, UMNO’nun ülke demokrasisinin gelişmesinde ‘model’ olabildiğini böylece
kanıtladığını ileri sürdü.
Shahrizat Abdul Jalil
en önemli rakibi Maznah Mazlan, Khairy Jamaluddin ise Prof. Dr. Sanusi
Junaid’in oğlu Akhramsyah karşısında büyük bir başarı elde ettiler. Aile
Bakanlığı da yapmış olan Shahrizat’ın Başbakan Necib’e yakınlığı biliniyor.
Öyle ki, Shahrizat milletvekilliğini kaybetmesine rağmen, Başbakan tarafından
aileden sorumlu danışman olarak atandı. Khairy Jamaluddin ise eski
Başbakanlardan Abdullah Badawi’nin damadı… Aslen Açeli olan Prof. Sanusi
Junaid’in Dr. Mahathir’e yakınlığı dikkate alındığında ‘UMNO’ içi güçler
arasında bir bilek güreşinin varlığından söz edebiliriz. Aslında bu ‘bilek
güreşinin’ bir sonraki evresi 19 Ekim’de yaşanacak…
Bu bağlamda gözler UMNO
başkanı ve yardımcıları ve Merkez Yönetim Kurulu organlarının belirleneceği önümüzdeki
Cumartesi günü yapılacak seçimlerde. Bugüne
değin sadece üç bin üyenin oylarıyla belirlenen kurullar, Cumartesi günü
yaklaşık 150.000 parti üyesince belirlenecek. Peki bu süreç neyi ifade ediyor?
Altmış yedi yıllık geçmişi olan partide yaşanan bir ilk bu. Malay
milliyetçiliğinin kalesi konumundaki UMNO bağımsızlık öncesinden bugüne değin,
‘özenle’ belirlenmiş liderler eliyle bugüne kadar geldi. Ancak hem parti
içinden hem de dışından gelen eleştiriler nedeniyle bunun ‘böyle gitmeyeceği’
anlaşılmış gözüküyor.
UMNO Başkan ve Başkan
yardımcısının, aynı zamanda Başbakan ve Başbakan yardımcıları olduğu
hatırlandığında üst düzey bir heyecan olacağı varsayılabilir. Ancak ‘parti içi
demokrasi’de “şimdilik” başkana ve yardımcısına muhalefet edilmemesi
konusundaki ittifak varlığını koruyor. Bu çerçevede, Haziran ayı başlarından
itibaren Başbakan Necib’in önderliğindeki üst düzey UMNO siyasetçilerinin
‘lider’ ve ‘yardımcısı’nın değişmemesi yönündeki parti içi disiplini sağlamada
başarılı oldukları söylenebilir. Dr. Mahathir de alternatif başkan adaylarının
ortaya çıkması halinde partinin bölünebileceği uyarısında bulunarak bu sürece
önemli bir ‘katkıda’ bulunmuştu. Dolayısıyla Başbakan Necip ve yardımcısı
Muhyiddin Yasin yeniden UMNO’nun lideri olacaklar.
Ancak bu ikilinin
altında yer alan üç başkan yardımcılığı için bir tür mücadeleden söz etmek
mümkün. Bu sürecin en merak edilen yanı Dr. Mahathir Muhammed’in oğlu ve Kedah
Eyaleti Başbakanı Mukhriz Mahathir’in başkan yardımcılıklarından birine göz
dikmiş olması. Gözlemciler, bu durumu, sadece Mukhriz’in bireysel bir çıkışı
olarak değerlendirmek yerine, bizzat Dr. Mahathir’in partinin yakın gelecekteki
liderlik profiline ‘müdahalesi’ olarak dikkat çekiyorlar.
Ülkede siyasal yaşam
etnik çoğulculuk gerçeği üzerine kurulu. Toplamda azınlıklar ve Malay
Müslümanlar şeklinde bir sınıflandırmaya gidildiğinde arada pek de sanıldığı
gibi büyük bir nüfus farkının olmadığı biliniyor. Bu çerçevede uzun geçmişi boyunca
UMNO içerisinde sınırlı katılımcı lider ve yönetim kurulları seçim süreçlerinin
gerçekleştirilmesi anlaşılabilir. Ancak bugün gelinen noktada, ülke siyasal
yaşamını ‘demokratikleştirme’ konusunda ısrarla duran bir muhalefet ve sivil
toplum varlığı özellikle UMNO saflarında yakın geleceğe dair kaygıları da
beraberinde getiriyor.
Necib’in Başbakanlık
koltuğuna oturduğu 2009 yılından itibaren dillendirdiği ‘demokratikleşme’ ve
‘dönüşü’ (transformation) söylemlerinin reel politikada karşılığının olduğunu
zaman zaman dile getiriyoruz. Bu noktada, Başbakan Necib’in 1999’dan itibaren
başlayan güçlü bir muhalefet dalgası ve bunun 2008’deki sonuçlarını iyi okuduğu
iddia edilebilir. Bugün UMNO içerisinde kurul seçimlerine yüzbinlerce
partilinin iştirakiyle seçiliyor olmasını da geçen Mayıs ayındaki seçim
söylemleri ve sonuçlarında aramak hata olmayacaktır. Gençlik, açılım, şeffaflık
gibi kavramlarla gündeme damgasını vuran muhalefetin ülkenin ekonomik
kalkınmışlığı ve ‘halka’ yansımasından mütevellik mevcut iktidarı ‘onamayacağı’
ortaya çıktığına gore UMNO’nun elinde başka seçenek kalmıyordu. Bu bağlamda,
siyasi elit tarafından küresel gelişmelerin de ‘özenle’ değerlendirildiği ne
kuşku yok.
UMNO içerisinde seçim
sürecinin yeniden yapılandırılması olarak adlandırılabilecek bu süreç ve parti
içi seçimler, Başbakan Necib’in bir süredir dile getirdiği ‘transformation’
olgusunun partiye yansımasından başka bir şey değil. Bununla birlikte, çeşitli
düzeylerdeki partililerin örneğin Kedah Eyaleti Başbakanı Mukhriz Mahathir, Negeri
Sembilan Eyaleti Başbakanı Mohamad Hasan ‘daha’ demokratik açılım konusunda
görüşlerini gündeme getirdikleri de gözlemleniyordu. Bu gelişmeler üzerine
değerlendirmelerde bulunan gözlemciler, Malezya’nın tam kalkınmış ülke düzeyine
ulaşma hedefi olarak 1990’ların başında belirlediği 2020 Vizyonu’nun sadece
ekonomik açılımlarla olmayacağının da kanıtlanmış olduğunu ileri sürüyorlar.
11 Ekim 2013 Cuma
Dr. Mahathir’den Jeo-Stratejik Atak
Mehmet Özay 7 Ekim 2013
Dr. Mahathir
Başbakanlığı’nın son yıllarında gündeme getirdiği Kuzey Malezya Boru Hattı
projesini bu kez Çin Devlet Başkanı ile yüzyüze görüşme fırsatı buldu.
Dr. Mahathir Mohamad, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Malezya’ya yaptığı
resmi ziyarette önümüzdeki süreçte belki de üzerinde çokça konuşulacak bir
projeyi, yani Kuzey Malezya Petrol Boru Hattı inşasını gündeme getirdi. Gündeme
bomba gibi düşmesi gereken, ancak Malezya basınında ara sayfalarda verildiği
göz önünde bulunduralacak olursa, şimdilik pek de dikkat çekmediği anlaşılan bu
girişim Jinping’in ziyaretinin üçüncü günü gerçekleşen görüşmenin -dışarıya
yansıyan bağlamı ile söyleyecek olursak- ana konusu teşkil ediyordu. Dr.
Mahathir, Çinli misafiriyle Malezya-Çin ticaretteki belirgin dengesizliğin
nasıl giderilebileceğinden hareketle bu öneriyi gündeme getiriyordu. Yani,
Malezya’nın yatırımlarına karşın, Çin’in henüz Malezya’da arzu edilen
büyüklükte yatırımı olmaması karşısında Dr. Mahathir küllenmiş projesini
yeniden masaya koyuyordu. Oldukça rasyonel bir temellendirme. Ancak bu
‘önerinin’ bölgesel ve küresel etkilerini göz ardı edebilmek ne mümkün!
Ülke iç politikasını işgal eden ‘sıcak’ konular ve çevre ülkeleriyle kimi
dalaş ve bir miktarda barış konulu görüşmelerinin mevzu bahis olduğu dış
ilişkilerde bugüne kadar hiç de gündeme getirilmemiş, üzerinde durulmamış ve
tartışılmamış bir konuydu bu boru hattı projesi. Dr. Mahathir, hükümette resmi
bir görevi bulunmamakla birlikte, Malezya’nın sadece ekonomik kazanımlarının
değil, uluslararası ilişkilerinin de yeniden değerlendirilemesine neden olacak
güçlü bir argümanla Jinping’in karşısına çıktı. Eski ‘kurt’ Mahathir, yaklaşık
on yıl önce, yani ‘siyasetten emekliliğinden belki de aylar önce gündeme
getirdiği Kedah-Kelantan hattında inşa edilecek yaklaşık 300 kilometrelik Kuzey
Malezya Petrol Boru Hattı projesini ortaya atmıştı. Bugünse bu konuyu bir kez
daha gündeme taşıyarak Çin’in güler yüzyü Başkanı Jinping’le ikili görüşmesine
konu etti. Dr. Mahathir fikir babası olduği bu projeyle öyle böyle değil,
küresel alanda etkileri olacak bir jeo-stratejik ataktan bahsediyor.
Bu projenin rasyonalitesi nedir diye sorulacak olursa, Dr. Mahathir’in
cevabı dünyanın en işlek, en stratejik deniz yollarından biri hüviyetine sahip
ve dünya petrol ticaretinin yarısının aktarılmasına konu olan Malaka
Boğazı’ndaki deniz ticaretinin yoğunluğu, maliyetlerin artışı, iş günü kaybı,
çevre kirliliği(!) ve belki de bir ölçüde bölgede yüzyılların sorunu
‘korsanlık’ olacaktır. Ancak ‘kurt’ politikacının Malaka Boğazı’nı ‘by-pass’
edecek ve yukarıda zikrettiğim rasyonellere dayanan ve Malezya’yı ekonomik ve
stratejik ‘derinlik’ kazandıracak bu düşüncesinin Singapur’u bitirme plânı olmadığını kim iddia edebilir? Çin açısından meseleye
bakıldığında önce birtakım ideolojik çıkışlarla Hint-Çini’ndeki gelişmeleri
‘kaçırmayan’ ve ortaya çıkan ilk fırsatta söz konusu bölge ülkelerindeki yer
altı kaynaklarının işletilmesi ve alt yapı inşaatları konusunda neredeyse kayda
değer tek aktör konumuna yükselen Çin, bu sefer Malezya’dan gelen bu öneriyi
nasıl göz ardı edebilir? Bir süredir Myanmar’ı kamuflaja almış Çin’den
bahediyoruz. Bunun en önemli ayağını ise Arakanlı Müslümanların yaşadığı
coğrafya’dan başlayan dev liman ve boru hattı inşatı oluşturduğunu zaten
vurgulayageliyoruz. Çin’in, bunun bir benzerini, Malezya gibi ‘ılımlı İslam’
söylemini giderek daha ısrarla seslendiren bir ülkenin topraklarında gerçekleştirmekten
onu alıkoyacak bir güç var mı?
Bu nedenledir ki, bu projenin hayata geçirilmesi bölgesel ve küresel
dengeleri etkileme potansiyeli içeriyor. Nedin bu dengeler? Öncelikle Singapur,
ardından Ortadoğu petrolüne bağımlı Japonya ve Çin, bir bağlamda Endonezya.
İşin öte yanında Tayland ve de ülkenin güneyindeki ‘Patani’. Burada, söz konusu
bu hususlardan en azından bazılarına değinebiliriz.
Singapur üzerinden meseleye bakalım ve Singapur’un bu işin neresinde durduğunu
sorabiliriz. Bu çerçevede bir başka soruyla, yani ‘Singapur’u Singapur yapan
nedir?’ olduğu sorusuna cevap verebildiğimiz ölçüde bunu anlamak mümkün. Malay
dünyasının bağrındaki Güneydoğu Asya’nın ‘İsrail’i Singapur’un dünkü varlığı
başta bilimum baharat, çay, afyon, ipekli kumaşlar vb. ticaretine dayanıyor
idiyse, yirminci yüzyılın ortalarından itibaren de Ortadoğu-Güneydoğu ve Doğu
Asya arasında önceliğini petrol ticaretinin ve diğer emtianın değiş tokuşuna
konu olan deniz güzergâhının tam da ortasında yer almasına dayanmaktadır. Malaka
Boğazı deniz ticaretindeki bir kopma karşısında Singapur’un ekonomik
varsıllığına çok büyük darbe olacaktır.
Ancak Dr. Mahathir’in yukarıda zikredilen önerisi bu sanayi bölgesi
projesini alt edecek öneme sahip. Tabii petrol boru hattının Malezya
sınırlarında olmasını dikkate alırsak, Patani’ye etkisi sınırlı olacağı
düşünülebilir. Ancak çatışma bölgesinin yanı başında olması dolayısıyla
güvenliğinin tam sağlanabileceğini düşünmek güç. Peki Dr. Mahathir bu boru
hattı projesini gündeme getirmiş olmasının ardında başka bir neden bulunamaz
mı?
Tam da bu noktada, Patani bölgesinin ve bu bölgedeki bağımsızlık
hareketinin varlığını küçümseyenlere Dr. Mahathir’in yukarıda zikrettiğim
projesi ‘yeter’ bir cevap olabilir. Bunu biraz daha anlaşılır kılmak için
kısaca geçmişe bakmak gerekiyor. 16. yüzyılın başlarında, tıpkı bölgenin diğer
önemli İslam Devletleri/Sultanlıkları ile birlikte yükseliş dönemini tecrübe
eden Patani Doğu-Batı ticaretinde başat bir rol oynuyordu. Bu rolü, doğuda
Japonya ve Çin’den gelen malların Doğu Çin Denizi’ne bakan Patani limanından
gene Patani’nin Batı’da Bengal Körfezi’ne bakan bugünkü Satun Eyaleti limanına
taşınması ve aynı ticaret güzergâhının Hindistan ve de
Ortadoğu’dan getirilen malların bu sefer tersi istikamette Çin ve hatta
Japonya’ya ulaştırılıyordu.
Peki Patani’nin üzerinde yükseldiği topraklar bugün Tayland sınırları
içerisinde Bengal Körfezi ile Güney Çin Denizi arasındaki en dar geçiş noktayı
oluşturması dolayısıyla diyelim ki, Süveyş benzeri bir kanalın açılmasına hiç
olanak tanıyamaz mı? Kedah ve Kelantan arasında 300 kilometrelik mesafe yerine,
Patani sınırları içerisinde bu mesafenin neredeyse yarısı kadar bir alanda
açılacak bir su kanalının kazanımı Patani için ne ifade eder acaba? Budist Tay
yönetiminin Patani Malay Müslümanlarına özerklik ya da bağımsızlık vermemesinin
ardında da, bölgenin bu jeo-stratejik farklılığından kaynaklanacak kazanımların
Patani Malay Müslümanların eline geçmesini engellemeye yönelik bir politika yok
mudur acaba?
Dr. Mahathir’in petrol boru hattı projesi Malaka Boğazı’nın doğu ucundaki
Singapur’un ekonomik etkinliğine önemli ölçüde darbe alması anlamına gelir. Öte
yandan, Patani’nin olası bir siyasi kazanımı sonrasında ‘fiiliyata
geçirebileceği’ bir kanal projesini akamete uğratabilir. Singapur şimdilik
belki Tayland’ın güneyindeki güvenlik probleminin devamından yana olduğunu
ifade edebilir. Ancak Dr. Mahathir’in bu önerisi karşısında bir hamlesi
olmadığını düşünmek yanlış olur. Bu noktada konu, Çin yönetiminin
Malezya-Singapur ikilemini aşıp aşamayacağına gelip dayanıyor. En çok kim
Çin’den yana: Singapur mu, Malezya mı?
10 Ekim 2013 Perşembe
APEC’de serbest ticaret tartışmaları / Talks on Free Trade at APEC
Mehmet Özay
10 Ekim 2013
‘Asya Pasifik İşbirliği’nin (APEC) bu yılki toplantısı daha başlamadan Barack
Obama’nın katılmayacağı haberi gündeme damgasını vurdu. Dünya güç dengelerinin
başat unsurlarını bir araya getirmesiyle dikkat çeken toplantı 7-8 Ekim
tarihleri arasında Endonezya’nın Bali Adası’nda gerçekleştirildi. Dünya güç
dengeleri derken, toplantıda Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Rusya Devlet
Başkanı Vladimir Putin’i, Obama olmasa da temsilcisi konumundaki Dışişleri
Bakanı John Kerry’i kastediyoruz. Pasifik Okyanusu’na komşu Doğu ve Güneydoğu
Asya ile Kuzey ve Güney Amerika’dan Devlet Başkanı veya Başbakan düzeyinde
katılımların konu olduğu toplantı bölgesel ekonomik işbirliği olmanın ötesinde
anlamlar taşıyordu. Devlet başkanları ve
başbakanlar öncesinde bir haftaya yayılan yüzü aşkın toplantıya iştirak eden
sayıları binleri bulan üst düzey bürokrat hesaba katıldığında bu organizasyonun
birlik için ve de küresel bağlamıyla ne denli önemli olduğu anlaşılır.
Bu toplantının ana konusu Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)’nın
içeriği konusu oldu. Toplam 12 ülkenin -ABD, Çin, Japonya, Singapur, Meksika,
Peru, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Malezya, Vietnam ve Brunei- üye olduğu
söz konusu ülkeler arasında serbest ticareti öngören TPPA’nın APEC bağlamında
yeni bir inisiyatif olduğunu söylemeliyiz. Bununla birlikte, ilk defa 2011
yılında o dönem Honolulu’da yapılan toplantıda ABD Başkanı Barack Obama
tarafından gündeme getirilen ve APEC üye ülkeleri arasında yeni bir işbirliği
yapılanmasını hedefleyen anlaşma henüz imzalanabilmiş değil. Amerikan
yönetiminin bu anlaşmaya ‘ihtiyaç duymasının’ ardında, gene Amerikan
yönetiminin 21. yüzyıla biçtikleri rolle doğrudan ilintili. “Asya yüzyılı”
kavramını literatüre yerleştirmeyi başaran bu yeni siyasi bakış açısı, girişte
dile getirdiğimiz üzere üye ülkelerin nitelikleri dikkate alındığında sadece
Asya’yı şekillendirmekle kalmayacak, küresel bir boyutu olduğu dikkat çekiyor. Asya
yüzyılı derken akla ABD’nin rakibi geliyor. ABD yönetimi bu kavramı
uluslararası ilişkiler sahasına yerleştirirken, elbette karşısında bir rakip
bir güç olarak çoktan belirmiş ‘Çin faktörü’ne siyasi bir markajı hesap ettiği ihtimalini
gözlerden kaçırmamak gerekir.
Bununla birlikte, bu anlaşmanın ‘ticaret’le yani, mal değiş/tokuşuyla
sınırlı olmadığı, içerisinde hizmet sektörü, kamu ihalelerine katılım ve
yatırımlar gibi alanların da olduğu dikkat çekiyor. Pasifik çevresi ülkelerin
katılımıyla gerçekleştirilmesi plânlanan ‘serbest ticaretin’
ötesine geçecek bir anlaşmanın kökenlerinin yaklaşık yirmi yıl önce (1994) Bogor’da
yapılan toplantıya dayanıyor. Bu çerçevede TPPA’da öncellenen konular arasında
bölgesel ekonomik entegrasyon ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin giderilmesi;
ticaret ve ekonomik faaliyetleri gerçekleştirmeye matuf alt yapıda
standardizasyon; ve belki de özellikle üye ülkeler bağlamında bakıldığında
çoğunluğunun üçüncü dünya ülkeleri olması hasebiyle öne çıkan ‘yolsuzluk’
konusu oluyor. APEC içinde, geçmişte adına üçüncü dünya sınıflamasına giren
ülkeleri çokça ilgilendiren maddeler içerisinde yolsuzluk ve içinde su,
elektrik ve eğitim gibi kamu hizmetleri bulunuyor. Kalkınma ekonomisi
terminolojisi bağlamında bir ülkenin, sadece az gelişmişlikten gelişmişlik
düzeyine çıkmasını ifade eden bir cümle kurmak kadar kolay olmayan bu alt yapı
hizmetlerinin hayata geçirilmesi doğal ve insan kaynaklarının nasıl, kimler
eliyle, hangi boyutlarda kullanılacağına da referans yapıyor hiç kuşkusuz ki. Bu
noktada içinde bir Vietnam, Endonezya, Peru, Malezya, Meksiya gibi ülkelerin
yanı sıra, ABD, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya gibi ülkeleri de barındıran bu
birlikte gücün dolayısıyla yaptırımın kimler elinde ortaya konacağı da önemli
hale geliyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in önerdiği “bölgesel alt yapı
geliştirme fonu” kurulması önerisinin ‘heyecana yol açması’ kadar, bu alt
yapının geleceğe matuf hedeflerinin de düşünülmesini gerektiriyor.
APEC toplantısına konu olan ülkenin Endonezya olması, bu son ‘şartın’ öyle
böyle beklenecek yanı olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki,
APEC toplantısından günler önce ülkede patlak veren son büyük yolsuzluk
vak’ası, sadece ortada dolaşan maddi değeri itibarıyla değil, bu vak’aya konu
olan kişi ve kurumun ülkenin en üst düzeyinde yer alması. Yani, Anayasa
Mahkemesi Başkanı Akil Muchtar’ın daha görevine başlamasından birkaç ay sonra
bulaştığı yolsuzluk, gözlemcilerin ileri sürdüğü üzere kendi başına yolsuzlukları
çözme başarısını bir türlü gösterememiş Endonezya için umutların APEC benzeri
uluslararası kurumlara bağlanmasını şart koşuyor.
TPP’nın fikir babası konumundaki Amerikan yönetimi, anlaşmanın bir an önce
imzalanması için elini çabuk tutarken, bütçe görüşmelerinde doğan anlaşmazlık
sonucu kamu idaresini kilitleyen gelişmelerden ötürü Obama’nın görüşmelere
iştirak edememesi başlı başına bir handikaptı. Katılımcı ülke yetkilileri
arasında kaygıya neden olan sadece Obama’nın serbest ticaret anlaşmasının
‘babası’ sıfatıyla toplantılara katılamamış olması değil, aynı zamanda
ülkesinde yaşanan gelişmenin küresel ekonomiye etkisinin olacağı düşüncesidir. Öte
yandan, söz konusu anlaşma metninde geçen ve üye ülkelerin, ki bu noktada
yaptırım gücünü elinde bulundurduğu tahmin edilebilecek karar merciindeki
ülkelerin dışındakiler kastedilmektedir, ulusal çıkarları ve kendi
toplumlarının özelliklerine halel getireceği endişesi giderek yüksek sesle
dillendiriliyor.
Söz konusu anlaşmaya bazı çekinceleri olan ülkelerin başında Malezya
geliyor. Bu konuda eski başbakan Dr. Mahathir Muhammed’in birkaç ay önce hükümete
yaptığı uyarı önemli bir örnek teşkil ediyordu. Bu uyarı karşılığını bulmuş
olmalı ki, Bali’de yapılan toplantılar sırasında Başbakan Necib, TPPA’ya “gözü
kapalı girmeyeceklerini, uluslararası işbirliğine önem vermekle birlikte
önceliklerinin ‘ulusal çıkarlar’ olduğuna” vurgu yapıyordu. Temelde
uluslararası sisteme endeksli politikaları ile dikkat çeken Malezya’da bunun
‘devlet kontrolünde’ yapılıyor olmasından neşet eden bir farklılık söz konusu.
Bunu ülkenin sosyolojik gerçekliği üzerinden haklılaştırmaya çalıştığı da
biliniyor. Bu noktada ‘ulusal çıkarlarla’ ‘Malay çıkarlarının’ örtüştürüldüğünü
görmek zor değil.
Hiç kuşku yok ki, Asya çağında APEC’e üye ülkeleri aynı çatı altında
buluşturan ve bunu ‘serbest ticaret’ formülasyonu ile sunan ve nihayetinde
toplumsal yaşamın neredeyse en can alıcı kurumları üzerinden yürütülmesini
öngörün bu anlaşmanın ortaya koyacağı, sosyo-kültürel değişim ve dönüşümleri
göz ardı etmemek gerekir. Bu hususai, kendi başına üzerinde epeyce durulmayı
hak ettiğini hatırlatalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)