Mehmet Özay 3 Ekim 2013
Bengaldeş Halk
Cumhuriyeti, 24 Aralık 2014 tarihinde seçime gidiyor. Ülke seçim yasalarına
göre beş yıllık sürenin dolmasına az bir süre ülkede siyaset kazanı kaynamaya
çoktan başladı bile. Seçimlerin iktidardaki Halkın Partisi (Awami League) ile
Bengaldeş Ulusal Partisi (BNU arasında geçeceği kesin. Bu iki partide dikkat
çeken husus kadın liderleri yani Sheikh Hasina Wazed ile Begum Khaleda Zia’nın
son yirmi yılda ülke siyasetinde iktidara oynayan rakip olması. Halk Partisi
350 üyeli parlamentoda 262 milletvekiline sahip olmasıyla önemli bir gücü
temsil ettiğine kuşku yok. BNU ise 18 partinin koalisyonundan oluşan ‘çatma’
bir parti… Muhalefetin bir diğer ismi ise Bengaldeş İslam Cemaati
(Jamaat-e-Islami, BJI). Seçim süreçlerinde BNU ile BJI’nin koalisyon ortaklığı
yaptığı biliniyor. Bu arada yeri gelmişken ifade edelim, Başbakan Hasina’nın
isminin başında yer alan ‘Sheikh’ kelimesi, Başbakan’ın ilmine, irfanına matuf
bir ibare değil. Sadece mensubu olduğu ‘kabilenin’ adı…
Genel Seçimler
öncesinde ülke gündeminde yer alan gelişmeler üzerinde durulmaya değer. Son
dönemde ülke gündemini işgal eden iki konu var. İlki işçi hakları, ikincisi de
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin icraatları… Önce ilk soruna bir
bakalım… İşçi hakları çerçevesindeki konu ulusal bir konu olarak gözükse de,
aslında yüzbinlerce işçinin ulusarışı dev şirketlere çalıştığı dikkate
alındığında küresel bir boyutu olduğuna kuşku yok. Ülkenin ucuz iş gücü
nedeniyle Batılı tekstil firmalarının önemli yatırımlarına konu olması bir
anlamda ülke halkına ekonomik ve sosyal girdiler bağlamında pozitif bir etki
olarak düşünülse de, iş yaşamını konu olan yasaların insan şeref ve haysiyetini
dikkate alacak şekilde yapılandırılmamış olması önemli bir handikap olarak
gözüküyor. Özellikle dünyanın ikinci en büyük tekstil ihraçatçı ülkesi
konumunda oluşunda da ortaya çıktığı üzere, ulusaşırı şirketler için “ucuz emek
cenneti” olan Bengaldeş’de ne anayasa ve kamu kurumları ne de STK’ların geniş
bir kesimi içine alan çalışanların haklarını koruma konusunda tatminkâr
çalışmaların hayata geçirildiğine tanık olunuyor. Bu nedenledir ki, sağlıksız
koşullarda ve mekânlarda çalışmak zorunda kalan sayıları binleri bulan işçinin
yakın geçmişte göçen binaların altında can vermesi sadece ulusal düzeyde değil,
uluslararası arenada ses getirse de, pratikte bir yansımasını görmek en azından
şimdilik çok zor. Daha geçenlerde, kadını, kızı genciyle onbinlerce tekstil
işçisi maaşlarının asgari 100 Dolar’a yükseltilmesi amacıyla gösteri üstüne
gösteri yaparken, ülke yönetiminden sorumlu azınlığın yapabildiği tek şey
kulaklarını tıkayıp polis ve orduyu göreve çağırmak oluyor.
İkinci sorun
ise, ülke iç siyaseti ile sınırlı kalmayıp, bölgesel ve küresel gelişmelerden
ari tutulamayacak bir özellik taşıyor. Bu çerçevede, söz kosusu bu sorunu
ülkenin modern dönemine dair bir hesaplaşma olarak okumak da mümkün. Sorunun
odağında, 1971 yılında, yani bundan tam 42 yıl önce kazanılan bağımsızlık
sürecinde Pakistan’la işbirliği yaptığı ileri sürülen İslamcı liderlerden
bazılarının ‘ölüm cezası’ veya ‘ömür boyu hapis’ cezalarına çarptırılması bulunuyor.
Mevcut hükümetin 2009 yılında Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ni faaliyete
geçirmek suretiyle başlattığı “soykırım” davasında hedefte bağımsızlık
öncesinde Pakistan’la birleşme yönünde çaba sarf eden çevreleri hedef alıyor.
Bu hesaplaşma hiç kuşku yok ki, 24 Ocak 2014’de yapılacak seçimler öncesinde
muhalefete yönelik bir ‘kırma’ operasyonunun parçası olarak yorumlanıyor.
Yazının bir
yerinde dile getirdiğimiz üzere, Devlet Başkanı’nın ülke demokrasisinin
gelişmişliğine(!) yaptığı atfa binaen ifade edecek olursak, yaklaşan seçimler
öncesinde ülkede bir ‘demokrasi şöleni’ göremiyoruz maalesef. Aksine,
seçimlerin ve de iktidar kavgasının rejimin varlığı/yokluğu mesabesinde
işlerlik kazandırıldığına tanık olunuyor. Sheikh Hasina Wazed liderliğindeki iktidardaki Halk Birliği
Partisi, İslamcı muhalefete yönelik kampanyasını 42 yıl öncesi bağımsızlığa
giden süreçte yaşananlar üzerinden yürütüyor. Öyle ki, bu eleştirilerden eski
Devlet Başkanı Ziaur Rahman’da payını alıyor. İktidarın önde gelen isimleri,
Ziaur Rahman döneminde savaş suçlularına haklarını iade edildiğini ileri
sürerek gelişmelerden bir şekilde eski Devlet Başkanı’nı da sorumlu tutuyor. Bu
sürecin son ayağında Başkent Dhaka’da kurulan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde
yargılanan Bengaldeş Ulusal Partisi (BNP)’nin önemli isimlerinden ve de
Pakistan Müslümanlar Birliği Başkanı Fazlul Quader Chowdhury’nin oğlu
Salahudddin Quader Chowdhury de bulunuyor. Salahuddin Quader, 1971 yılında
Hindu azınlık grubu, Halk Partisi ve Bağımsızlık yanlısı gruplara yönelik
şiddet eylemlerinden sorumlu tutularak ahkkında yetmiş yıla varan mahkumiyet
kararı verildi. Kısa bir süre önce ise, aynı mahkeme Cemaat-i İslami’nin
eski liderlerinden Ghulam Azam 90 yıl,
ve Delwar Hossain Sayedee ise ölüm cezasına çarptırılmıştı. Bu kararlar şu anda
temyiz sürecinde.
Ülkede
muhalefete yönelik yıkım girişiminin dayanak noktasını ise Halk Partisi Genel
Sekreteri Mahabub-ul-Alam Hanif tarafından açıkça belirtildiği üzere “yasalar
gereği”. Mevcut yasaların bağımsızlık öncesi ve sonrasında hangi aktörlerce
kaleme alındığı konusu ve onyıllar içerisinde yaşanan toplumsal ve küresel
değişimler ışığında kanunlara yeni şekil verme süreçlerinin konuşulamaması işin
en tuhaf yanı. Hiç kuşku yok ki, Bengaldeş ve benzeri ülkelerde mevcut kanunlar
iktidarı ellerinde tutan seküler-milliyetçi çevrelerin mevcudiyetlerinin yegane
teminatı olan ‘mutlak’ gücün dinamosu işlevi görmekten öteye geçmiyor. Öyle ki,
Devlet Başkanı Abdul Hamid, ülkede yaşanan son gelişmelere değindiği bir
konuşmasında ülkenin, mevcut iktidarın 1971 Bağımsızlık ruhu yolunda adımlar
attığını ve bu anlamda gidişatın anayasa, demokrasi, sekülarizm ve sosyal
adalet gibi değerleri yüceltecek bir süreç olduğu mesajını vermekten
çekinmiyordu.
Üstüne üstlük,
sanki yoksullukla ve yolsuzluklarla, temel insan haklarından mahrum işçi
kesimlerinin, şehir ve çevrecilik sorunlarıyla yüz yüze kalan, ve halkının
yüzde 82’sine yakın bir bölümünün günde 2 dolardan daha az gelirle geçinme
uğraşı verdiği Bengaldeş değilmiş gibi, Devlet Başkanı ülkenin demokrasi, insan
hakları, yasaların üstünlüğü, kadınların çalışma yaşamında aktif katılımı vb.
konularda uluslararası çevrelerde dikkate alındığı bir ülke profile çizmesi
insane ancak “göz boyamacılığın bu kadarı olur” dedirte bilir ancak. Fırsatını
bulanın ülkeyi terk etme adına her şeye göze aldığı, Arakanlı göçmen
Müslümanlara dağıtılan uluslararası yardımlara dahi göz dikebilecek yoksulluk
ve yolsuzluklarla malul bir yönetim ve toplum üretmiş ülke yönetiminin
başındaki kişinin bu sözler sarf etmesi utanç vesilesi kabul edilmeli.
İslamcı
kimliğine mensup kişi ve gruplara yönelik yıkıcı kampanya karşısında seslerini
duyuracak bir platform bulmakta zorlanan kesimlerin kapısını çaldığı ye rise
Türkiye olduğunu yakın dönemde görmüştük. Türkiye’de kimi temaslarda bulunan
muhalefete mensup delegasyonun talepleri yankı bulmuş, ancak Türkiye’nin bu
bölgede ne kadar yapıcı ve değişime yön verici politikalar oluşturma kapasitesi
ve kabiliyetinde olduğu şüpheli. Çeşitli vesilelerle görüştüğümüz kimi
yetkililer Türkiye’nin başının bölge meseleleri nedeniyle zaten yeterince
‘kalabalık’ olduğu ve bu nedenle Güney Asya ne de Güneydoğu Asya’ya bakma
imkanı bulmakta zorlandığını ifade ediyorlardı. Tabii bunda anlaşılır bir yön
bulmak mümkün. Ancak anlaşılamayan husus Türkiye’nin bu bölgede birlikte
hareket edebileceği aktörleri bile henüz oluşturamamış olmasında yatıyor. Var
olan potansiyeller üzerinde çalışmalar yapmak yerine, belirsiz Türkiye’ye
nereye götüreceği meçhul ve de sıfırdan başlayan girişimlerin günün ve yakın
geleceğin sorunlarıyla yüz yüze gelmede ve de çözüm imkanı sunmada yeterli
olamayacağı gözlemcilerin ortak kanaati.
Bengaldeş’in,
aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi olması yaşanan tüm hak ve
haksızlıklar bağlamındaki gelişmelerin nasıl algılanması konusunda da kafa
yormayı gerektiriyor. Böylesi bir Teşkilat’a üye olmakla, ülkede bir şeylerin
değişebileceği, halkına ve çevre ülke toplumlarına bir ‘artı değer’
katabileceği gibi naif bir düşünce akla gelse de, gerçek maalesef öyle değil.
Kaldı ki, Bengaldeş’in bölgesel ve küresel güç dengeleri bağlamında hangi safta
yer aldığı konusunda görüşler dikkate alındığında Teşkilat içinde olup olmaması
ile Teşkilat’ın bu ülke üzerinde ne tür bir ‘soft’ güç kullanıp kullanmadığı
daha iyi anlaşılabilir. Hiç kuşku yok ki,
İslamcı muhalefete yönelik baskıların arkasında Hindistan güdümlü politikaların
hayata geçirilmesinin bir parçası olduğu da bölgeyi takip eden gözlemcilerin
dile getirdikleri bir husus.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder