Mehmet Özay 4
Mart 2013
12 Şubat’tan bu yana, Malezya’nın Sabah Eyaleti kıyı şeridinde süren
‘ilhak’ girişimi tahmin edilenin ötesinde önem kazanmaya başladı. Sorun, kendilerini
Sulu Sultanlığı mensubu olduğu iddiasıyla birkaç yüz kişilik silahlı grubun bir
ülkenin egemenlik haklarını ihlâlinden öte anlamlar taşıması da, sürecin uzamasıyla birlikte daha net bir
şekilde belirginlik kazanıyor. Malezya yönetiminin temkinli yaklaşımına rağmen,
belki de kaçınılmaz olarak yaşanan silahlı çatışmalar, Malay Yarımadası’ndaki
bazı ordu birliklerinin bölgeye sevkini gerektirecek öneme yükselirken, ‘henüz’
güvenlik güçlerinin ‘topyekûn’ müdahale seçeneğini gündeme almamış olması da, az da
olsa sorunun barışçıl bir şekilde çözümleneceğine dair umudun taşınmasından
kaynaklanıyor.
Kimi çevreler bu gelişmeyi, ülkenin son dönemde karşı karşıya kaldığı en
önemli güvenlik krizi olarak lanse ediyor. Bununla birlikte, bu gelişmenin
seçim arefesindeki Malezya’da iktidar ve muhalefet arasında sürgit devam eden
sürtüşmeye çok farklı bir boyut kattığı gözlemleniyor. Bu bağlamda, yaşanan
gelişmelerin doğası gereği, güvenlik krizinin bir tür siyasi ve hatta toplumsal
krize evrilme potansiyelini taşımadığı pek de ileri sürülemez. Bu, üzerinde
durulacak önemde bir konu olmakla birlikte, sorunun bölgesel niteliğine dikkat
çekmekte fayda var. Bölgesel derken elbette kastımız ASEAN... Söz konusu bu
birliğin bünyesinde bir yılı aşkın bir süredir giderek ivme kazanan ilişkiler
ağı sadece birliğe üye ülkeleri içermiyor. Bunun ötesinde, birliği dünya
kamuoyu gündemine oturtan belki de, geleceğe dair bölgenin küresel ölçekte
yeniden yapılandırılmasındaki kazanımları göz önünde tutan uluslararası çevrelerin de stratejik işbirliği veya siyasi
müdahele arasındaki yelpazede bölgedeki gelişmelere katılımlarında ortaya
çıkıyor.
Öte yandan, Birliği hem kendi içerisinde ‘safları sıklaştırmaya’, hem de
Batılı güçlerle zaten var olan dirsek temasını sağlamlaştırmaya zorlayan
bölgesel gelişmeler bu süreçte elbette ki katalizör rolü oynuyor. Bununla
kastımız, Çin’in ekonomi gelişmişliğinden devşirdiği gücü siyasi ve askeri alana
evirme çabaları olduğudur. Tam da böylesi bir niyete mebni olarak Çin’in Güney
Çin Denizi’ndeki Adalar üzerinden geliştirdiği agresif yaklaşıma aynı düzeyde
karşılık vermekten kaçınmayan ilgili ülkeler arasındaki Soğuk Savaş yıllarını
andıran gelişmeler yerini biraz da -en azından şimdilik- süpriz bir olguya terk
etti.
Filipinler-Malezya arasındaki bölgedeki Adalar topluluğunda tarihsel
varlığının devamlılığı konusunda ‘iddia sahibi’ olan Sulu Sultanlığı
hanedanlığına mensup kişilerin post-modern girişimi şaşkınlıkla birlikte
bölgede siyasi egemenlik ve güvenlik meselesinin ne kadar sürpizlere açık
olduğunu ortaya koyuyor. Daha dün Moro İslami Özgürlük Cephesi’nin (MNLF)
Manila Hükümeti ile barış görüşmelerinde kayda değer rol oynayan Malezya’nın
belki de şu veya bu şekilde bu hareketin içerisinde yer almış Sulu kökenli
silahlı bir grubla karşı karşıya kalması gözardı edilecek bir mesele değil. Bu
gruba, tarihe referansla yapmak suretiyle söz konusu teritoryal hak iddiasını
pekiştirerek, ilgili coğrafyaya ‘çıkarma’ yapma cesareti veren bölgedeki nüfus
potansiyeli unutulmamalı. Zaten, daha önce yüksek sesle dile getirilmeyen,
ancak bugünlerde belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başlayan kaygılar da
bununla ilintili. Bu nedenle kimi gözlemciler, Mindanao ve diğer küçük
adalardakilerin yanı sıra şu veya bu statüyle Sabah Eyaleti’nde yaşayan Sulu ve
Mindanaoluların geliştirebilecekleri bir refleksleri olduğu üzerinde duruyorlar.
Bu hassasiyeti açıkça dile getiren Sulu Sultanı olduğu iddiasındaki III.
Cemal’ul Kiram ve kızı Manila’da yaptıkları açıklamalarda bağlılarını sukunete
davet ederek bir anlamda yayılma sirayeti gösterebilecek farklı boyuttaki bir
şiddetin önünü almak istedikleri düşünülebilir. Yaşananlarda, Bangsamoro’nun
elde ettiği ‘Barış’ ve akabinde geleceği öngörülen ‘otonom’ bölge statüsünün de
etkisi var şüphesiz. Bu noktada, Bangsamorolularla Suluların farklı etnik
kimliğe sahip oldukları hatırlandığında, Sulu hanedanlığına mensup liderlerin
niçin bugün böylesi bir icraata başvurdukları tahmin edilebilir.
Sulu halkı,
Mindanao’da yaşayan ve Morolu olarak bilinen Bangsamorolulardan farklı ve
çeşitli küçük toplulukların bir araya gelmesinden oluşan bir yapı. Aynı şekilde,
bu halkın yoğun olarak yaşadığı bir Ada’nın bugün dahi ‘Jolo’ adıyla anılması
gene böylesi bir ‘dil oyununun’ etkisi. Asıl adları Tausung olan Sulular, bugün
sadece Mindanao Adası’nın güneyinde değil, Mindanao ve Borneo/Kalimantan
Adaları arasındaki irili ufaklı adalar topluluğunda yaşam sürdüğü gibi,
azımsanmayacak bir nüfus da Malezya’nın Sabah Eyaleti’ndeki bulunuyor. Bu
nedenledir ki, söz konusu bölgede konuşulan ve ‘Suluk’ adı verilen dilin Jolo
Adası’nda konuşulan dille oldukça benzer olması tarihsel ilişkinin bir diğer
kayde değer boyutunu ortaya koyuyor. Böylesi bir arka planı olan gelişme
karşısında bölgeyi yakinen bilen akademyadan da ses gelmeye başladı. Örneğin,
Farish A. Noor, olan biteni ulus-devlet sınırları bağlamında değerlendirmeyi yeğliyor. Noor, bu son gelişmeden hareketle, zaten çok
katmanlı ilişkiler ağına sahip olan bölge halklarının teritoryal haklar
noktasındaki taleplerinin -uzak da olsa- bitmek bilmez bir boyuta ulaşabileceği
tehlikesine vurgu yapıyor. Bunun yerine, başka coğrafyalarda ‘dar gelen’
ulus-devlet yapısına ASEAN özelinde kurtarıcı bir rol biçiyor. Noor, siyasi bir
model olarak sömürge sonrasında ‘kararlaştırılan’ ulus-devlet çerçevesinde
kimlere hangi roller verildiğini deşmek yerine, sorunu -yukarıda kısmen değindiğim-
Çin ‘heyulası’ üzerinden değerlendirmeyi yeğleyerek, Birliğe mensup ülkelerin,
bu tip atomik sorunlara imkân tanımak yerine,
aralarındaki ittifakı güçlendirici açılımlarla geleceğe sağlam adımlarla
ilerlemelerini salık veriyor. Sabah Eyaleti’ndeki gelişmede Malezya ve
Filipinler Hükümetlerinin bugüne kadar söylemlerindeki yönelim de bu minvalde
olduğu gözlemleniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder