29 Ağustos 2013 Perşembe

Kamboçya’da şiddet geri mi geliyor? / Violence Back to Cambodia?

Mehmet Özay                                                                                                               29 Ağustos 2013
Ülkedeki kitle gösterilerine ‘uygun’ karşılığı vereceğini ifade eden Hun Sen beklemede...

Kamboçya’da Khmer rejimi hayaleti gerimi dönüyor? 28 Temmuz genel seçimleri sonunda 28 yıldır iktidarda olan Hun Sen liderliğindeki Halk Partisi 123 sandalyeli mecliste 68, Sam Rainsy’nin başını çektiği muhalefet ise 55 sandayle kazanmıştı. Seçim Komisyonu genel oyların %49’unu Halk Partisi, %44’ünü de muhaleti temsil eden Ulusal Kurtuluş Partisi’nin aldığını açıkladı. Bununla birlikte, Hun Sen’in uzun dönemli iktidarına son vermeyi hedefleyen hedefleyen muhalefet, yaklaşık bir milyon seçmenin oy kullanmasının engellendiğini, bu nedenle seçimlere hile karıştırıldığını ileri sürmüş ve seçim komisyonuna itiraz başvurusunda bulundu.

Seçim Komisyonu’nun usülsüzlükler yaptığını vurgulayan muhalefet yetkilileri, bunda özellikle mevcut Hun Sen hükümetinin girişimlerinin büyük rol oynadığını, dolayısıyla mevcut komisyon yerine bağımsız bir birimin seçim ihlâlleri konusunu ele almasını talep ediyorlar. Bu süreçte, muhalefet kanadının seçim sonuçlarının incelenmesi işinde Birleşmiş Milletler’e başvurması gelişmelerin ne denli kaygı verici olabileceğinin de habercisi. Bugüne kadar, söz konusu itirazlara herhangi bir karşılık verilmediği gibi, muhalefetin halkın siyasi tepkisini ortaya koyacak gösteriler organize etme çağrısına iktidar kanadı ‘tanklarla’ cevap verme yolunu tercih ettiğini ortaya koyuyor.

Bu bağlamda, mevcut seçim komisyonunun tarafsızlığından söz etmek yerine, hükümetin bir ‘organı’ işlevi gördüğü konusunda ciddi kaygılar var. Bu kaygılardan ötürü, muhalefeti seçim sonuçlarına yaptığı itirazların dikkate alınacağından da kuşku duyuyor. Bu nedenle muhalefet lideri Sam Rainsy aralarında Budist rahiplerin de yer aldığı muhalefet yanlılarını seslerini yükseltmek için meydanlara çağırıyor. Bu gelişmenin, bölgenin benzer ülkelerinde yaşanan süreçlere benzediği dikkat çekiyor. Muhalefet bu gösteriler ile bir yandan hükümet üzerinde ‘sivil baskı’ oluşturmayı hedeflerken, öte yandan bölgesel ve uluslararası medya ve siyasi merkezleri de Kamboçya’da olan bitene kulak kabartmalarını arzuluyor. Zaten seçimlerin hemen akabinde Sam Rainsy’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaret bunun açık bir göstergesiydi.

Ancak burada önemli olan husus, halkın buna ne kadar hazır olduğu. Daha düne kadar Khmer Rejimi’nin katliamlarına konu olmuş ve buhranı en son noktasına kadar tecrübe etmiş, dolayısıyla sosyal psikolojisinin bu siyasi ve özellikle de toplumsal buhranı atlattığı konusunda şüpheler olduğu bugünlerde belirginlik kazanıyor. İktidar odaklarının seçim komisyonuna yapılan itirazları dikkate almayacakları konusundaki ipuçları kendini çeşitli şekillerde ortaya koymaya başladı. Önce Halk Partisi’ne bağlı çeşitli organların çeşitli bölgelerde bazı toplum kesimlerine seçimlerin ‘adil’ olduğu yönünde bir dilekçe imzalattığı haberleri geldi. Özellikle Kamboçya İnsan Hakları Merkezi yetkilileri kendilerine bu yönde başvurular olduğunu ileri sürüyordu. Ardından muhalefet yanlısı bir aktivistin -her ne kadar polis olayın siyasi olmadığını açıklasa da- öldürülmesi ve gene kimi muhalefet yanlısı kişilerin tutuklandı. Bu noktada, söz konusu ‘icraatları’ yukarıda değindiğimiz üzere toplum üzerinde geçmişin ‘kara’ günlerini hatırlatan ve göz dağı vermeyi amaçlayan girişimler olarak da yorumlamak mümkün.

Ancak gelişmeler arasında en dikkat çekeni hiç kuşku yok ki, kitle gösterilerinin hemen öncesinde başkent Phnom Penh’de merkezi noktalara askeri birliklerin sevk edilmesiydi. Bu nedenle geçen hafta yapılan gösterilere katılım oranının düşüklüğü dikkat çekiyordu. Ordu birliklerinin tanklarla konuşlanması hiç kuşku yok ki, Kamboçya halkının zihninde Khmer ruhunun yeniden dirilişine tekabül ediyor. Aradan geçen çeyrek yüzyılı aşkın süreye rağmen, nelerin olup bittiği konusunda toplumsal rehabilitasyon çabaları ortaya konmadığı, aksine ‘unutulmaya’ terk edilen heyülanın hiç de sanıldığı gibi ortadan kaybolmadığı yorumlarına neden oluyor. Öyle ki, tahmin edilebileceği üzere gösterilerin başat grubu olan genç nesil, şiddetin yeniden uç verebileceği endişesini taşıyan ailelerindeki yaşlıların uyarılarına konu oluyor.

Bu süreç, dünün şiddetini derinden yaşayan neslin yerine bugün genç nesil sözde demokratik liderlik konumundaki Hun Sen’in uzun iktidarının sona erdirilmesini arzuluyor. Ki bu nesil, Hun Sen iktidarının bir sonucu olmakla bir ironiyi de ortaya koyuyor aslında. Bugün siyasi muhalefetin ve de destek veren geniş kitlelerin nazarında Hun Sen değişen dünyanın değil, dünün, yani gücünü devlet organlarına ‘konuşlanmaktan’ devşiren lider tipolojisinin bir örneği telâkki ediliyor. Ancak, bir dönüşüm olacaksa bunu da meşru araçlarla gerçekleştirmekten başka yolları olmadığının da farkındalar. Sam Rainsy, iktidarı gayri meşru şekilde ellerinde tuttuğunu söylediği siyasi elite karşı, halkın meşru gücünü ortaya koymada birliğe atıf yapması önemli. Bu noktada, Hun Sen karşıtı bir blok oluşturma gayreti içerisinde. Hedef ise, şayet mevcut itirazlar dikkate alınmazsa, seçimlerin kesin sonuçlarının ilan edileceği 8 Eylül sonrasında, geniş çaplı gösterileri gündeme getirmek.

Bugün için Hun Sen’in gösterebildiği ‘tek kart’ ise ‘tankları’ meydanlara sürmek... Kimi siyasi gözlemciler, Khmer döneminin ürünü olan Hun Sen’in gerektiğinde bu şiddet ‘aparatlarını’ kullanmaktan çekinmeyeceğini dile getiriyorlar. Ve 1997 yılında yaşanan, aralarında bugünkü muhalefet lideri Sam Rainsy’nin de aralarında bulunduğu 150 kişinin yaralandığı 16 kişinin öldüğü şiddet olayını hatırlatıyorlar...

Muhalefetin bir anlamda içinde bulunduğu koşulların zorlamasıyla uluslararası çevreleri, örneğin BM’yi gözlemci sıfatıyla da olsa davet etmesine karşılık, üyesi olduğu ASEAN özelinde bir girişimin olmaması düşündürücü. Benzer süreçleri yaşamış ülkelerin bulunduğu Birliğin, Kamboçya’daki son siyasi krizde kayda değer rol alabileceği düşünülebilir ve aslında alması da beklenmesinden daha doğal bir şey yok.


26 Ağustos 2013 Pazartesi

Pagi ini ada bincang budaya di stan Kebudayaan Aceh Turki


PUSAT Kebudayaan Aceh dan Turki (PuKAT) akan mengadakan bincang kebudayaan bertema “Bangun Aceh dengan Budaya” hari ini di stand PuKAT di arena Piasan Seni, Taman Sari, Kota Banda Aceh.
Bincang tersebut dijadwalkan berlangsung pada pukul 09:00 WIB, Sabtu 24 Agustus 2013.

“Bincang-bincang akan merumuskan bebarapa hal, termasuk konsep ideal dalam bidang kebudayaan untuk memeriahkan piasan seni tahun depan. Selama dua tahun berjalan, Banda Aceh sudah mantap di bidang seni. Itu luar biasa, harus diacungi jempol kepada Dinas Kebudayaan Banda Aceh dan panitia yang membantunya,” kata Thayeb Loh Angen, aktivis PuKAT, dalam rilis yang diterima ATJEHPOSTcom malam tadi Jumat, 23 Agustus 2013.

Ia menambahkan, bincang seni yang akan dilaksanakan tersebut salah satunya juga akan mengonsep usulan tambahan mengenai kegiatan bidang kebudayaan ke depan supaya lebih lengkap.
Menurutnya, sebagai kota Madani yang kini sedang menyiapkan diri terdaftar di UNESCO sebagai Kota Warisan Dunia, Banda Aceh butuh ide cemerlang yang mampu ditindaklanjuti melalui kerjasama dengan berbagai pihak.

“Pemerintah, seniman, budayawan, intelektual, akademisi, dan pengusaha serta pencinta kebudayaan harus menyatukan kepentingan dalam bidang mengangkat kembali kebudayaan dan melestarikannya. Itulah yang bisa kita wariskan,” kata Thayeb.

Para sejarawan, budayawan, dan aktivis katanya tidak bisa jalan dengan mengekslusifkan diri sebagai manusia langka. Karena, kata dia, mengangkat dan melestarikan budaya butuh kekuatan, strategi, dan finansial yang memadai.

Bincang budaya tersebut akan terbuka untuk umum, dan dihadiri oleh beberapa tokoh yang mewakili komunitas budaya masing-masing, seperti Sulaiman Tambu, dan Zulfadly Kaom dari Balai Sastra Samuda Pasai.

http://atjehpost.com/kultur_read/2013/08/24/63617/36/13/Pagi-ini-ada-bincang-budaya-di-stan-Kebudayaan-Aceh-Turki#sthash.g5erWtG3.dpuf

Ortadoğu Konusunda Malay Dünyası’ndan Beklentiler / What Can the Malay World Do for the Middle East

Mehmet Özay                                                                                                             26 Ağustos 2013

Any impact of the Malay ‘powers’ on the developments in the Middle East? Among the political powers in the Malay world some played salient roles during their eras reaching until the Middle East. The current powers should repeat the same... And the great nations prove themselves during the hard times. Now it is very hard for the Muslim majority in so called Muslim nations in the Middle East. The established Malay political structure now is being expected to put its print by getting the power from its majority Muslim society...

Ülkelerin büyüklüğü biraz da zor zamanlarda ortaya koydukları icraatlar ile belli olur. Kimileri için Endonezya ve Malezya ‘büyük ülke’ sınıflamasına girmeyebilir... Ancak bölgesinde, en azından tarihsel olarak kayda değer rol oynamış ve bu rolü Hint Okyanusu’na ve  Ortadoğu’ya kadar uzanan devletler çıkarmış iki ülkeden bahsediyorsak bu hususun dikkate değer bir yönü var kuşkusuz ki. Özellikle de Endonezya’dan bahsederken... İç politik hesaplar bağlamında ya da Batı’nın kaşlarını çatmasına vesile olacak gelişmeler arefesinde demokrasiyle yönetilen en büyük İslam ülkesi onurunu kendi kendine dillendirmekten haz alan bir siyasi elitin varlığına sahip bir ülke. Malezya ise, diğer başka nedenler bir yana, özellikle etnik çoğulculuk gerçekliğinden kaynaklanan nedenlerle, Endonezya kadar açık bir şekilde izhar edecek bir çoğunluk böbürlenmesi göstermese de, ülkedeki kimi çevrelerden ‘Biz Malaylar...’ diye başlayan abartı içerikli çıkışlara şahit olunmuyor değil.

Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelerde gerek Malezya gerekse Endonezya’nın ilk aklına gelen ‘aman vatandaşlarımıza bir şey olmasın’ düşüncesi... Bu yaklaşımın anlaşılabilir bir yanı olduğunu varsayabiliriz. Dolayısıyla bu yaklaşım, iki ülkenin Ortadoğu’daki vatandaşlarının önemli bir bölümünün üniversitelerde, özellikle de İslami bilimlerde öğrenim gören öğrenciler oluşturduğunu düşündüğümüzde, başta ebeveynlere olmak üzere iç kamuoyuna yönelik hassasiyetin bir dışavurumu olarak okunabilir.

İki ülkenin, Ortadoğu’daki gelişmelere dair nasıl bir politika izleneceği hususundaki yaklaşımlarını belirleyen belki de bugünden öte dünle alâkalı büyük ölçüde. İki ülkenin de, ‘büyük güçlerin’, yani ABD’nin ve ilgili ülkelerin desteğini yanlarında hissetmekten güç devşirileceğini tarihin kendilerine öğrettiğine kuşku yok. Bu, aynı zamanda bir açmaza da işaret ediyor. Açmazın nedeni, her iki ülke siyasi iktidarının dayandığı toplumsal tabanın kayda değer bir bölümünün şu veya bu şekilde Müslüman kitlelerden oluşması. Bu husus, Malezya’da karşılığını, Malay olmakla Müslüman olmanın eş anlamlılığında bulurken; Endonezya’da nüfus çoğunluğunda gündeme gelir. Bununla birlikte, her iki ülkeden Ortadoğu’da yaşananlar karşısında ‘mesafeli’ duruşu resmi politika olarak belirlediğini izhar eden demeçler bugünlerde gündemde yer alıyor. Çok geç kalınmış da olsa, bugün için dahi ‘bir şeyler yapılmasına elverecek girişimler’ potansiyel olarak mevcutten, kamuoyu önünde ‘öteki ülkede yaşananlara tarafsız kalma’ açıklamaları en azından sukȗt-u hayale uğratmıyor değil geniş kitleleri.

Daha önce de paylaştığımı hatırlıyorum, Malezya iç politikasındaki uzunca bir süredir devam eden ‘kısır çekişmelerin’ bir an önce sonlandırılması ülkenin siyasi aklının ve halkın potansiyel duyarlılığının ön plâna çıkmasıyla ülkenin siyasi etkinliğinin, sadece ASEAN içerisinde değil, aynı zamanda adına İslam dünyası denilen bütün içerisinde de kayda değer bir rol/katkı sahibi olması mümkün. Ancak bu imkân üzerinde pek durulmuyor... Oysa bunun örneğini yakın geçmişte Dr. Mahathir Muhammed’in Başbakanlığı döneminde vermiş bir ülke Malezya. Özellikle Bosna Savaşı’ndaki duruşu ve ‘icraatı’, Amerika’nın Afganistan ve Irak istilâları gibi gelişmelerde sesini cesurca yükselten bir Malezya vardı. Aynı Dr. Mahathir, Başbakanlığı bıraktıktan sonra köşeye çekilmemiş, kurduğu sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla bölgesel ve küresel meselelere dair çeşitli faaliyetleri ortaya koymayı sürdürmüştü. Ki bunlar arasında, George D. Bush ve Tony Blair’in Irak istilâsına yol açacak şekilde uluslararası kamuyounu yanlış bilgilendirmeleri nedeniyle Kuala Lumpur’da bir mahkede yargılanmalarına kadar varan girişimi biliniyor.

Endonezya ise belli ki, modern tarihinde darbeler ve darbemsi girişimlere bizatihi Ortadoğu’dakine benzer aktörler eliyle tanık olduğu için, gelişmeleri görmezden gel(e)mese bile, kılıfına uydurmayı yeğliyor. Nasıl tepki vermesi beklenebilir ki... Daha düne kadar çatışma bölgesi olan Açe’de, halen siyasi huzursuzluğun sürdüğü Papua’da insan hakları ihlâlleri ve toplu ölümler konusunda özel mahkemeler kurulması uluslararası anlaşmalara konu olmasına rağmen, halen icraatı konusunda bir girişim söz konusu değilken; ve sözde ‘teröristlere yönelik’ baskınları gerçekleştiren Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı “Densus 88” adlı terörle mücadele özel birliklerinin ‘sorumsuz’ icraatlarına yönelik olarak geçen 1 Mart’ta, içinde Muhammediyye’nin, Alimler Birliği’nin (Nahdat’ul Ulama) ve Ulusal İnsan Hakları Komisyonu’nun da (Komnas HAM) bulunduğu önemli sivil toplum kuruluşlarının açıkça ortaya koydukları tepkilerine karşı gerekli girişimlerde bulunmayan bir siyasi iktidar Ortadoğu’daki gelişmeleri nasıl yorumlayabileceği hususu gözlemcilerin dikkat çektiği hususlar arasında geliyor.

16 Ağustos’da, yani Bağımsızlık günü yaptığı konuşmada Mısır’daki gelişmelere değinen SBY, tarafları sukunete davet ederek, sorunun kazan-kazan yaklaşımıyla çözüme kavuşturulmasına vurgu yapıyordu. Bu “kazan-kazan” kavramının şu an Mısır’daki gelişmeler için ne anlama geldiğinin muğlaklığı ise yeterince ortada değil mi? Bu süreçte Enver İbrahim’in 17 Ağustos tarihinde Başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşmenin ardından SBY’ı rol almaya sevk eden açıklama geldi. Bunun ardından, SBY’ın bu mesajı aldığı şeklinde yorumlanabilecek bir gelişme oldu. Endonezya Dış İşleri Bakanı 22 Ağustos’da Dış İşleri Bakanı Martin Natalegawa, New York’a giderek BM Güvenlik Konseyi’nde görüşmeler başladı.

En son geçen Cuma günü iki ülke -yani Malezya ve Endonezya- siyasi liderlerinin yaptıkları telefon konuşmasının içeriği kısa da olsa SBY tarafından basına aktarıldı. Buna göre, SBY Mısır’daki gelişmeler konusunda her iki ülkenin aynı görüşte olduğunu, yani Mısır’daki sorunun barışçıl ve kalıcı bir şekilde sonuçlandırılmasını umut ettiklerini belirtiyordu. Kalıcı toplumsal barışın tesisi konusunda ‘temenni’ noktasında kimsenin kuşkusu yok zaten. Ancak bu noktada yapılması gereken mevcut asker-sivil denkleminde bir yanıyla bakıldığında demokratik haklar, öte yanıyla ki -bunun hiç de azımsanabilir bir tarafı olmamalı- İslami referansları dikkate almak gerekmiyor mu? Bunun bugüne kadar ne kadar ciddiyetle çözüm bağlamında dikkate alındığına dair maalesef hiç bir iz bulunmuyor. Bu durumda, giriş bölümünde dile getirdiğimiz üzere, zamanı geldiğin çoğunluğu Müslüman bir ülke olmakla gururun neye tekabül ettiğini anlamakta zorlanmamak elde değil.

Biri, İslam Örgütü Teşkilatı’nın kuruluşunda başat rol oynamış; diğeri ise, bu Teşkilat içinde nüfusça en çok Müslüman nüfusu barındıran bir ülke sıfatını taşıması kadar sahip olduğu iki büyük cemaat yapısıyla, değil sadece bölgesinde dünyada ses getirebilecek faaliyetlere imza atması beklenen bir toplumsal potansiyele sahip ülke yöneticilerinin, üzerinde yükseldikleri ana vatanlarında var oluş dayanaklarını oluşturan geniş Müslüman kitleler hatırına ortaya koyacakları girişimleri hiç kuşku yok ki, Ortadoğu’daki gelişmeleri pozitif yönde etkileyebilecek boyutta olacaktır. İki ülkenin halklarının beklentisi de bu yönde...

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=272070

22 Ağustos 2013 Perşembe

‘Teşkilat’ın Güneydoğu Asya Boyutu / Southeast Asian Scope of the Organization of Islamic Cooperation (OIC)

Mehmet Özay                                                                                                               22 Ağustos 2013

The Secretary General of the OIC has been criticized because of his stand to the developments in the Middle East, particularly the latest military coup in Egypt. The variety circles particularly the highest level politicians such as deputy prime ministers in the AKP (Justice and Development Party) compared the political attitude of the Secretary General with some European leaders. Hence, nobody touches what this international organization has conducted in the last ten years during the leadership of the Secretary General in Southeast Asia. As he and his appointed ambassador for the tsunami orphan project in Aceh Province of Indonesia in 2006, 2007 and 2008 successively highlighted the project as the ‘pilot’ one which would become a sample for the organization of variety of similar programs in the socially, economically and materially devastated Islamic geographies from Africa and to Asia. Nobody knows what has happened the program. What sorts of ‘pilotness’ could be learnt from the efforts? Who headed and in which way conducted the project? Etc. In addition, whether the other problematic areas in Southeast Asia, such as Moro/Mindanao, Patani, Papua, East Timor have been given enough attention by this organization? While the OIC is emulating the United Nations during the ‘reform period’ of the Secretary General, no any significant academic works have been conducted in relation to the organization’s works, particularly the tsunami orphan project…

Bir süredir Teşkilat Genel Sekreteri’nin konu olduğu tartışmalar dikkat çekiyor. İslam coğrafyasını temsil makamında olduğu varsayılan bu kurumun varlığı ve eylemlerini şekillendiren ise kaçınılmaz olarak Ortadoğu bağlamı oluşturuyor. Ancak İslam dünyası denilen bütünün Ortadoğu ile sınırlı olmadığı da bir gerçek. Bu gerçeği hatırlatma vesilesiyle konuyu ‘merkez’ algısı olarak şekillenen durumun dışından bir değerlendirme çabasının önemli olduğuna kuşku yok. Bunun, aynı zamanda bir ‘ahlâki’ sorumluluk boyutu olduğu da ortada. Bu kurum özelinde ve de sorumluları bağlamında yapılacak değerlendirmelerde, kurumun çok önemli bulduğu ve icraata geçirme niyetini izhar ettiği coğrafyalardaki insanların bakış açıları, sorunlarının çözümlenme biçimi ve de varsa başarısı veya başarısızlığı elbette ki göz ardı edilemez.

Söz konusu Teşkilatın uzunca bir süredir başında bulunan genel sekreterinin politik duruşunu ve de icraatlarını, geçmişte mensubu bulunduğu üniversite ve de akademik çalışmalarıyla değerlendirmek yerine, mevcut kurumsal yapının İslam toplumlarına neler kazandırdığıyla ele alınmalı. Yoksa, bu iki alanı karıştırmak aynı sınıflamaya girmeyecek olguların birarada ele alınmasıyla ortaya çıkacak bir absürdlüğe neden olabilir.

Bu çerçevede Teşkilat’ın Güneydoğu Asya Müslüman toplumlarına yönelik yaklaşımları, icraatları vb. konusu hiç kuşku yok ki, önem arz ediyor. Güneydoğu Asya, bugün bile ‘çeperde’ bırakılmış olmakla birlikte sadece istatistiki verilerle değil, bunu destekleyen ‘anlamlar’ bağlamında İslam coğrafyasının en önemli saç ayaklarından biridir. Bu hususa dikkat çekmek, Teşkilat’ın ve başındaki üst düzey yöneticilerin Güneydoğu Asya Müslüman toplumların sorunlarını ele alış ve çözümleyişin öyle üstün körü geçilecek bir mevzu olmadığını da ortaya koyacaktır. Bu bağlamda pratik vak’alara göz atmakta fayda var. Çok çeşitli doğal afetlere, çatışma süreçlerine, insan hakları ihlâllerine, ayrımcılıklara epeyce konu olmuş Güneydoğu Asya Müslümanlarına bakış ve algılayış Teşkilat’ın sorumluluk alanında kayda değer bir yer işgal etmesi beklenmiyor mu?

Bu nedenledir ki, Teşkilat’ın tsunami ve çatışma dönemlerini tecrübe etmiş bir toplumun -siz deyin Müslüman hassasiyeti, ben diyeyim sosyo-ekonomik kalkınması için dünyaya örneklik teşkil edeceği vurgulanarak 2006 yılı Mart ayında başlatılan projenin tüm boyutlarıyla uygulanış/uygulanamayış biçimleri üzerinde durulmalıydı. Bir kez daha dikkat çekelim ki, Açe’deki bu projenin varlığı, daha önce kimi yazılarda dile getirdiğimiz üzere, sadece Açe coğrafyasıyla da sınırlı değildir. Zaten bu konuya dikkat çekmemizin nedeni ve önemi de buradan kaynaklanıyor…

Bu çerçevede, önümüzde devasa etkileriyle bir tsunami bulunuyor. Teşkilat sekreterinin ‘reform’ dönemi olarak adlandırdığı görev süresi içerisinde uygulamaya konulan projelerin belki de başında gelen ‘yetim projesinin’ ahvaline dair bugüne kadar ‘uzman’ gazeteci, akademisyen, insan hakları hassasiyetine sahip olanlarla özellikle ilâhiyat ve ilgili çevrelerin ne tür bir bakışa sahip oldukları gündeme getirilebilmiş değil. Örneğin gerek ‘işleri’ gereği, gerekse ‘inanç’ unsurunun bir özelliği olması hasebiyle ‘yetim’ olgusunu sıkça dillendirenlerden dünyaya ‘model’ proje olarak lanse edilen çalışma üzerine söz söylemelerini beklemenin hakkımız olması bir yana, içinde bulundukları mevkiler itibarıyla bir sorumluluktu(r). Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde doğal afetler gibi anlık veya çatışma gibi kısa veya uzun süreçlere yayılan hadiseler sonrasında ilgili toplumların ‘normalleştirilmesine’ matuf insani yardım, eğitim, sağlık, ekonomik yeterliliğin vb. sağlanmasına dönük çabalar önemli akademik çalışmalara konu olmaktadır. Bu minvalde, Açe’de çokça karşılaştığımız üzere, bırakın bütün bir coğrafyayı içine alacak yardım, kalkınma odaklı projelerin bu ve benzeri çalışmalara konu olmasını, küçük yerleşim yerleri, örneğin köy odaklı projeleri konu alan azımsanmayacak çalışmalar olduğuna bizzat şahidiz.

Oysa, Teşkilat’ın tarihinde ilk defa el attığı ve ‘pilot’ proje olarak lanse edilen programla ilgili bugüne kadar bir çalışma yapılabilmiş değil. Aradan geçen 8 yıllık süre zarfında bu projenin mağduriyete uğramış ilgili toplumda, yani Açe toplumunda ne tür bir gelişmeye tekabül ettiği üzerine söz söyleyebilecek kurumsal bir çabadan söz edilebilir mi? Sorun elbette sadece Açe toplumu da değil… Çünkü, burada çözüme kavuşturulması plânlanan sorunun, doğusundan batısına İslam dünyasında karşılaşılan benzer sorunların -ki bunun içinde bugün çokça can yakan çatışma bölgelerindeki yetimler kayda değer bir yer tutuyor- ele alınışına ‘örneklik’ teşkil edeceği tasarlandığına göre, böylesi bir projenin akibetinin dikkate alınmaması gibi bir husus söz konusu olmamalı/ydı. Teşkilat’ın bölgedeki icraatlarına dair bölgeden başka örnekler de verilebilir elbette. Her biri üzerinde farklı yazılar yazılmayı hak eden bu örnekleri şimdilik sadece ismen zikretmekle iktifa edelim…

Örneğin, 2006 yılında Cava Adası’ndaki Cogcakarta Depremi’nden sonra kimi benzer kurumlarla gerçekleştirilen ‘ortak’ icraatların da ilgili kurumlar nezdinde ne gibi kurumsal etkileri olduğu ve ilgili toplumun kısa-orta ve uzun vadeli ihtiyaçlarının giderilmesi, yeni toplumsal süreçlere konu olması hususları hiç konuşuldu mu veya kıymeti harbiyesi olan akademik çalışmalara konu oldu mu? Ya da, MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in yaptığımız mülâkatta dile getirdiği üzere, ‘Moro Barış Sürecine’ İslam ülkelerinin ne kadar ilgisiz kaldıklarına dair vurgusunun Teşkilat’ın politikalarıyla ilgisi olup olmadığı sorgulandı mı? Öte yandan, Patani’de kalıcı Barış’a yol açacak süreçte Teşkilat tarafından Patani Malay Müslümanların sosyo-kültürel varlıklarına ‘tekabül edecek’ ne tür bir inisiyatif geliştirilebilmiştir? Son dönemde öne ‘çıkartılan’ Arakan Müslümanları’nın, hadi diyelim ki, -çeşitli Arap ülkelerindeki, Malezya ve Endonezya gibi diğer ülkelerdeki konumları bir yana- Bengaldeş’teki varlıklarını ve de Bengaldeş Hükümetleri’nin icraatlarını olumlu yönde etkileyecek, yapılandıracak, dönüştürecek kurumsal ne gibi bir performans sergilenebilmiş ve bunlar hakkıyla akademik dille ortaya konabilmiştir? Teşkilatın, bölgedeki diyelim ki, Papua, Doğu Timor, Sri Lanka, Kamboçya vb. coğrafyalardaki Müslüman unsurlarla ilgili gündemi de bir yana…

Bu soruları gündeme getirmede gaye, diyelim ki ümmet bilinciyle hareket edenler için İslami bir sorumluluğun ortaya konması, diğer bir kesim için salt ‘seküler’ anlamıyla ele alındıkta ‘kurumsal’ bir ciddiyet, donörlere karşı da bir sorumluluk olarak değerlendirilmesini hatırlatmadır. Dikkate sunduğumuz bu alanlar ve de diğerlerini ele alan bilimsel çalışmalar, kimilerinin ileri sürdüğü üzere Teşkilat’ın başındaki kişinin akademik başarılarının hiç değilse bir bölümüne tekabül edecek bir boyutta sergilenip sergilenmediği niçin gündeme getirilemiyor? Tam da burada vurgulayalım ki, bizzat genel sekreterinin ‘inisiyatifiyle’ ve ‘dirayetiyle’ bir tür ‘reform’ sürecini tecrübe eden Teşkilat’ın her türüyle yapılanmasına öykündüğü Birleşmiş Milletler’e bağlı kurumların icraatlarına dair bilimsel çalışmaların hangi boyutlarda yürütüldüğünü ‘uzman’ çevrelerin bilmemesine olanak yok... Nasıl ki, bu reform sürecinde hak ettiği var sayılan pay genel sekretere veriliyorsa, yukarıda saydığımız ve sayamadığımız icraatlar özelinde de ‘hak edilen sorumluluk’ aynı yaklaşıma konu olmalı değil midir?


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Endonezya’da Bağımsızlık ve Çelişkiler / Independence and Controversial Issues in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                              19 Ağustos 2013


Indonesia has been celebrating the 68th year of independence. Though the founding fathers Sukarno and Muhammad Hatta determined the foundations of the country, it should be questiond how many people remember Muhammad Hatta and his philosophy of politics. Or is it just left the idea of of ‘Guided Democracy’ from this early decades? Then, the era of Smiling Genderal, Suharto emerged in the middle of the grand design of international politics. Almost fifthy years completed... Then reform era led some more ‘civil figures’ to play their ‘free’ role in the national politics commencing from the month of May, 1998. But the genetics of the civilians seem to have not fit to do ‘very established’ political conditions of the country. Later on, the saviour of the country, the ‘thinking Genderal’, SBY, appeared from again the ranks of the military. And now, aren’t the rights of variety of peoples as citizens of this huge country to highlight significant questions about how the political philosophy of the country has contributed to all people to some or larger extent?...

Endonezya Cumhuriyeti bağımsızlığının 68. yılını kutluyor. Şayet Cakarta eksenli bakacak olursa, bu geçen 68 yıl müthiş bir orator ve ‘Denetimli Demokrasi’ kavramının mucidi Sukarno’dan, Amerika destekli ‘Yeni Düzen’ adıyla bilinen alternatif merkez kalkınmacı politikaların uygulayıcısı ‘güler yüzlü General’ Suharto’ya, 1998 Mayıs ayından itibaren başlayan reform döneminin istikrarsız sivil başkanlar döneminin ardından ‘Düşünen General’ lâkaplı Susilo Bambang Yudhoyono’ya kadar geçen bir sürece tekabül ediyor...

Bununla birlikte, Endonezya’yı diğer ülkelerden ayıran temel hususların başında, birbiriyle çok farklı sosyo-kültürel ve dini eğilimleri barındıran etnik yapıları birarada barındırmasıdır. Bir diğer özelliği ise, zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, ülkenin sahip olduğu nüfusun %80’ini Müslüman kitlelerin oluşturmasının yanı sıra, genel nüfus itibarıyla gene kağıt üzerinde dünya demokrasiyle yönetilen dördüncü büyük ülke sıfatını taşıyor. Bu istatistiki verilerin akla getirdiği ilk olgular ise ekonomik ve demokrasi oluyor. Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun bağımsızlık günü yaptığı konuşmada bu iki olgu önemli bir yer tutuyordu. Ancak bu iki kavramın hak ettiği şekilde toplum yaşamında ortaya çıkmasına mani en önemli engelin yolsuzluk olduğu hatırlandığında, Başkan’ın bu konu üzerinde pek fazla durmaması açıkçası kendi içinde bir tezattı. Aşağıda değineceğimiz üzere yeni ortaya çıkan bir yolsuzluk hadisesi bağımsızlık kutlamaları ile paralel şekilde medyada yoğun bir şekilde yer alıyordu. Belki de bu durumu anlayabilmek için geçmişe yani kuruluş yıllarına göz atmakta fayda var.

Bu toprakların özgürleşmesi, 17 Ağustos 1945 tarihinde Sukarno ve Muhammed Hatta ikilisinin okuduğu bağımsızlık bildirgesiyle geldi. Bu noktada birkaç hususa değinmek gerekiyor. İlki ülke bağımsızlığı veya ‘kurucu babalık’ olgusu söz konusu olduğunda akla Sukarno’nun gelişi, Hatta adının ise pek de hatırlanmamasıdır. Bir diğer husus, yukarıda zikredilen “bağımsızlık bildirgesinin okunması” söyleminin oldukça ‘kalıpçı’ bir ifade olduğunu itiraf etmeliyiz. Böylesi genel bir ifade yerine, belki şu soruları sıralamak yerinde olur: “Hollanda’nın Cava merkezli olmak üzere yüzyıllar boyunca sömürdüğü toprakları bir ‘bütün’ olarak yeni, ancak yerli bir güce devrinden söz edilemez mi?” Veya “Üç buçuk yıl Japon İşgali altında kalan bu topraklarda Japonların ‘Asya Asyalılarındır’ sloganına binaen yerli halkların her birine ‘bağımsızlık’ sözü vermesiyle yerli eliti -konumuz çerçevesinde örneğin Sukarno’yu- bu sürece hazırlamasının bir etkisi yok mudur?” Benzer başka sorular da ekleyebiliriz elbette...

Bu sorular bağlamında üzerinde durulması gereken bir diğer husus ülkenin adıyla ilgilidir. ‘Doğu Hint’ (East India) coğrafi tanımı bir ‘hazırcılığın’ ifadesidir. Yani, Avrupalı güçler Hindistan’ın doğusunda kalan adaların ‘ne’liği üzerinde  durmak yerine, bildikleri bir coğrafya olan Hindistan eksenli bir adlandırmayla Avrupa merkezci bakışın tipik bir örneğini vermişler ve bu Adalar bütününe ‘Doğu Hint’ adını yakıştırmışlardır. Oysa ki, bu adaların her biri üzerinde yeşerip gelişen farklı sosyo-kültürel ve dini ortamlar var(dı). Biz bu kadarla yetinelim ve detayları ilgili akademi çevrelerine havale edelim...

Kuruluş yıllarının akabinde, genelde Sukarno’nun ön plâna çıktığı, Hatta’nın ise gözlerden uzak tutulduğu bir sürece konu oldu. Şayet bu durum bir ‘çatışma’ olarak okunacak olursa, bu çatışmanın dinamiklerine ülkenin kurucu babalarının ortaya koydukları ideolojik perkspestiften bakmakta fayda var. Özellikle Cava ve doğu adalarında üçyüz elli yıla varan Hollanda sömürgeciliğinin sonunda yirminci yüzyılın ilk yarısında bu topraklarda ortaya çıkan gelişmeler birbirinden farklı ideolojik açılımları sömürgeci güç karşısında birleşmeye ittiği görülür. Bu güçler arasında en açık ifadesiyle Sukarno Cava merkezli, Hinduizmin başat olduğu bir kültür çevresinin temsilcisi sıfatıyla öne çıkıyordu. Bir diğer özelliği ise, sömürge okullarında öğrenim görmesi ile Batılı değerler ile şu veya bu şekilde etkileşime konu olmasıdır. Öte yandan, bir Sumatralı olarak Muhammed Hatta ise görece daha yerli bir duruşa sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Kimi araştırmacıların ifade ettiği üzere, Sukarno, Cava eksenli yönetim anlayışını hakim kılma mücadelesinin temsilcisiyken, Muhammed Hatta, Cava Adası dışındaki etnik topluluklara yönelmesiyle “dışa açık”, bir diğer ifadeyle “kapsayıcı” bir ideolojiyi gündeme getiren lider olarak -pratikte olmasa  da- ülke modern siyasi yaşamını konu alan eserlerde yer aldı. Hatta’nın bu farklılığı, kuruluş yıllarında gündeme getirdiği ülkenin ‘federatif’ bir temele oturtulması konusundaki yaklaşımında bulmak mümkün. Bu nedenledir ki, paragrafın girişinde Hatta’nın ‘uzak tutulması’nın nedeni bu federatif yönetim konusundaki ısrarı olduğuna şüphe yok. Hatta’nın böylesi bir siyasi sistemi önermesinde içinde doğup geliştiği geniş toplumun yani çok çeşitli etnik unsurların bıçak kesiği gibi ansızın bir merkez yönetimince birbiriyle kaynaşmaya zorlanmasının pratikte karşılığının olmayacağını öngörmesinde aranabilir. Öyle ki, Hatta gibi, federal sistem önerisiyle gündeme çıkacak liderler olduğunu resmi tarih yazmasa bile alternatif tarih bunu ortaya koyuyor. Hatta’nın önerdiği sistemin ülke siyasi tarihinde uygulamada yer bulmaması, belki de Sukarno’nun bugün tek kurucu aktör olarak hatırlanmasına neden oluyor. Peki Sukarno bu noktaya nasıl geldi? Hafızamızı tazeleyelim... Diğer faktörlerin yanı sıra, Sukarno’nun özellikle Beş İlke (Panca Sila) ideolojisini esinlendiği liderin Mustafa Kemal Atatürk olduğunu hatırlatalım. Kimi akademisyenlerce Türkiye’deki gelişmelerin Güneydoğu Asya Malay dünyasına tesirleri bağlamında değerlendirildiği bu konu birkaç doktora tezine konu olsa da üzerinde daha çok şey yazılmayı bekliyor.

Bu iki lider dışında ne gibi başka özelliklerin gündeme geldiğine bir bakalım... 68 yıllık tarihinde teoride parlamenter demokratik rejim uygulamalara konu olduğu ifade edilen ülke, II. Dünya Savaşı sonunda bağımsızlığını kazanan ülkelerdekine benzer yönetim süreçlerine konu oldu. Örneğin bunlar arasında ülkeyi sömürgeci güçten kurtarıcı rolü oynadığı ileri sürülen ordunun bu rolünü tüm zamanların siyasal yaşamına aksettirmesi; gerektiğinde gücünü siviller üzerinde tereddüt etmeden kullanması; uluslararası sistemin önceliklerini halkın önceliklerine terk etmesi; politikacıların ve de uzantıları bürokratların halk adına karar verme imtiyazını başat bir güç olarak şahsi imkânlara devşirmesi vb... Bu sonuncusuna dair en yeni örnek, 68. yıl kutlamalarından sadece bir gün önce ‘ulusal petrol ve doğal gaz kurumu’ başkanının da karıştığı büyük yolsuzluk hadisesinin ulusal medyada dokuz sutüna manşet yer almasıydı.

Bu çerçevede, geniş bir coğrafyada ve irili ufaklı yüzlerce etnik yapıyı barındıran ülkede kurulduğu günden bu yana merkezi hükümet-yerel halk ve değerleri arasında çeşitli boyutlarda nükseden çatışma süreçlerine konu olması hiç kuşku yok ki es geçilecek gibi değil. Bu çatışmalar hiç kuşku yok ki, çeşitli faktörlerin bir sonucu olmakla birlikte, genel itibarıyla bakıldığında tarih boyunca şu veya bu şekilde birbiriyle etkileşim içinde olmuş ancak, aynı çatı altında buluşmamış etnik unsurları ulus-devletçi anlayışın zorunlu bir sonucu olarak kendisine güç atfedilen bir ‘merkez’ etrafında birliğe zorlanmasının ürünüdür.

Bir yanda milliyetçi hassasiyetlerin yükselmesine neden olan 68. yıl kutlamaları, aynı zamanda bağımsızlık sonrasının hele ülkenin farklı etnik yapılarına çok şey vaad eden merkez yönetiminin ülke halklarına ne getirdiği bugün giderek daha yüksek sesle sorgulanıyor. 68. yıl kutlamalarının gerçekleştirildiği bugün dahi, sadece ‘muhalif’ olarak değerlendirilebilecek akademi ve entellektüel çevrelerde değil, bizzat resmi devlet sistemi içerisinde yer alan politikacılar tarafından da dile getirildiğine tanık olunuyor. Bu noktada, “68 yıldır varız. Tamam da, geniş halk kitlelerine ne verebildik?” sorusu gündemde yer işgal ediyor. Verilen demeçler arasında herhalde en dikkat çekeni Devlet Başkan Yardımcılığı da yapmış olan ülkenin önemli siyasetçilerinden Yusuf Kalla’nın ki olsa gerek... Kalla, törenler vesilesiyle yaptığı açıklamada, “Bağımsızlığı kutladığımız her yıl, aynı zamanda yeni olumlu gelişmelere de kapı aralanmalı” dedikten sonra, “Şu anda siyasi otorite yoksulluğun bertaraf edilmesi, alt yapı çalışmalarının tamamlanması, yatırımların artırılması, uluslararası ilişkilerde atılım yapılması”nın önemine vurgu yapıyordu. Bir diğer önemli demeç ise son yolsuzluk hadisesine vurgu yapan Paramadina Üniversitesi Rektörü’nden geliyordu: “Sömürgecilikten çoktan kurtulduk... Bugün artık ‘adaleti’ hakim kılmalıyız. Kötü niyetli, yolsuzluklara bulaşmış kişiler her zaman için olmuştur. Ancak bugün artık bu şahısları yakalayabiliyoruz. Artık bu işi bitirmeliyiz.”

Ülke, dış güçlerin boyunduruğundan kurtulmasından bu yana 68 yıl geçse de bu süreç, çok farklı aidiyetleri içinde taşıyan topluluklara yönelik politikalarda içaçıcı manzaralar ortaya koyabildiğini söylemek mümkün değil. Bu gerçek, dün ‘diktatör’ Başkanlar döneminde açıkça tartışılamazken, kendini çeşitli boyutlarda çatışmalar şeklinde ortaya koyuyordu. Bugün, sadece muhalefet çevrelerinde değil, merkez güçler içinde de artık herkesin ‘ev sahibi’ kabul edildiği bir sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmişliğe kapı aralanması konusunda sesler yükseliyor.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=271352

18 Ağustos 2013 Pazar

Açe Barışı’nın 8. Yılında Bayrak sorunu / The Issue of Flag in the 8th Anniversary of Aceh Peace

Mehmet Özay                                                                                                                16 Ağustos 2013

Bayrak Yasası üzerindeki tartışmalar sürerken, kimi çevrelerin alternatif olarak ‘ekonomik kalkınma’yı öncelleme söylemi ancak Helsinki Barış Anlaşması metnini dikkate aldıkları ölçüde anlam kazanacaktır.

15 Ağustos 2013 Helsinki Barış Anlaşması’nın 8. yıldönümüydü. Bu vesile ile Açe’de Eyalet Parlamentosu’nda, Valilik konuk evinde ve Beytürrahman Camii’nde ve benzeri yerlerde gerçekleştirilen çeşitli resmi programlar dikkat çekiyordu. Aradan geçen sekiz yıllık süre zarfında, Açe halkının ‘barışın’ doğurduğu kamusal huzuru sosyal dokunun çeşitli alanlarına yayılacak şekilde yaşadığına kuşku yok. Bununla birlikte Barış Anlaşması’nın Açe toplumunun bugününde ve geleceğinde neye tekabül ettiğini anlamak ve bunu yerli yerine oturtmak gerekiyor. Bu çerçevede, Anlaşma’nın sekizinci yıldönümünün yaşandığı bugünlerde Eyalet’teki başat konuya göz atmakta fayda var. Tabii ki gündem, Bayrak Yasası...

Yıldönümü vesilesiyle dün Beytürrahman’da yapılan törende konuşan Vali Dr. Zeyni Abdullah Anlaşma Metni’ndeki tüm maddelerin Merkezi Hükümetin kayda değer çabalarıyla pratiğe geçirilebileceğine atıfta bulunuyor ve her türlü gecikmenin Barış ruhuna zarar vereceğine vurgu yapıyordu. Bu bağlamda, hiç kuşku yok ki, bir süre önce gündeme getirdiğimiz ‘Bayrak meselesinin’ henüz çözüme kavuşturulamamış olması, en azından şimdilik ‘kaygı verici’ noktaya gelmese de, bir süredir bu konu etrafında sadır olan yaklaşımlar hiç de iç açıcı bir manzara sunmuyor. Bugün Bayrak meseleninin halk nezdinde nasıl bir karşılık bulduğuna değinmeden önce yakın geçmişte bu soruna dair önemli bir atıfa yer vermekte fayda var.

6 Nisan 2013 tarihli ‘The Jakarta Post’da yer verilen, Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun Bayrak Yasası’na atıfta bulunarak “Açelilerin mevcut barışı tehlikeye sokacak girişimlerden uzak durmaları” konusunda uyarı içeren demeci dikkat çekiciydi. Aslında bu demeç Yudyoyono özelinde Cakarta siyasi elitinin, Barış Anlaşması’nda açıkça zikredilen Açe halkının bizzat kendisinin belirlediği sembollerin hayata geçirilmesi ilkesini ‘nasıl yorumladığını’ ortaya koyuyordu. Barış’ın önemli aktörlerinden olduğu ileri sürülen -ki bunda haklılık payı yok değil- Yudhoyono, “Eyaletlerin kendilerine özgü sembolleri olabileceğini, ancak bunun ülke anayasasıyla çelişmemesi” yönündeki izahı ise kendi içinde önemli bir açmaza işaret ediyor.

Nedir bu açmaz? Uluslararası tarafları olan bir anlaşmanın karşısında, ulus-devlet sınırlamaları bir yana, Cava milliyetçiliğini muhafaza eden bir anayasa ‘hakimiyeti’ söz konusu. Cakarta odaklı merkez güçler, Anayasa’yı güncellemek yerine, onu ‘mutlak’ bir veri kabul ederek, ‘Açe Anlaşmasını ve de Barışını’ bir soruna endeksleme eğilimi sergiliyorlar. Yudhoyono’nun “iki hafta içerisinde çözümleneceğini” umduğunu söylediği sorun aylar geçmesine rağmen, halen çözümlenebilmiş değil. Bu bağlamda, bugüne kadar Merkez’in sorunu ‘soğutma süreci’ olarak yorumladığı Batam, Makassar, Bogor Cakarta ve Banda Açe’de yapılan görüşmelerde bir sonuç alınamazken, ilgili tarafların bir sonraki görüşme tarihinin 15 Ekim olarak belirlenmesi, Anlaşma Metni bağlamında sadece bir maddesi çerçevesinde sıkıntının giderek büyüdüğünü ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda böylesine açık bir konunun altı aya varan bir sürece yayıldığını görüyoruz.

Merkez’in 15 Ağustos 2005’den bu yana benzeri süreçlerde çözümden ziyade çözümsüzlüğe endekslenen yaklaşımını gözlemleme fırsatı bulurken, akla yarım yüzyılı aşkın süre önce  yapılanlar geliyor ister istemez. 1950’li yıllarda ortaya çıkan Darul İslam Hareketi on yıl gibi bir süre zarfında nihayete erdiren ‘Lamteh Anlaşması’ olmuş ve bu Anlaşma serdettiği önemli haklara rağmen Açe’liler verilen sözlerin yerine getirilmeyişiyle karşı karşıya kalmışlardı. Tam da bu tarihi vak’a, aslında aradan geçen sekiz yıla rağmen, Açe Barışı’nın olmazsa olmazı anlamına gelen ana maddelerinin niçin hayata geçirilemeyişinin de ipucunu veriyor. Gene Yudhoyono’nun vurguladığı üzere ‘kırmızı-beyaz’ ulusal bayrak Açe’de ‘gönderden indirilmiş’ falan da değil. Açe Eyalet otoriteleri arasında böyle bir niyeti izhar eden de olmadı zaten. Zamanında Açe Valisi Dr. Zeyni Abdullah bu konuyla ilgili oldukça açık bir mesaj vermiş ve ulusal bayrağın ‘yerli yerinde’ durduğunu ifade etmişti. 

Örneğin bu ayın başında Vali Yardımcısı Müzekkir Manaf, Eyalet Parlamentosu’nca kabul edilen Bayrak ve sembolün Açe devletini sembolize etmesinin söz konusu olmadığını, Eyaleti’n Endonezya Cumhuriyeti’ne bağlılığı ile ‘kırmızı-beyaz’ bayrağın ulusal bayrak olarak kabulünde kendileri açısından bir sorun olmadığına vurgu yapıyordu. Buna ilâve olarak, Bayrak Kanunu Eyalet Parlamentosu’ndan geçtikten sonra, Vali ve Vali Yardımcısı çeşitli vesilelerle halktan Cakarta’nın ‘onayını’ alana kadar ‘göndere bayrak çekilmemesi’ konusunda çektikleri dikkat sahada pek de karşılığını bulduğunu söylemek güç. Bu gelişmeyi, Açe halkının bir tür ‘itaatsizliği’ şeklinde yorumlamak yerine, halkın ne tür bir talebi olduğunu anlama noktasında önemli bir ipucu sağlıyor. Halkın bu yaklaşımını, aradan geçen sekiz yıla rağmen, hak edilen esasların pratiğe yansıtılamamasının doğurduğu ‘sabırsızlık’ veya gene halkın kendine ait bildiği değerleri -ki bu bağlamda bayrak önemli bir sembol olarak ortaya çıkıyor- bir an önce hayatın içinde görme arzusundan kaynaklandığı şeklinde yorumlamak gerekir.

Bu süreçte yani, 15 Ağustos tarihe az bir süre kala Açe Eyaleti’nde yerleşim yerlerinin siyasi dengelerine bağlı olarak iki tür bayrağın göndere çekildiğini gözlemliyoruz. İlki, Parlamento’dan geçen Bayrak Yasası’yla kabul edilen, ancak Cakarta yönetimince tanınmayan ay-yıldızlı bayrak; ikincisi ise Cakarta yönetiminin itirazlarının sonucu olarak ay-yıldız’ın çıkartılıp, yerine ‘Aceh’ kelimesinin yazılı olduğu bayrak. Her iki Bayrak da Açelilerin ‘kabulü’ çerçevesinde karşılık buluyor. Bunun bir çelişki olup olmadığını burada tartışmayacağım. Açe halkı, Bayrak Yasası konusunda Merkez-Çevre arasında yaşanan görüş ayrılıklarının uzantısı olarak iki farklı şekilde de olsa, Helsinki Anlaşması’na binaen verilen bir hak olarak siyasi bilinçlerinin sembolik ifadesini gündelik yaşama taşımayı arzu ediyor ve bunu fiili olarak da sergiliyor. Bu noktada bir süredir göndere çekili bayrak da bugün 8. Yıldönümü olan 15 Ağustos 2005 Barış Anlaşması’nın yıldönümünü hatırlamaya matuf bir girişim.

Bayrak konusunda Açe halkı arasında topyekün bir anlayışın hakim olmadığını da vurgulayalım. Özellikle mevcut yönetime muhalif sivil kesimler, ulusal partilerin Açe’deki temsilcileri ve bazı bireyler inisiyatiflerini kullanarak Bayrak Yasası’nın üzerinde bunca uzun bir süre enerji sarf edilmesini eleştiriyor ve Parlamento’nun halkın ekonomik kalkınmasına odaklı bir çalışma performansı beklediklerini dile getiriyorlar. Bu çevreler arasında İç İşleri Bakanı Gunawan Fauzi gibi Merkezi Hükümet Parlamentosu’ndan milletvekilleri de var... Temelde böylesi bir talebe itiraz edilemeyeceği ortada. Ancak bu talebi dile getirenlerin ‘unuttuğu’ bir husus var ki, o da ‘ekonomik kalkınmanın’ hangi temeller üzerinde hayata geçirileceği üzerinde nedense durmamaları. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere, Açe’de siyasal, sosyal ve ekonomik kalkınmanın olmazsa olması Helsinki Anlaşması’dır. Nasıl ki, Bayrak mevzuu söz konusu anlaşmada bir yer tutuyorsa, aynı şekilde ekonomik kalkınmanın ipuçlarını da bu anlaşma metninde bulmak mümkün. Bu çerçevede, söz konusu çevrelerin istikrarlı bir duruş sergilemeleri ekonomik kalkınma noktasında ancak ve ancak Anlaşma Metni’ne referans yapmaları ile ortaya çıkacaktır. Böylesi bir yaklaşımın, Anlaşma Metni’ndeki ekonomik kalkınmaya yönelik açılımların sekiz yıla rağmen uygulamaya geçirilemeyişinde hangi odakların rol aldığını ortaya koymalarını gerektireceğinden söz konusu bu çevreleri kaçınılmaz olarak Merkez, yani Cakarta ile karşı karşıya bırakacağı aşikâr. Dolayısıyla Cakarta’dan Açe ekonomisinin kalkınmasına dönük söylemleri gündeme getirenleri ne kadar ciddiye alınacağı hayli tartışmalı.

Çeşitli yerleşim yerlerinde ay-yıldızlı bayrağın dalgalandırılması, hiç kuşku yok ki, Cakarta merkezi yönetimini rahatsız eden bir husus. Bu rahatsızlığın somut karşılığı, söz konusu bu yerleşim yerlerinde polisin bayrakları toplaması şeklinde zuhur etmesinde ortaya çıkıyor. Burada ‘kimi yerleşim yerleri’ ifadesini bilerek kullandığımızı söylemeliyim. Açe’yi sadece başkent Banda Açe ile sınırlı olmadığını hatırlayarak, savaş dönemleri de dahil olmak üzere, merkez güçlerin neredeyse tüm kurumlarıyla bu geniş coğrafyada şehir yerleşimlerinin birkaç kilometre dışında ne kadar varlık gösterdiği şüphelidir. Bu durumu, dün olduğu gibi bugün de gözlemlemek mümkün...

2004 yılı sonlarına kadar çatışmaların yoğun yaşandığı yerleşim yerlerinde örneğin Kuzey sahili boyunca uzanan Açe Besar’da, Pidie’de, Lhokseumawe’de benzer tablolarla karşılaşılıyor. Bu bölgelerde Banda Açe-Medan karayolundan dağlık bölgelere doğru girildiğinde, Açe’de hakim ‘siyasi’ yapının sembolik ifadeleriyle karşılaşılır, yani ay-yıldızlı Açe Bayrağıyla... Neredeyse her evin girişinde göndere çekilen bayraklar yerleşim yerlerinin merkezinde ilgili siyasi hareketin liderlerince halkın Bayramını kutlayan pankartlara bırakıyor. Bu, bir anlamda Açe siyasi yaşamında başat aktör konumundaki hareketin, Parlamento’dan geçip Vali’nin onayladığı Bayrak Yasası’nın ‘teritoryal’ bağlamını göstermesi bakımından da önemle üzerinde durulması gereken bir husus. Öyle ki, bu bölgelerde başka herhangi bir siyasi partinin amblemine, flamasına vb. rastlamak mümkün değil.

Helsinki Barış Anlaşması yıldönümünün 17 Ağustos Bağımsızlık Günü’yle neredeyse çakışması bayrak meselesinin bir başka şekilde karşılık bulmasına da neden oluyor. Yukarıda izah edildiği üzere Açe halkının önemli bir bölümünün Bayrak Yasası’na yaklaşımı ile Cakarta’nın yaklaşımı arasındaki gerilim bir tür Bayrak Yarışı’na dönüşmüş durumda. Bu çerçevede, 17 Ağustos vesilesiyle özellikle şehir merkezlerinde Belediye Başkanlıklarınca alınan ya da aldırtılan kararlarla kamusal alanlar kadar, her ev sakininden ulusal bayrak asması yönündeki talep, karayollarında asker ve polis birliklerinin halka bayrak dağıtmasına kadar varıyor. Burada göze çarpan husus hiç kuşku yok ki, asker ve polis birimlerinin bu işi üstlenen taraf olması. Bu kurumların ve üyelerinin Açe Eyaleti’nde merkezi temsil eden yegâne güçlü unsurlar olduklarını bir kez daha ortaya konuyor. Temelde bu girişimin masumane bir tarafı olduğu kabul edilse de, Açe halkı arasında ‘ayrışmayı’ hedefleyen ‘derin’ politikaların bir uzantısı olduğunu görmemek mümkün değil.

Barış Anlaşması’nın daha birinci yılında halledilmesi gereken Bayrak Yasası gibi bir maddenin bugünlere kadar uzamış olması, Açe’nin ekonomik ve toplumsal kalkınmasına atıf yapan maddelerine daha sıranın gelmemiş olması, Barış’ın tüm cazibesine rağmen, acaba Hasan di Tiro’nun 1968 yılında kaleme aldığı “Dünya’nın Gözünde Açe” (Aceh di Mata Dunia) adlı eserinde belirttiği, Merkez güçlerin Açe’ye ekonomik kalkınmanın yolunu açacak imkânlar vermeyeceği öngörüşünün o zamanlar olduğu gibi bugün de geçerli olduğunu hatırlatmıyor mu acaba?

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=271024

Açe’de Entellektüel Faaliyetler / Intellectual Activities in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                               13 Ağustos 2013

Bayram vesilesiyle ziyaret etmekte olduğum Açe’de daha ilk günden dostların ilettiği yayınlar masamın üzerinde duruyor. Açe her zamanki gibi gene aktif gene üretken... Bu yayın faaliyetleri Açe toplumunun ve siyasetinin dinamik yapısını göstermesi açısından kayda değer. Bir yandan halen etkisi şu veya bu şekilde devam eden tsunami ve yeniden yapılandırma çalışmaları, öte yandan bu sürecin önemli bir saç ayağını oluşturan Açe siyasetinde temsiliyet meselesi Açe’nin meşhur kahvehanelerinde sıcak tartışmalara konu olmakla kalmıyor, bilgi birikiminin çeşitli profesyonel yayın faaliyetleriyle bugünden yarına taşınmasına vesile oluyor. Her biri başlı başına değerlendirilmeyi hak eden bu eserleri birarada geniş bir perspektiften sunmayı yeğliyorum.

Söz konusu yayın faaliyetlerinde dikkat çeken çalışmaların ilki, tsunami sonrası Açe’de gerçekleştirilen -ki ilki 2007 yılında gerçekleştirilmiştir- ‘Açe ve Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi’nce (ICAIOS) uluslararası konferans metinlerinin birer birer kitap olarak yayınlanmasıdır. 2010 yılında bu konferanslarda Açe tarihini konu alan metinler “Mapping the Acehnese Past” başlığıyla (R. Michael Feener&Patrick Daly&Anthony Reid, Leiden: KITLV Press) yayınlanmıştı. Aynı eserin Endonezyaca tercümesi 2011 yılında “Memetakan Masa Lalu” başlığıyla (Pustaka Larasan: Bali) okuyuculara ulaştı.

Coğrafya, sismoloji ve çevre konularını ele alan konferans makaleleri 2012 yılında Patrick Daly, R. Michael Feener, Anthony Reid editörlüğünde “From the Ground Up: Perspectives on Post-Tsunami and Post-Conflict Aceh” başlığıyla okuyucuyla buluşmuştu. Bu çalışmanın Endonezyaca tercümesinin “Tsunami ve Çatışma Dönemi Sonrası Açe” (Aceh: Setelah Tsunami dan Konflik) başlığıyla kitapçı raflarında yer bulması sevindirici. Böylece konferans serilerinin tümünü içeren yayın faaliyeti -şimdilik- gerçekleştirilemese de, söz konusu dört konferansta sunulan metinlerden bazılarının akademi dünyasına ve geniş okur kitlesine ulaşmasının önü açılmış oldu. Tabii öncelikle Açe toplumunun üniversite kampüslerinden başlayarak, sivil toplum oluşumlarına, toplum liderlerine -ki bunlar arasında geleneksel İslami eğitimin yapılaşmış unsurları olan dayah/pesantrenlere, yerel (Açe) ve merkez’deki (Cakarta) milletvekillerine vb. ulaşması bölgede yaşanan sorunlara çözüm bulma adına umut vaad edici olduğunu söyleyebilirim.

Bu çalışmaların İngilizce yayını kadar, Endonezyacaya tercüme edilmesi sadece Açe toplumu içerisinde değil, özellikle Malay dünyasında benzer ve ilintili sorunlarla çalkalanan coğrafyalardaki entellektüel ve siyasi çevrelerin ilgisine mazhar olacağı tahmin edilebilir. Bu eserlerin ulaşmasının beklendiği bir diğer kesim ise hiç kuşku yok ki, Açe ve benzeri coğrafyalarda yardım/eğitim vb. nedenlerle bulunan/bulunmayı arzu eden özel kesim ve devlete bağlı oluşumların ilgili toplumlarda neler olup bittiğini bilimsel ve entellektüel düzeyde anlaması konusunda kayda değer bir öneme sahip.

Yukarıda zikredilen konferanslar ve yayın faaliyeti sürecinin hiç kuşku yok ki mimarı Prof. Dr. Anthony Reid. Son dönem Güneydoğu Asya tarihçiliğine damgasını vurduğunu ileri sürebileceğimiz ve bu anlamda sözü dinlenecek önemli akademisyenlerden olan Reid’in, tsunaminin hemen ardından pratiğe geçirdiği “Açe’yi anlama/anlatma” uğraşının doğal afetlerin, çatışma bölgelerinin bizde bulduğu karşılıkla taban tabana zıt bir çaba içerdiğini görmemiz gerekiyor. Bu bağlamda, doğal afetler, çatışma bölgeleri sadece ağlanıp sızlanacak yerler, yetimlerin/yoksulluğun öne çıkartılıp üzerine farklı unsurların inşa edileceği coğrafyalar olmamalı. Doğal afetler, çatışmalar  bütün bir toplumsal ilişkiler ağını örseleyen unsurlar olmaları hasebiyle bu önlemeyen/öngörülemeyen bu gelişmelere maruz kalmış kitleleri anlama çabasıdır orta ve uzun erimli katkılar yapacak olan. Çok açık örneklerinde görüldüğü üzere bu çaba üzerine temellenmemiş yaklaşımların anlamsız bir uğraşa dönüşmesi ve nihayetinde atıl kalması kaçınılmazdır.

Bu yayınlar sayesinde, tsunami gibi son derece önemli bir doğa hadisesinden hareketle Açe coğrafyasının yeniden küresel düzeyde odak haline geldiğine tanık olunuyor. Bu anlamda, ICAIOS tarafından iki yılda bir gerçekleştirilen konferanslar dizisinin yukarıda yayınlanan kitapların başlığından da görüldüğü üzere coğrafyadan, depreme/tsunamiye, kültürden, barış sürecine ve Açe tarihine uzanan geniş bir perspektifte ele alındığı dikkat çekiyor. Bununla birlikte söz konusu konferanlara farklı bilim dallarından katkı yapıldığını ve bu eserlerin bir bölümünün daha yayınlanmayı beklediğini vurgulayalım. Bu akademik ve entellektüel çabaları sadece “tsunaminin Açe’de neden olduğu maddi ve insan kaybının büyüklüğüyle açıklayabilir miyiz?” diye sormak gerekir.

Açe, Avrupa siyasi güçlerinin Güneydoğu Asya coğrafyasına nüfuzlarının erken dönemlerinden itibaren bu güçlerin gündemine girmiş ve benzer bir siyasi ve ekonomik güç olarak karşılığını ortaya koymuştu. Avrupa’lı akademi çevrelerinin bu ilgisini, Endonezya adıyla kurulan ‘imajinatif’ bir ulus-devlet varlığı içerisine hapsedilen ve bu sistem içerisinde değişik siyasi paradigmalardan hareketle on yıllarca süren İslami devlet talebi ve bağımsızlık mücadelelerine konu olmuş Açe’nin, özellikle Suharto’lu yıllarda dünyaya kapatılmasının neden olduğu ‘Açe açlığı’ şeklinde de yorumlayabiliriz. Burada bir hususu vurgulamakta fayda var. Nedir o? Açe tarihini, elbette ki salt Avrupa güçleriyle karşılaşmasına endeksleyemeyiz. Aksine, Açe tarihi İslam öncesi bağlantıları kadar, tüm Güneydoğu Asya coğrafyasının İslamlaşma sürecindeki başat rolü fark edilmeli ve fark ettirilmelidir. Bu noktada söylem bazında Açe entellektüelleri arasında bir bilinçten söz edilebilse bile bunun siyasi, sosyal ve  akademik performanslar düzeyinde somut karşılığını bulduğunu söylemek güç. Bunun burada tartışılmasına yeri olmayan nedenleri var elbette. Bununla birlikte, süreçte tanık olunduğu üzere Açe ile tarihi bağlara atıfta geri kalmayan ve bu bağlantılar üzerinden bazı çıkarlar peşinde koşan zümrelerin de Açe’yi anlama noktasında sahip oldukları kısır bakış açılarını aşıp Açe’nin neye tekabül ettiğini görmeleri için önce ‘niyet değişimi’ ardından da ciddi bir çaba sarf etmeleri gerekiyor.

Henüz mürekkebi kurumamış bir diğer çalışma Saiful Mahdi ve Muhammad Riza Nurdin’in editörlüğünde yayınlanmış “Çatışma Sonrası Toplumlarda Yerel Demokrasi: Güney Açe Örneği” (Local Democracy In Post-Conflict Society: The Case of Aceh Selatan, Indonesia) başlığını taşıyor. Bir saha araştırması olan bu çalışma üç önemli kurumun işbirliğinin ürünü. Özünde gene ICAIOS bulunduğu bu yapının diğer iki organı, Açe’nin önemli düşünce kuruluşlarından Açe Enstitüsü (Aceh Institute) ile İsveç merkezli faaliyet gösteren Uluslararası Yerel Demokrasiler Merkezi.

Bu eserin, aslında tam da dönüşüm toplumu özelinde bir çalışma olduğunu söylemek lazım. Açe toplumunun yerel düzeyde yani, kır temelli yerleşiminde ‘geleneksel’ iletişim ağlarının güçlü olduğu söylenegelir. Bu geleneksel yapının kimi çevrelerin sandığının aksine, yapılanmasında İslami anlayışın hakim olduğu kayda değer bir durumdur. Bununla birlikte, ‘çatışma sonrası’ döneme gelmeden önce, çatışma döneminde nelerin kaybedildiğinin hesabının yapılması söz konusu toplumun ve toplumsal ilişkilerinin nereye evrildiği noktasında daha sağlıklı bir fikir verecektir. Bu eserde, Teuku Kemal Fasha ‘Güney Açe: Düşük Nitelikli Demokrasi’den Kaynaklanan Az Gelişmiş Sosyal Güvenlik” (Aceh Selatan: Poor Social Security due to Poor Quality of Democracy) başlıklı makalesinde bu duruma dolaylı olarak değiniyor. Kemal, bölgenin “sosyal kapasitesinin” sadece çatışma döneminin değil, aynı zamanda tsunami sonrasında yoğun olarak hissedilen neo-global kültür etkisiyle yitirildiğine vurgu yapıyor (s. 109). Daha önce, bu hususa değişik vesilelerle değinme fırsatı bulmuş ve dünya ile teması kesilmiş bir coğrafyanın doğal afet gibi olağanüstü şartların bir sonucu olarak küresel temas ağının genişlemesinden neşet eden toplum psikolojisi, kültürü ve dini anlayışı üzerindeki tesirlerinin istikrarlı ve kontrol edilebilir bir değişimin önüne geçtiğine vurgu yapmıştık.

Bu eserin elime ulaşmasından saatler önce el yazma kolleksiyoneri dostumuz Tengku Tarzimi Hamid’le üç saate varan sohbetimizde geçmiş toplumun ürünü olan el yazmalarından hareketle bugünkü toplumsal ilişkilere yeniden ‘format’ vermek mümkün olup olmadığını görüşmüştük.  Elindeki çok çeşitli el yazma çalışmaların sadece maddi olarak sahip olmakla kalmayan, bunun ötesinde eserlerin içeriğine de vakıf olan dostumuz, bunun ‘henüz ilgili çevrelerce’ dikkate alınmayı beklediğini söylemişti. Bir yanda Açe değerlerini temsil eden el yazma çalışmalar ve bu metinlere vakıf çok küçük bir azınlık ile, çatışma sonrası dönemin dünyaya açılmasıyla Batılı bakış açılarının görece yoğun nüfuzuna maruz kalan geniş kesim. İkinci durumda, hiç kuşku yok ki, Avrupa-merkezci bakış açısının akademik ve entellektüel çabalardaki hegemonyasından bağımsız ele alınamaz.

Demokratik katılım noktasındaki girişimlerle ilgili bir diğer önemli husus tsunami sonrası uluslararası yardımların halka ulaşması süreciyle ilgili. Bu süreçte, toplumun kültürel yapısını, antropolojik özelliğini, içinde yer aldıkları toplumsal yapı ilişkilerinden haberdarsızlığın getirdiği olumsuzluklar üzerinde duruluyor dolaylı olarak. Yerel kitlelerin kendi hayatlarını düzenleyecek her türlü ‘iç’ ve ‘dış’ müdahalelerde pasif değil, katılımcılık esasına dayalı bir yaklaşım üzerinden dikkate alınmalarının önemine kuşku yok. Ancak kimi nedenlerle söz konusu yardım faaliyetlerinin ve akabindeki gelişmelerin halkın talepleri, ihtiyaçları, geleceğe matuf yapılanmaları ışığında bakılıp bakılmadığı noktasında ciddi kaygılar var. Ve bu kaygılar bitmiş değil... Şayet bugün Açe’de maddi ve manevi kalkınma sürecinde yalpalanmalar varsa bunun, yukarıda bahsedilen hususla yakın bir ilişkisi olduğuna kuşku yok.

Eserde demokratikleşme süreciyle ilintili uygulamaların sıradan bireylerin aktif katılımıyla gerçekleştirilmesi tespitine çalışılsa da, nihayetinde demokratik yönetimin halk katmanlarındaki karşılığının şu veya bu ölçüde gelir dağılımında adaletin gözetilmesinde ortaya çıktığı algısı hakim. Zaten eserin ilgili bölümlerinde ortaya konulduğu üzere araştırmacıların eğildikleri temel noktalar, sadece bireylerin seçim sürecine ne denli aktif katıldıklarıyla sınırlı değil. Aksine eğitim, sağlık olanaklarından ne şekilde istifa ettikleri ya da edemediklerinin tespitini de görmek mümkün. Bu noktada, Leena Avonius’un makalesinde dikkat çektiği bir hususu paylaşmakta yarar var. Leena, Güney Açe’yi konu alan saha çalışmasının çıkış noktası olarak böylesi bir çalışmanın gayesini “toplumun temel tabakalarından başlayarak demokrasinin güçlendirilmesine katkısı...”[1] olarak belirliyor. Tam da bu noktada eleştirel bir yaklaşım sergileyerek on yıllarca çatışma bölgesi olarak bilinen bir coğrafyanın halkından barış anlaşmasının imzalanmasının ardından sadece yedi yıl gibi kısa bir süre geçmesi ve bu süreçte sadece birkaç seçime konu olmasından hareketle -ki bu halk kavramının içine siyasi partileri, sivil toplum unsurlarını, geleneksel güçleri ve de sıradan insanları katıyoruz- ‘katılımcı demokrasinin’ değerlerini hayata geçirmelerini beklemek ne denli doğrudur. Öte yandan, çalışmada dikkat çekilen toplumsal ve siyasal benzerlikler noktasında birbirine yakınlaştırılabileceği şüpheli olan İskandinavya toplumları ile Açe’deki yerel olguları bir arada ele almak. Leena da bu konuda bir toplumdaki örneğin İskandinavya toplumlarındaki dönüşümcü kapasitenin ve stratejilerin kopyala yapıştır yöntemiyle -örneğin- Açe’ye uygulanamayacağının farkında. Burada dikkat çekilen husus, İskandinavya yerel yönetim örneğinin Açe’deki bir yerel yönetim şemasıyla etkileşiminin olanakları üzerinde durmak olarak belirleniyor (Leena, s. 3).

Bu çalışmaların Açe’deki entellektüel çabanın göstergesi olarak kayda değer bir yeri olduğuna kuşku yok. Aynı zamanda, bu çalışmaların geniş Açe toplum kesimlerine bir ‘öneri’ olarak da kabul edilebileceğini düşünübeliriz. Bunun yanı sıra, yukarıda kısmen değinildiği üzere Açe’nin Güneydoğu Asya -özellikle de Müslüman- toplumları içerisindeki öneminden hareketle son dönemde gene Açe’de gündeme gelen entellektüel faaliyetlerin ve ürünlerinin örneğin Patani’de, Arakan’da, Mindanao’da halen devam etmekte olan barış süreçlerine katkısı olacağını düşünmemek mümkün değil. Açe, dün olduğu gibi bugün de farklı şekillerde de olsa bölgesinde öncü rol oynama kapasitesine sahip. Bu rolün çok daha bilinçi ve kapsamlı boyutlarda ve toplumsal ilişkilerin tümünü saracak şekilde gerçekleşmesinde bu tür eserlerin varlığına ihtiyaz olduğuna kuşku yok.

http://www.dunyabizim.com/Manset/14243/ace-kendi-bolgesinin-islamlasmasinda-basat-bir-role-sahip.html


[1]Leena Avonius. (2013). “Mapping Spaces for Democratic Participation in South Aceh”, In Local Democracy in Post- Conflict Society: The Case of Aceh Selatan, Indonesia, (ed.) Saiful Mahdi, Muhammad Riza Nurdin, Bali: Pustaka Larasan, s. 17.